Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Başbakanla telefonda konuşurken devleti yıkmaya teşebbüs….

Yıldıray Oğur'un SERBESTİYET'deki yazısı;

Başbakanla telefonda konuşurken devleti yıkmaya teşebbüs….

 

Kobani davasında Selahattin Demirtaş’ın 20 yıl hapis cezası aldığı TCK’nın 302’inci maddesinden silahlı bir eylemde yakalanmış PKK mensupları yargılanıyor. O kadar ağır bir suç. Suçta fiil aranıyor. Demirtaş’in filli HDP’nin attığı bir çağrı tweet artık. Çünkü mahkeme Yasin Börü ve arkadaşlarının öldürülmesinin içinde olduğu şiddet olaylarından Demirtaş ve bütün sanıkları beraat ettirdi. Ortada bir fiil kalmadı. Beraatler ve tahliyelerle ilgili şüpheler de yersiz. Çünkü mahkeme o akşam HDP MYK toplantısında olanlara ceza verdi sadece.

 

“Devlet topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı bir devletin egemenliği altına koymaya veya Devletin bağımsızlığını zayıflatmaya veya birliğini bozmaya veya Devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmını Devlet idaresinden ayırmaya yönelik bir fiil işleyen kimse, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılır.”

 

Kobani davasında Selahattin Demirtaş’ın 20 yıl hapis cezası aldığı TCK’nın 302’inci maddesi böylesine ağır bir suç.

Bu suçtan, silahlı bir eylemde yakalanmış PKK mensupları yargılanıyor.

O yüzden bir kişiye bu maddeden ceza vermek için maddenin gerekçelerinde ve içtihatlarda “fiil” aranıyor.

Yani suçun oluşması bir eylem gerekli. Ve bu eylemin suçta tarif edilen sonuçları da doğurması şart.

Demirtaş ve bu maddeden ceza alan diğer sanıklar için bu fiil, bundan 10 yıl önce, 6 Ekim 2014 günü HDP’nin resmi hesabından atılan bir tweetti.

O tweetin biraz öncesini hatırlayalım.

Herşeyi 15 Eylül’de IŞİD’in Türkiye sınırında, Suruç’un tam karşısında bulunan YPG’nin kontrolündeki Kobani’ye saldırısı başlatmıştı.

Türkiye, saldırılar artınca sınırını kapatmış, Kobani’deki siviller Türkiye sınırına yığılmıştı. Karşı tarafta Suruç’ta da HDP’liler toplanmış, Türkiye’nin sınırı açması için gösteriler yapılmış, göstericilere polis müdahale etmişti. Gergin bir bekleyiş sürüyordu.

 

Dört gün sonra Türkiye 19 Eylül’de sınırlarını açtı. Ama bu dört günlük gecikme Kobani konusunda hükümete karşı öfkeyi artırmış, “sınırda YPG yerine IŞİD’i istiyorlar” algısına neden olmuştu.

O dört gün Kürt milliyetçiliğinin kırılma anlarından biri, Kürtlerin iktidardan kopuşunun başlangıcı oldu.

Çözüm süreci sürüyordu ve Kobani meselesi çözüm sürecini bitirebilecek bir krize dönmüştü.

Hükümet yetkilileri ve HDP’liler arasında sürekli görüşmeler yaşanıyordu. HDP’liler sık sık Kobani’ye geçip oradakilerin taleplerini Türkiye’ye iletiyorlardı.

1 Ekim’de Başbakan Ahmet Davutoğlu, HDP Eş Genel başkanı Selahattin Demirtaş’la görüşmüştü.

HDP’lilerin talebi Türkiye’nin Kobani’de IŞİD’e müdahale etmesi ya da Suriye’deki diğer kantonlardan YPG’nin Kobani’ye geçebilmesi için koridor açmasıydı.

Bu talepler için 4 Ekim’de PYD başkanı Salih Müslim Ankara’ya geldi.

Ama bu görüşmeden de bir sonuç çıkmadı, Türkiye, YPG’ye bu koridoru açmadı.

 

IŞİD de Kobani’ye yüklenmeye devam etti.

Bu sırada 26 Eylül’den itibaren hükümetin Kobani politikasını protesto için sokaklarda gösteriler başlamıştı.

26 Eylül’de Viranşehir’de, 1 Ekim’de Cizre’deki gösterilerde YDGH’li gruplar polisle karşı karşıya geldi, taşlı saldırılara, gaz ve tazyikli suyla karşılık verilmişti.

Peki 6 Ekim’de sokağa çıkma çağrısını ilk kim yapmıştı?

Bütün soruşturma dosyalarında üzerinden atlansa da ilk çağrı 6 Ekim günü İmralı’da Öcalan’la görüşen kardeşi Mehmet Öcalan’dan gelmişti.

6 Ekim akşam üstü PKK’nın haber ajansı ANF sitesinde Mehmet Öcalan’ın ağzından Öcalan’ın şu sözleri haber oldu:

“IŞİD’in olduğu yerde ve Kürtlerin yaşadığı bölgede nerede bir IŞİD varsa sonuna kadar direnilecek. Sonuna kadar direneceğiz. IŞİD’e hiçbir taviz verilmeyecek.”

 

Aynı gün önce HDP Parti Meclisi toplandı.

Sonra ajansta Öcalan’ın açıklaması yer aldı ve akşam saatlerinde daha az ismin katılımıyla bir HDP MYK toplantısı yapıldı.

Akşam 20.30’da HDP’nin Twitter hesabından ilk çağrı paylaşıldı.

“Şu anda toplantı halinde olan HDP MYK’dan halklarımıza acil çağrı! Kobane’de durum son derece kritiktir. IŞİD saldırılarını ve AKP iktidarının Kobane’ye ambargo tutumunu protesto etmek üzere haklarımızı sokağa çıkmaya ve sokağa çıkmış olanlara destek vermeye çağırıyoruz.”

Yani çağrıdan önce zaten sokaklarda gösteriler başlamıştı.

HDP daha sonra ikinci ve uzun bir çağrı daha yaptı.

“Halklarımıza ACİL EYLEM ÇAĞRISI!
Kobanê’de yaşanan katliam girişimine karşı 7’den 70’e bütün halklarımızı sokağa, alan tutmaya ve harekete geçmeye çağırıyoruz. Bütün uluslararası kurumlar, demokratik kitle örgütleri, emek ve meslek örgütleri, kadın ve gençlik örgütleri, demokratik güçler Kobanê’de yaşanan vahşete karşı harekete geçmelidir. Bundan böyle her yer Kobanê’dir! Kobanê’deki kuşatma ve vahşi saldırganlık son bulana kadar SÜRESİZ DİRENİŞE çağırıyoruz!”

 

Gergin bir ortamda bir partinin kitlesini akşam saatinde acil kodlu bir açıklamayla “alan tutmaya” çağırmasının, hukuken açık bir şiddet çağrısı olmasa da siyaseten, ahlaken büyük bir sorumsuzluk olduğu açıktı.

Ardından gelen iki günde 7 ve 8 Ekim günlerinde yaşanan şiddet olaylarında resmi olarak 38 kişi hayatını kaybetti.

Bunların bir kısmı göstericilerin saldırdığı insanlar, bir kısmı da sokaklara gösteri için çıkanlardı.

Aslında HDP’nin çağrısının yapıldığı geceden 7 Ekim günü öğleden sonraya kadar herhangi bir ölüm olayı yaşanmamıştı.

Esas şiddet olayları KCK’nın yani Kandil’in 7 Ekim sabahı saat 08.50’de yine ANF’de yayınlanan açık şiddet çağrısının ardından başlamıştı:

“Kuzey halkımız İŞİD çetelerine, uzantılarına ve destekçilerine hiçbir yerde yaşam şansı tanımamalıdır. Tüm sokaklar Kobani sokaklarına dönüştürmeli, tarihin bu eşsiz direnişine denk bir direniş gücü ve örgütlülüğü geliştirilmelidir. Bu saatten itibaren milyonlar sokaklara akmalı, sınır insan seline dönüşmelidir. Her Kürt ve onurlu her insan, dostlar, duyarlı kesimler bu andan itibaren eyleme geçmelidir. An direniş eylemini geliştirme ve büyütme anıdır.”

Ama olayların sorumluluğu ilk çağrıyı yapan HDP’de kaldı.

Şimdi “Devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya yönelik bir fiil” olarak ağır cezalara neden olan çağrı ancak beş yıl sonra bir davaya dönüşmüştü.

Olaylarla ilgili Demirtaş ve HDP suçlanmıştı ama çözüm süreci devam ediyordu ve Demirtaş aynı zamanda devletin muhatabıydı.

Zaten olayları bitiren de 9 Ekim’de İmralı’da Öcalan’ın yazdığı ve devlet eliyle Demirtaş’a ulaştırılan bir mesaj olmuştu.

Demirtaş 9 Ekim günü Diyarbakır’da düzenlediği basın toplantısında “Dün gece itibarıyla Öcalan ile kısa bir mesaj bağlantısı kurma imkanı doğdu. Kendisinin de katliam ve büyük provokasyon tehlikesine karşı diyalog ve müzakereyi hızlandırma yöntemini bütün taraflara telkin, tavsiye, önerdiğini belirtmek istiyoruz” demişti.

Daha sonra mahkemedeki savunmasında Demirtaş bu mesajın kendisine nasıl ulaştırıldığını da şöyle anlatmıştı:

“Hedefin çözüm süreci olduğunu düşündüğümüz için hükümet ‘İmralı’da Abdullah Öcalan’dan bir mektup getirirsek Selahattin Bey okur ve bunu kamuoyuna açıklar mı?’ diye milletvekilimiz Sırrı Süreyya Önder üzerinden bana haber gönderdi. Ben de bu şiddet, terör ve provakasyonların durması için her şeyi yapabileceğimi, buna da hazır olduğumu belirttim. 9 Ekim’de şiddet olaylarını kınadığımızı, durması gerektiğini, Öcalan’ın da mektubunda bunu belirttiğini paylaştım. Ayın 9’unda, bir gün sonra Adalet Bakanlığı İmralı cezaevine resmi bir devlet heyeti göndererek Öcalan’dan da bu provokasyonların durması konusunda çağrı yapmasını istedi. Öcalan da kendi el yazısıyla kısa bir not yazarak devlet yetkililerine teslim etti. Adalet Bakanlığı bu mektubun fotoğrafını WhatsApp üzerinden Sırrı Süreyya Önder’e, Sırı Bey de bana gönderdi. Ben o esnada Diyarbakır’da basın mensuplarını toplamış, çağrıyı tekrarlamaya, şiddetin durmasını istediğimizi belirtmeye ve Öcalan’ın da çağrısını eklemeye hazırlanıyordum. Nitekim o saatte mektup yetişti ve 9 Ekim’de şiddet olaylarını kınadığımızı, durması gerektiğini, Öcalan’ın da mektubunda bunu belirttiğini ifade ederek o mektubu da kamuoyuyla paylaştım. Dönemin Hükümeti Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Davutoğlu işbirliği ile uyum içerisinde bu şiddet olaylarının durmasını sağladık. Hükümet yetkilileri bana ve arkadaşlarıma samimi çabalarımızdan dolayı teşekkür ettiler.”

Bu olaylarla ilgili uzun bir süre ne Cumhurbaşkanı ne de hükümet yetkililerinden HDP’yi ve Demirtaş’ı doğrudan suçlayan bir açıklama duyulmadı.

Hatta 29 Ekim’de de muhalefetin tepkilerine rağmen Peşmerge güçlerinin Türkiye üzerinden Kobani’ye geçmesine izin verildi.

6-8 Ekim olaylarının ardından çözüm sürecini yeniden ayağa kaldırmak için HDP- hükümet-İmralı arasında yoğun görüşmeler yaşandı.

6-8 Ekim olaylarından üç ay sonra hükümet çevrelerinde ve iktidara yakın medyada Demirtaş, “şapşik” yazdığı tweetleriyle haber oluyordu.

Yine bu davada yıllar sonra müebbetle yargılanan Sırrı Süreyya Önder, 6-7 Ekimden sadece 5 ay sonra 28 Şubat 2015 günü Dolmabahçe Sarayı’nda Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala, AK Parti Grup Başkanvekili Mahir Ünal ve o dönem çözüm sürecini yürüten Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı Muhammed Dervişoğlu’nun yanında Öcalan’ın PKK’ya silah bırakma çağrısını okumuştu.

Bu soruşturmada ilk hukuki adım olaydan bir yıl sonra Ekim 2015’de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından atıldı.

HDP MYK üyeleri davetle ifadeye çağrılmış, ifadeleri alınmış ve sonra herkes serbest kalmıştı.

Hiç de “devleti yıkmaya teşebbüs”ün soruşturmasına benzemiyordu.

6-8 Ekim olaylarında HDP’nin rolü defteri, 2016 darbe girişiminin ardından Kasım 2016’da HDP eş başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ hakkında tutuklama kararı verilirken tekrar açıldı.

Her iki isim de “terör örgütü üyeliği” ve 6-8 Ekim olayları nedeniyle “suç işlemeye alenen tahrik” ten tutuklandı.

Dava ise ancak beş yıl sonra 2020’de açıldı.

Ve dört yıl sonra da mahkeme Demirtaş ve HDP MYK üyesi olup, o akşam o toplantıya katılmış olan herkese TCK 302’den ceza verdi.

Kararları eleştirilse de mahkeme tutarlı bir kritere göre cezalarını verdi.

O akşam MYK üyesi olmayan ya da olsa bile o toplantıya katılmamış herkes ya beraat etti ya da tahliyelerine neden olacak cezalar aldı. Sabahat Tuncel, Gültan Kışanak gibi isimlerin tahliye olmasına neden olacak bir karar vermek bugün bir yerel mahkeme için cesur bile bulunabilir.

Beraat ettirildikleri için haklarına şayialar yayılan isimlerden Ayhan Bilgen ve Altan Tan, HDP MYK üyesiydi ama o akşamki toplantıda yoklardı. Bu yüzden yargılandıkları TCK 302’den beraat aldılar.

Yine mahkemede devleti yıkmaya teşebbüsten yargılanırken TBMM’yi yöneten Sırrı Süreyya Önder hem MYK üyesi değildi hem de o toplantıda yoktu. Bu yüzden berat etti.

Yine beraat alan isimlerden Beyza Üstün, Berfin Köse, Bircan Yorulmaz, Can Memiş, Gülfer Akkaya, Gülser Yıldırım HDP MYK üyesiydiler ama o akşamki toplantıda yoktular.

Yine beraat alan Aysel Tuğluk, İbrahim Binici, Sibel Akdeniz MYK üyesi de değillerdi.

Başka suçlardan ceza alan ama yattıklarına sayılarak tahliye olan Gültan Kışanak, Sabahat Tuncel, Ayla Akat Ata, Ayşe Yağcı ve Meryem Adıbelli de hem MYK’da hem de toplantıda değillerdi.

302’den ceza alanların ortak özelliği ise HDP MYK’da ve o akşamki toplantıda olmalarıydı: Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Ali Ürküt, Günay Kubilay, Nazmi Gür, İsmail Şengül, Bülent Parmaksız, Alp Altınörs, Zeynep Karaman, Zeynep Ölbeci, Aynur Aşan, Dilek Yağlı ve Pervin Oduncu.

42 yılla en ağır cezayı alan Selahattin Demirtaş’ın aslında haklı bir mazereti vardı ama herhalde genel başkan olarak bunu kendisine yakıştırmadığı için mahkemede bu mazeretini fazla kullanmak istemedi.

Savunmasından okuyalım:

“6 Ekim akşamı olağanüstü MYK toplantımız vardı. Tek gündem Kobani değildi, başka gündemlerimiz de vardı. Fakat biz o toplantıyı sürdürürken Suruç sınırındaki arkadaşlarımız aradı.

Soru: Saat kaçta, kimler vardı?

Kimler vardı isim isim hatırlamıyorum, ama MYK’nın karar alma çoğunluğu vardı. Zaten resmi alınması gereken kararları deftere yazarız. Toplantı halindeyken Suruç’ta bulunan arkadaşlarımız bir MYK üyemizi aramış, demiş ki, Mürşitpınar Sınır Kapısı düşmek üzere, şimdi ne yapacağız?

Başbakan konvoyun Türkiye topraklarından geçmesini kabul etti, ama Mürşitpınar Sınır Kapısı düşerse o konvoyun artık geçme ihtimali de kalmayacak. Orada birkaç bin sivil kalmıştı, büyük bir çoğunluğu Türkiye tarafına alınmıştı. Onlar da bir kaç saat sonra katledilmiş olacaktı.

Ne yapacağımızı tartışırken dedim ki, ben Başbakan ile bir görüşeyim, durumun kritikliğini, vahametini anlatayım… en toplantıdan çıktım. Toplantıya ara verdik, çıktım. Tam 11 veya 12 dakika, telefondan bakmıştım, Başbakan Ahmet Davutoğlu ile konuştum…. Telefon görüşmesi bitti ve morali bozuk bir şekilde toplantıya geri döndüm, arkadaşlara anlattım. “Budur” dedim.

Arkadaşlar da dedi ki, “Biz de bu arada yazılı kısa bir açıklama yapmışız.” Davaya konu açıklama budur. Bir anayasal haktır, demokratik protesto hakkı. Bunun kullanılması konusunda, daha doğrusu hükümete siyasi olarak tavır koyduğumuz konusunda.

Çünkü çözüm sürecindeyiz, görüşme yürütüyoruz. Öyle kolay kolay, Hükümet ile çatışacak bir pozisyona girmemeye dikkat ediyoruz. Hükümet de bizimle ilişkilerde buna dikkat ediyor. Çözüm sürecini yürüten iki partiyiz.

Ama o gün, siyasi bir tavır açıklamamız gerekir düşüncesiyle o açıklama yapıldı. Öyle gösteriler olacak, insanlar sokağa çıkacak, provokasyonlu gösteriler olacak, beklenti de bu değildi.

Hakim: Yani siz o açıklamanın yapılmasından haberdar değilsiniz özetle. Böyle mi anlıyorum?

Demirtaş: Benim de içinde bulunduğum toplantıda alınmış bir karardır. Öyle haberdar değilim falan değil. Ben sadece açıklama basına geçilirken, yazıldığında Başbakan ile görüşme halindeydim diyorum. Sonuna kadar ben o açıklamanın meşruiyetinin, haklılığının arkasındayım.

Hakim: Basın açıklamasının yapılma kararı alınmıştı siz çıktığınızda?

Demirtaş: Tabii ki, tabii ki. Alınmıştı, hiçbir tereddüt yok o konuda.”

Yani Demirtaş, şimdi 24 yıl ceza aldığı o çağrı yazılırken ve yapılırken Başbakan’la telefon görüşmesi yapıyordu.

Peki o çağrıyı yapmak TCK 302’nin kapsamına giriyor mu?

O çağrı yüzünden iki gün boyunca yaşanan şiddet olaylarından siyaseten ve ahlaken olsa da hukuken HDP sorumlu tutulabilir mi?

İddianameye göre tutulmalıydı.

Ama mahkeme verdiği kararla bu tartışmaları bitirdi.

Mahkeme, 6-8 ekim olaylarında 2700 civarındaki müşteki ve mağdura karşı işlendiği iddia edilen 38’i öldürme olmak üzere 5300 suçlama ile ilgili Demirtaş dahil bütün sanıklarla ilgili beraat kararı verdi.

Yani TCK 302’de aranan fiillerden Demirtaş ve sanıklar aklandılar. O fillerin işlenmesinden sorumlu tutulmadılar.

Böylece fiiller ortadan kalktı.

Mahkeme kararı Demirtaş’a verilen ceza açısından ağır görünse de verdiği bu berat kararı bundan sonra istinaf ve Yargıtay aşamalarında Demirtaş ve ceza alan diğer sanıkların 302’den aldıkları cezanın düzeltilmesinin kapısını açabilir.

Tabii eğer siyaset de isterse.

Kararla ilgili şu ana kadar Cumhurbaşkanı’nın konuşmaması, Adalet Bakanı’nın istinaf ve Yargıtay’ı da işaret eden düşük profilli yorumu hukukun kendi içinde yol almasının önünü açabilir.

Demirtaş’ın avukatları da kararı ağır bulsalar da şiddet içeren suçlardan verilen beraat kararı nedeniyle bundan sonraki aşamalar için umutlular.

Aksi halde elinde silahla karakol basarken yakalanan bir PKK militanına verilebilecek cezayı bir sivil siyasetçiye vermek, Demirtaş’ın kararla ilgili şu yorumunu haklı çıkartır:

“Türkiye Cumhuriyeti devleti, Kürtlerin demokratik siyasette mücadele etmelerini ve bu yolla güçlenmelerini, dağa çıkıp silah almalarından daha tehlikeli görüyor…”



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER