İlker Başbuğ olayı bir grup AK Parti milletvekilinin 7 Şubat günü suç duyurusunda bulunmasıyla yeni bir boyuta sıçradı. Aslında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan 5 Ocak günü AK Parti Meclis Grubundaki konuşmasında bütün milletvekillerinin Başbuğ aleyhine dava açmasını istemişti ama kamuoyuna yansıyan şimdilik yedi isim söz konusu; kimler olduğuna birazdan geleceğiz. Daha önce, yine AK Parti döneminde, şimdi “FETÖ üyesi” suçlamasıyla aranan savcı ve hâkimlerin marifetiyle “terörist” suçlamasıyla 26 ay hapiste tutulan Başbuğ’un bu suç duyurularından geri adım atacağına dair bir işaret de bulunmuyor. Gelişmelerin yüzey tabakasını kazıdıkça aslında kökü geçmişe dayanan çok daha karmaşık, “kumpas içinde kumpas” diyebileceğimiz, ucu belki de cumhurbaşkanlığı seçimlerine dek uzanabilecek bir tabloyla karşı karşıya kaldığımız anlaşılıyor.
O nedenle Başbuğ’un neden bu konuyu gündeme getirdiğinden, Erdoğan’ın neden bu sert tepkide bulunmak için bir hafta beklediğine dek birkaç soru dâhil, filmi biraz geriye sarmamız, siyasetin yakın dönem arkeolojisine dalmamız gerekiyor.
En yakından başlayıp geçmişte olanlarla bağlarını kurarak ilerleyelim.
MHP lideri Devlet Bahçeli, 18 Ocak 2020’de gazetecilere, yakında CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu aleyhinde suç duyurusunda bulunacaklarını ve dosyanın “içinde çok önemli şeyler” bulunacağını söyledi. Bahçeli’ye göre, Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin önceki lideri Deniz Baykal’ın istifasına yol açan kaset kumpası sonrasında göreve geldiği 2010 yılından beri CHP içinde Fethullahçıların etkisi başlamıştı.
Bahçeli’nin bu sözlerinden üç gün sonra, 21 Ocak’ta hemen hemen bütün gazetelerde, 2017’den bu yana, “silahlı terör örgütü kurma veya yönetme” ve casusluk suçlamasıyla tutuklu bulunan emekli MİT görevlisi Enver Altaylı’nın iddianamesi haberleri vardı. Savcı Muhammet Ali Korkmaz imzalı iddianame, Bahçeli’nin bu açıklamasından iki gün önce, 16 Ocak tarihinde Ankara Nöbetçi Ağır Ceza Mahkemesine sunulmuştu. Bahçeli’nin iddianamenin içeriğinden 18 Ocak’ta gazetecilere “çok önemli şeyler” açıklamasını yapmadan önce bilgi sahibi olup olmadığı henüz bilinmiyor.
Altaylı’nın hem MHP, hem de MİT ile ilginç ilişkileri olmuştu. Altaylı, MİT’ten resmen ayrıldıktan sonra, Bahçeli’nin de yönetim kademelerinde bulunduğu 1977 yılında MHP’nin yayın organı konumundaki Hergün gazetesinin Genel Yayın Yönetmenliği ve Başyazarlığını üstlenmişti. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden hemen sonra, önceki MHP lideri Alparslan Türkeş’in “teklifi üzerine” Almanya’ya giderek, ülkücü hareket adına Avrupa’daki Türk derneklerinin kurulmasında çalışan Altaylı, 1986’da Almanya vatandaşı olmuştu.
Medyadaki ilk haberlerde, 85 sayfalık iddianamede Kılıçdaroğlu’na da danışmanlık yapmış olan eski ülkücü Rasim Bölücek ile Altaylı’nın çok sayıda (1022 defa) haberleştiği öne çıktı. Ancak bir de Başbuğ boyutu vardı, ilk anda o kadar öne çıkartılmayan. İddianameye göre, Altaylı’da bulunan bir USB hafıza kartında 12 Ekim 2008 tarihli ve “Muhterem Efendim” diye başlayan bir mektup kaydı bulunmuştu. Savcının Altaylı’nın Fethullah Gülen’e yazdığını öne sürdüğü bu mektupta, “Yeni Genelkurmay Başkanının Zatı Alinize bakışı son derece menfidir” deniliyordu. Başbuğ’un ordu içindeki cemaat mensupları üzerine gittiği, yedi generali bu nedenle takip ettirmeye başladığı söylenen mektupta, iddianameye göre şu ifadeler de yer alıyordu: “Başbuğ, yakın çevresine Siz’in ABD himayesinde olduğunuzu, bu sebepten işlerinin zor olduğunu söylüyor. İlker Başbuğ-Devlet Bahçeli yakınlaşma ve görüşmesini de bu açıdan değerlendirmek faydalı olacaktır.”
Söz edilen Genelkurmay Başkanı Başbuğ idi; 28 Ağustos 2008’de görevi devralmıştı. Fethullahçılara karşı tavizsiz tutumuyla tanınıyordu. Ama görevi devralma konuşmasında PKK ile mücadelede “Sadece askeri yöntemler kullanarak başa çıkılamadığı” özeleştirisi, o dönem yankı uyandırmıştı. Başbuğ’un başa gelmesiyle daha sonra Oslo Süreci denilen diyalog kapısı açılmaya başlamış, Türkiye’nin bütün enerjisini tüketen çatışma ortamından çıkma ihtimali baş göstermişti.
Şimdi bu iddianameyle, daha göreve geldiği andan itibaren Başbuğ aleyhinde bir kumpasın işlemeye başladığı öne sürülüyordu.
Altaylı iddianamesinin medyada yer aldığı 21 Ocak 2020 tarihinden bir hafta sonra 28 Ocak akşamı Başbuğ, Haber Global televizyonunda, Genel Yayın Yönetmeni Erdoğan Aktaş’ın canlı yayın konuğu oldu ve böylece 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişiminden bu yana konuşulan “FETÖ’nün siyasi ayağı” meselesinde yeni perdeyi açtı. Başbuğ, devlet içindeki yasadışı Fethullahçı örgütlenmenin yeni bir yükselişe geçmesinin 26 Haziran 2009’da TBMM’de kabul edilen ve askerlerin, askeri alanda işledikleri öne sürülen suçlara da özel yetkili sivil mahkemelerde bakılmasını öngören yasayla mümkün olduğunu söylüyordu. Daha sonra Erdoğan hükümetince kaldırılacak olan Özel Yetkili Mahkemeler, Fethullahçı savcı ve hâkimlerin elinde tartışmalı davaların sahnesi idi. Başbuğ, bu kanun teklifinin “tamamen FETÖ’yle ilgili” olduğunu öne sürüyor, hazırlayanların araştırılmasını istiyordu; “siyasi ayak” iması buydu.
Başbuğ’un araştırma iddiasına bir destek de artık CHP milletvekili olan Ergenekon davasının hedefleri arasındaki Dursun Çiçek’ten geldi.
O dönem Genelkurmay’da Albay rütbesiyle çalışan Çiçek’in ismini kamuoyu 12 Haziran 2009’da Taraf gazetesinde Mehmet Baransu imzasıyla yayınlanan “AKP ve Gülen’i bitirme planı” haberiyle duymuştu. Baykal’ın ilk andan itibaren “ıslak imza değil” diyerek sahte ilan ettiği bu yazışmada bir “İrticayla Mücadele Eylem Planından” söz ediliyordu. Başbakan Erdoğan 22 Haziran’da darbe ve cunta laflarından endişelenen Ankara’daki Avrupa Birliği (AB) Büyükelçilerine “Askerle çatışma yok” dedi; emir-komuta zinciri içinde bir girişim yoktu, soruşturma devam ediyordu. Ertesi gün 23 Haziran’da CHP grubunda konuşan Baykal, “Yukarıdaki uyumu (…) lütfedip milletle de paylaşsalar da, kaygılanacak bir şey olmadığını görüversek” diyor, darbelere karşı 12 Eylülcüleri yargılamak için birlikte hareket etmeyi öneriyordu.
İşte Başbuğ’un son sözleri üzerine, o dönem AK Parti grup yönetiminde bulunan Mustafa Elitaş’ın, yasa hazırlığını onun üzerine başlattıklarını söylediği Baykal’ın “çağrısı” buydu. Elitaş, suç duyrusunun kendilerini “FETÖ’cü” töhmeti altında bırakmış olmasından dolayı “iftira” ve “hakaret” gerekçesiyle söz konusu olduğunuda söylüyordu.
Elitaş’ın sözleri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 5 Şubat’taki AK Parti Grubunda yaptığı konuşmada, yasanın CHP’nin de desteğiyle çıktığını söylemesinden sonraydı. Erdoğan’ın, Başbuğ’a tepki vermek için bir hafta beklemesi, aradan geçen sürede hukuki ve siyasi durum değerlendirmesine işaret ediyordu; nitekim ilk tepkiyi veren AK Parti sözcüsü Ömer Çelik olmuştu.
Elitaş ve Erdoğan’ın 2009 yasasına ortak gösterdiği CHP’nin o dönemki TBMM Grubu yönetimi Kemal Kılıçdaroğlu, Hakkı Süha Okay ve Kemal Anadol’dan oluşuyordu. Medyada acaba Kılıçdaroğlu’nun da içinde bulunduğu CHP Meclis Grubunun Cemaatin isteğiyle mi bu kumpasa katıldığı imasıyla suçlamaları çıkmaya başladı. (Kılıçdaroğlu daha o dönem, Ankara Temsilcisi olduğum Radikal’de yayınladığım demecinde “CHP orduyla yollarını 12 Mart’ta ayırdı” diyordu.)
Baykal, Erdoğan ve Elitaş’ın sözleri üzerine o dönem kendi bilgisi dışında bir girişimin bulunduğunu yalanladı. Okay da, 25 Haziran’da başlayan yasa görüşmelerinin, AK Parti grubunun gece yarısını geçtikten sonra verdiği değişiklik önergeleriyle, CHP’nin itirazına rağmen yapılan kelime değişiklikleriyle sivil yargının askeri suçlara da bakmasına kapı açıldığını söyledi. Nitekim CHP sonrasında Anayasa Mahkemesine iptal başvurusu yapmıştı. O tarihte AK Parti grup yönetimi ise şu isimlerden oluşuyordu: Mustafa Elitaş, Bekir Bozdağ, Ahmet Aydın, Mehmet Ceylan, Yahya Doğan ve Müfit Yetkin; 7 Şubat 2020’de Başbuğ aleyhine suç duyurusunda bulunan isimler de, Ömer Çelik ile birlikte bu isimler olacaktı. Başbuğ’un, ilerleyen tarihlerde Ergenekon, Balyoz, OdaTV davalarıyla 15 Temmuz darbe girişimlerine zemin yaratmakla suçladığı yasa tasarısındaki kelime değişiklikleri bu heyet tarafından sunulmuştu. Bu heyet bu değişiklikleri dönemin Başbakanı ve AK Parti lideri Tayyip Erdoğan’ın bilgisi dışında mı sunmuştu? Başbuğ’un sorduğu sorunun ucu buraya gidiyordu.
Yasa AK Parti oylarıyla Meclis’ten çıkıp Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün onayına sunulmuştu. 30 Haziran günkü MGK ardından Gül, Erdoğan ve Başbuğ konu üzerine özel bir toplantı yapmışlar, toplantıya bir süre sonra Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek ve Adalet Bakanı Sadullah Ergin de katılmıştı. Başbuğ’un yasaya itirazının üç gerekçesi vardı: Anayasa’nın yargı usulleri bölümüne aykırıydı, askeri ve sivil yargıyı karşı karşıya getirirdi ve kışlaya siyaset sokardı.
Peki, bu yasanın kabulü ardından neler oldu? Bakalım…
19 Aralık 2009 tarihinde Ankara’nın Çukurambar semtinde iki subayın Emniyet birimlerince gözaltına alınmasıyla, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a yönelik suikast girişimi soruşturmasının başlatılmıştı. Bu çerçevede savcılar 26 Aralık’ta Başbuğ’un “Burada devlet sırrı var, buraya girmeyin” uyarıları altında, Özel Kuvvetler Komutanlığının (savaş halinde düşman işgaline karşı alınacak önlemlerin de bulunduğu Seferberlik Tetkik Dairesinin “kozmik” diye bilinen en gizli bölümünde) 26 Aralık tarihinde bir arama başlatıldı. Soruşturmayı yürüten Ankara 11. Ceza Mahkemesi Yargıcı Kadir Kayan, 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişiminden bu yana aranıyor. Aramayı Kayan’dan talep edip yürüten Ankara Cumhuriyet Savcısı Mustafa Bilgili ise 15 Temmuz’dan 11 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı; Bilgili’nin cep telefonunda Fethullahçı örgüt üyelerinin gizli haberleşmelerinde kullandığı By-Lock yazılımı da bulunmuştu. 5 yıl 3 ay sonra, Arınç suikastı iddiası davası, hiçbir kanıt bulunamadığı için düştü; gizli belgelere ne olduğu, nerelere servis edildiği ise halen bilinmiyor.
Başbuğ’un başına gelenler
Başbuğ’un Genelkurmay Başkanlığından emekli olmasından kısa süre sonra, 12 Eylül 2010’da Anayasa değişikliği halk oylaması yapıldı. Bu halkoylaması öncesinde Fethullah Gülen’in izleyenlerinden imkân varsa “mezardaki ölülerine dahi oy kullandırtmalarını” istediği biliniyor. Bu değişiklik sonrasında hem hükümetin yargıya müdahale imkânları arttı, hem Fethullahçıların yargı kademelerinde yükselişi hızlandı.
Halen her ikisi de aranmakta olan İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Cihan Kansız ve Savcı Zekeriya Öz’ün girişimiyle 6 Ocak 2012’de emekli Genelkurmay Başkanı Başbuğ terör örgütü kurmak ve Erdoğan hükümetini devirmeye çalışmak şüphesiyle tutuklanacaktı. Bundan bir ay kadar sonra, 7 Şubat 2012’de aynı savcılar bu defa MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı sorgulamak isteyecekler, bu girişim Erdoğan ile Gülen’in arasının açılmaya başlamasının miladı sayılacaktı.
Başbuğ, müebbet hapse mahkûm edildiği Ergenekon davasından 26 ay hapis yattıktan sonra 2014’te tahliye edildi; 17-25 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmalarının artık “FETÖ/PDY” adı verilen Cemaat örgütünün kumpası sayılması ardından Ergenekon ve benzeri davalar da düşecekti. Erdoğan 2014’te Cumhurbaşkanı seçilecek, 2016’da altından (ordudan tasfiye edilmek yerine önleri açılan) Fethullahçıların çıktığı darbe girişimi ardından MHP lideri Bahçeli’nin yanına geçmesiyle 2017 halkoylamasıyla Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçildi; 2018’de bu sisteme geçiş öne çekildi.
Şimdi, Fethullahçı örgütlenmenin hedefe alıp hapiste çürütmek istediği Başbuğ, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatıyla suç duyurusunda bulunan AK Partililer eliyle mahkûm edilmek isteniyor. İşin ilginç bir boyutu da Erdoğan’ın bu çağrıda bulunduğu gün, MHP’nin de CHP lideri Kılıçdaroğlu aleyhinde savcılığa suç duyurusunda bulunduğunu açıklamış olması.
Dönüp başa geliyoruz, değil mi?
Peki, neden?
İlk akla gelen, Erdoğan’ın 2002-2012 yılları arasında AK Parti ile Gülen Cemaati arasındaki işbirliği, ya da belki daha doğru ifadeyle eylem birliğini 2016 darbe girişimi sonrasında söylediği “kandırılmışız” özeleştirisiyle geride bırakma arzusu. Ortaya çıkma ihtimali olan bağlantıların, bugün içinden Ahmet Davutoğlu’nun Gelecek Partisi gibi, Ali Babacan’ın üzerinde çalıştığı gibi yeni partiler çıkarmaya başlayan AK Parti bünyesine ve gelecek seçim sonuçlarına muhtemel etkisini riske atmak istemiyor. Geçmişin bir konuda hesabını vermeye başlanırsa, işin çorap söküğü gibi ilerleyeceğinden endişe ediyor olabilir. Tren kazalarından Elazığ ve Van felaketlerine dek gördüğümüz, AK Parti’nin her türlü hatadan masum olduğu görüntüsünün verilmek istemesi de bundan kaynaklanabilir.
Erdoğan bu nedenle Başbuğ’un kendisine ve eski silah arkadaşlarına yapılmış haksızlığın hesabını sormak arzusunu yüksek perdeden ve yargı tehdidiyle caydırmak istiyor. Başbuğ ise hem kendi haklarını, hem de mağdur edildiğine inandığı Türk Silahlı Kuvvetleri ve personelinin haklarını eski komutanı olarak korumak, haksızlıkların hesabını kapatmak istiyor.
Ancak bunu yaparken AK Partinin önünde yeni zıtlaşma imkânları ve ucu gelecek seçimlere dayanan ihtimal hesaplarını da bilerek, ya da bilmeyerek başlatmış oluyor. Nasıl mı? Birkaç soruyla cevap arayalım: gelecek seçimlerde Erdoğan’ın karşısına Cumhurbaşkanı adayı olarak Fethullahçılardan sonra AK Parti’nin de hedef aldığı Başbuğ’un şansı olur mu? Mesela seçim sonuçlarına etkisi artık kanıtlanmış olan Kürt seçmen bu yüzden Başbuğ aday olursa Erdoğan karşıtlığıyla ona oy verir mi? Yoksa Kılıçdaroğlu’nun ittifaklar politikası sayesinde toplumun her kesiminden oy alma potansiyeline sahip, örneğin 2019 yerel seçimlerinin önce çıkardığı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu gibi bir isim daha mı şanslı olur? Ya da şöyle soralım: Erdoğan karşısında rakip olarak kimi tercih eder? Bu soruların yanıtları ortaya çıktıkça, kumpas içinde kumpas kurulan bu iktidar oyununu anlamamız da daha kolay olacaktır.
Yetkin Report