Ukrayna ile Rusya arasındaki savaşın, yakın zamanlara kadar şahitlik ettiğimiz savaşlardan farklı bir mâhiyete sâhip olduğu daha ilk bakışta anlaşılabilir görünüyor. Bilindiği gibi II. Genel Savaş sonunda ortaya çıkan dünyâ kurgusu, savaş olgusunun merkezden kenara itilmesi olarak anlaşılabilir. ABD ile Sovyetler Birliği Blokları, neticesi topyekûn yok oluş olan bir merkezî savaş ihtimâlini kendi aralarında dondurmuşlardı. Sanki aralarında, kapitalist ekonominin en kârlı sektörünü oluşturan savaş sektörünün ürünlerini yarı merkez ve kenar dünyâlarda eritmek husûsunda örtük bir anlaşma mevcuttu. Kore’de, Vietnam’da, Laos ve Kamboçya’da, Ortadoğu’da, Afrika’da ve Lâtin Amerika’da savaşlar tekmil devâm ediyordu. Ukrayna-Rusya savaşı, bu gidişâtın tersine döndüğünü; tekrâren, savaşın merkeze yerleştiğine delâlet ediyor. (Daha evvelki yazılarda bunun sebepleri üzerinde kâfi miktarda durduğum için tekrara gitmeyeceğim). Bundan sonra mahallî savaşların, muhtemel olmaktan çıkıp somutlaşmış bir merkezî hesaplaşmanın garnitürleri olacağını tahmin edebiliriz. Kritik olan husus da zâten budur.
O hâlde soralım: Bu savaş Ukrayna ile Rusya arasında sınırlı kalabilecek mi? Temenniler bir tarafa, bunun pek de mümkün olmadığını düşünenlerdenim. Savaşın merkezi tuttuğu bir dünyâ, bunun derinleşeceğine ve yaygınlaşacağına dâir alârm veriyor. Almanya, Japonya ve Fransa’dan gelen, askerî yatırım ve harcamaları arttırma istikâmetindeki açıklamalara bakacak olursak, tırmanışı daha net olarak görebiliriz.
Burada tuhaf, anlaşılmaz ve insanı koyu bir kötümserliğe itebilecek olan, tırmanan bu sürece karşı verilmesi beklenen tepkilerin cılızlığıdır. Militarizm, esas olarak geleneksel sağcılığın özendirdiği bir ideolojidir. Bu noktadan bakıldığında, meselâ Birleşik Krallık’da Torylerin veyâ ABD’de Neoconların sahneye çıkmasını yadırgamamak gerekir. Tuhaf olan Avrupa solunun da bu hususlarda kendilerinden beklenen tepkilerin çok uzağında olmalarıdır. Meselâ İngiliz İşçi Partisi’nin, bilhassa Corbyn’nin saf dışı bırakılmasından sonra, Küresel Britanya Doktrini husûsunda Tory çevreleriyle tam bir suç ortaklığına girmiş olmalarıdır.
Almanya’ya geldiğimizde tablo iyiden iyiye ters tepiyor. Bugün, Hristiyan Demokratları yenerek iktidâra gelen Alman solunun ağırlıkta olduğu hükûmet, silâhlanmanın ve savaş kışkırtıcılığının bayraktarlığını yapıyor. Başrolde ise Alman Yeşilleri geliyor. Sosyal Demokratlar arasında, liderliğini Kevin Küchnert gibilerin yaptığı, neoliberal siyâsetlerden vazgeçmesini savunan gruplar yok değil. Diğer taraftan Sosyal Demokrat Parti’nin genç lideri Lars Klingbeil’in yaptığı son açıklamalar, Almanya solunun nasıl da otoriter ve yer yer milliyetçi bir savrulmayı yaşamakta olduğunu gösteriyor. Bu açıklamalar, Almanya’nın AB’yi hizaya getirmesinden bahsediyor ve üzerine serpilmiş ölü toprağını atması gerektiğine işâret ediyor.
Fransa’da sanki bir ümit var gibi görünüyor. Mélenchon Fransız solunu bir şekilde bir araya getirmeyi başardı. Ama, temsil ettiği radikal fikirler, bu çok parçalı yapı içinde çok tartışılıyor. NUPES, tıpkı İspanya’daki PODEMOS gibi kırılgan bir yapı. Bu birliklerin iç tutarlılığı hayli zayıf. Kaldı ki, varlıklarını daha çok iç toplumsal-ekonomik meselelerden devşirdikleri ortada. Angloamerikan militarizmini derinliğine eleştiren bir çizgileri henüz ortaya çıkmış değil.
Savaş tehlikesine karşı entelektüel dünyâdan da dikkâte alınacak kıvamda bir tepkinin yükselmekte olduğuna dâir bir emareyle karşılaşmış değiliz. Daha beteri de var. Zizek yine döktürdü. NATO’ya ve Rusya’ya karşı silâhlanmaya medhiyeler düzdü. Neoliberal dünyâda entelektüellerin içine düştüğü sefâleti taçlandıran açıklamalardı bunlar.
Savaşın yaygınlaşması ve çok büyük bir hesaplaşmaya doğru evrildiği bir aşamada insanlık, insanlığın müşterek geleceği, faydası gibi ortak değerleri kim sâhipleniyor? The New Green Deal, Sürdürülebilir Kalkınma, Karbon Salınımsız Dünyâ, Yeşil Enerji, Akıllı Şehirler, Küresel Sosyalizm, Cinsiyetsizlik gibi, ne idüğü belirsiz, nasıl, hangi kaynaklar üzerinden yapılacağı ve nelere yol açacağı belli olmayan programlar havalarda uçuşuyor. Bu fikirleri savunan çevrelerde kararlı, tutarlı bir antimilitarizm vurgusuna rastladınız mı hiç? Diyelim ki bunlar hayırhah yeni bir medeniyeti kuracak olan teklifler. İyi de buradan oraya geçişi ifâde eden ara süreçlerin karakteri nedir? Bu soru kendisine muhatap bulamıyor. O zaman yeni bir soru yükseliyor: Savaş ve ağır bir yıkım mı bu geçişin bedeli?