Barış Pınarı’nın düşündürdükleri

Mustafa Çağrıcı'nın Makalesi;

Barış Pınarı’nın düşündürdükleri

 

Ara sıra belirttiğim gibi alanım olmayan konularda yazmak bana ters geliyor. “Barış Pınarı” adını verdiğimiz askerî harekât da öyle. Devletimiz, meselenin bu noktaya gelmeden çözülmesi için üstüne düşeni, hatta çok daha fazlasını yaptı. Keşke bu çabalar sonuç verseydi! Aslında –trafikten örnek verirsek- ahlâkî bakımdan savaş bir kazadır; asıl olan barıştır ya da öyle olmalıdır. Ama kaza olmaması için sizin kurallara uymanız yetmiyor; yoldaki herkesin uyması gerekiyor. Galiba uluslararası ilişkiler de öyle. Bu noktadan sonra bize düşen, bu haklı ve âdil harekât’ı ordumuzun en az zayiat ve en yüksek başarıyla tamamlaması için dua etmektir.

***

Asıl söyleyeceklerime gelebilmek için bazı hatırlatmalar yapmam gerekiyor. Beşşar’ın babası Hafiz Esed, akıl almaz bir Türkiye düşmanlığıyla PKK’yı başından itibaren yıllarca destekledi. Bekaa Vadisini onlara tahsis etti ve yönetici kadro ile birçok örgüt elemanını oraya topladı; 20 yıl boyunca onları eğittirdi ve iyi yetişmiş teröristler olarak ülkemizin, halkımızın üstüne saldı. Onların bu güçlü desteği olmasaydı belki de örgüt bu kadar gelişemez; ülkemiz, bölgemiz ve bölgedeki bütün etnik gruplar için bu kadar büyük bir bela haline gelmezdi.

Nihayet -dışarıdan gördüğümüz kadarıyla- 1998 yılı sonlarına doğru devletimizin sabrı taştı. Zamanın Cumhurbaşkanı merhum Demirel’in, “Suriye, Türkiye’ye karşı açık bir husumet politikası izlemektedir. PKK terör örgütüne aktif destek sağlamayı sürdürmektedir. Tüm uyarılarımıza rağmen hasmâne tutumundan vazgeçmeyen Suriye’ye karşı mukabelede bulunma hakkımızı saklı tuttuğumuzu, sabrımızın taşmak üzere olduğunu bir kez daha tüm dünyaya ilân ediyorum” şeklindeki sözleri devletin kararlılığının açık ifadesiydi. Bu kararlılık karşısında -araya bazı devletlerin de girmesiyle- Suriye yönetimi bu yapının liderini ülkesinden atmak zorunda kaldı.

Ama Allah’ın işine bakın ki, Suriye yöneticilerinin Türkiye’ye karşı besleyip büyüttükleri PKK, geldiğimiz noktada Suriye topraklarının bölünmesi için savaş veren en güçlü ayrılıkçı yapı, vekâlet savaşlarının en azgın piyonu haline geldi. Daha da ilginci şu ki, vaktiyle Suriye Türkiye’yi böldürmek için bunları desteklerken, bugün ülkemiz Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumayı da amaçlayarak bu kırk yıllık baş belasına karşı savaş veren tek ülke; Suriye halkının himayesi için en çok fedakârlık yapan ülke... Bundan daha şaşırtıcı ve acı verici olanı ise, Katar, Libya ve Somali dışındaki Arap yönetimlerinin (Filistin yönetimi dâhil) Türkiye’yi “işgalci” ilan etmeleri, bu suretle -İsrail için üretilmiş proje olduğu apaçık olan- “parçalanmış Suriye” projesine dolaylı destek vermeleridir.

Hepsinden şu ortaya çıkıyor: Suriye’deki yönetici yapı gibi diğer bazı Arap yöneticilerin de öncelikli meselesi Arap halkının bağımsızlığı, haysiyeti, hakları, vatanları değil, kendilerinin –çökmesi mukadder olan- despotik yönetimleri, makamları ve çıkarlarıdır.

***

Müslüman ülkelerin yöneticileri ve diğer güç odakları daha ne zamana kadar içeride ve dışarıda birbirinin kuyusunu kazmak gibi aptalca işlerle uğraşacaklar? El-cevap: Kur’ân-ı Kerîm’in ve sayısız hadislerin açık hükümlerine uyarak, birbirini yürekten kardeş bilip dertleriyle ilgilenecekleri zamana kadar... Küresel egemen güçlerle bir olup Müslüman kardeşlerine zarar vermek yerine, -şimdilerde AB ülkelerinin, 1400 sene önce Medineli Ensar’ın yaptığı gibi- imkânlarını birbiriyle paylaşma erdemini sergileyecekleri zamana kadar...

Velhasıl Arap âleminin güç ve iktidar sahipleri ne zaman çağdaş yönetim bilincine ulaşır da, Kur’an’ın ifadesiyle, heva-heveslerini tanrı edinip onların peşinden koşmayı bırakır; akılları, inançları ve vicdanlarıyla davranmayı hayat yasası haline getirirlerse, işte o zaman hem kardeşlerinin kuyusunu kazmaktan vazgeçer, hem de ülkelerini ve toplumlarını zillet, şiddet, güvensizlik ve geri kalmışlıktan kurtarıp çağdaş uygarlık düzeyine taşırlar.