Bu yazının ana izleği, etki ile tepki arasında sosyal meseleleri düşünmek...
Geçtiğimiz perşembe, hikâyelerini zevkle okuduğum genç arkadaşım, “‘Bahar’ın biyografisini’ okudum, paylaştım ama insanlar çok etkilenmedi, ben daha çok etkilenmelerini beklerdim” dedi.
Esasında genç arkadaşımın etkilenmediler dediği şeyin
tepki vermediler anlamına geldiği, sohbetin ilerleyen aşamalarında ortaya çıktı.
Rakamlar üzerinden ortaya çıkan etki-tepki meselesi, yöneticileri, düşünce sanat insanlarını uzun vadeli işler yapmaktan alıkoyarak “ses getiren” işlere yöneltiyor. Bir örnek vermek gerekirse mesela siz, okuduğunuz köşe yazılarının kaç kişi tarafından paylaşıldığını görüyor ve o yazının çok ses getirdiğini düşünerek “o ses”e yani çoğunluğa dâhil olmak istiyorsunuz. Esasında pek de okumaya niyetiniz olmadığı halde “du bakalım ne demiş” diye bir de siz tıklıyorsunuz yazıyı. Çoğu zaman yarıda bıraktığınız “o yazı”ya bir ses de siz vermiş oluyorsunuz.
Sizi derinden etkileyen “dertli yazıları” ise belki en yakınınızdaki arkadaşınızla paylaşıyor, belki onu bile yapmadan “üzülmekten korkarak” “dertli yazılar yazan” yazarı “zaten kimse paylaşmıyor” diyerek terk ediyorsunuz.
“Ses getiren” yazılar genellikle tepki yazılarıdır. Dört duvar arasında, fakat sağır bir kalabalığın içinde -sanal âlem sağır bir kalabalıktır- hayatını sürdüren birey, gündem ile ilgili köşe yazısı ile karşılaşınca, tepkisini, gündeme dâhil olma enerjisini “paylaşım” olarak ortaya koymak ister. Tepkiler anlıktır. Aynı gün içinde muhalefet liderinin “karanlıkta kalmış odası”na dair yazılan yazı ile “olmakta olanı tasvir eden” ya da “yen içinde muhafaza edilecek derdi” ortaya çıkaran yazının, sosyal medya trafiğinde birbirlerine çok uzak olmasının sebebi budur.
“Sen beni destekle, ben de seni destekleyeyim” anlaşmasına dayalı performans çetelerini de bu tabloya ilave edebiliriz.
Tepkilerde holigan bir tutum vardır. Kitle “bu vesile ile” deşarj olmak ister. Oysa tasvir yazıları pek çok sebepten dolayı etkisi gizli kalan bir okumaya muhataptır.
Etki içerde, tepki ise dışarıda gerçekleşir. İçinde bulunduğumuz çağ her şeyin rakamlar ve görüntüler üzerinden ölçüldüğü bir performans çağı olduğundan, uzun vadede etkileyen değil tepkiyi ortaya koyan, “ses getirici iş”lere “değer” veri(li)yor. “Ses getirici iş”lerin her türlü ahlâkî yükümlülükten, âdâbımuaşeretten, toplumsal denetimden arındırılmış olarak onaylanması, “değerlerimiz değerlidir parodisi”ni her daim sahnede tutuyor.
Yukarıda okumuş olduğunuz satırların anlaşılması için birkaç ay önce bir İmam Hatip Lisesi’nde olanları anlatarak başlayalım -ki daha sonra buna benzer olayların bir kaç İmam Hatip Lisesi’nde de olduğunu öğrendim. (Niye İmam Hatip Liselerinden bahsediyorum, yakın çevremdeki ebeveynlerin çocukları ya özel okula gidiyor ya da İmam Hatip Lisesine. Keza konuşmacı olarak gittiğim okullar da İmam-Hatip Lisesi oluyor genellikle. Nadiren Sağlık Meslek Liselerinde misafir edilmişliğim var. Fen Liselerinde ne olup bittiğine dair ise hiçbir kişisel gözleme sahip değilim.)
“Değerlerimiz değerlidir” çalışması için biraz sonra dikkatinize sunacağım örnek, esasında pek çok kurumda her vesile ile tanık olunan bir çürümüşlük.
Biliyorsunuz son otuz yıldır değişik vesilelerle kermesler/hayır pazarları düzenleniyor ama bunlar bazen yapılacak hayrı imha edecek şekilde oluyor. Meselâ beş yıldızlı otelde lüks kahvaltı yapıp gelirini fakirlere bağışlamak gibi.
Dikkatinizi çekmek istediğim “olay” şu:
Okulda hayır pazarı kuruluyor. Öğrenciler kendi pişirdikleri ürünleri satışa sunacak. Okul müdürü “hayırda yarışın” ilkesini “performans” olarak anlıyor olmalı ki, en çok satış yapan sınıfa ödül vadediyor.
Yarış A ve D şubeleri arasında son hızla devam ediyor. A şubesi yaptıkları kurabiyelerin içeriği hakkında bilgilendiriyor, püf noktasını, bir yemeğe sevginin nasıl katılacağını, niyeti ve gayreti anlatıyor. Helâl lokmaya, yiyeceği israf etmemeye, fakirleri doyurmaya dair hadis-i şerif ve güzel sözleri yazdıkları kâğıtları niyet kutusuna koyarak kurabiye alan herkese bu kutudan bir kâğıt çekmelerini söylüyorlar. Kurabiyeler kadar kutunun içinden çekilen sözler de ilgi çekiyor. Etraflarındaki kalabalık artıyor. Kurabiyeler kapış kapış. Hayır kermesi hakikaten hayırlı bir noktaya doğru ilerlerken... Hayırdan maksadın ne olduğu ruhu ile birlikte idrak edilecek iken...
Okulun genç, dinç, “fotojenik hoca”sı, D şubesinin sınıf hocası, bu yazı için adı Sitare olsun, öğretmeye değil performans göstermeye odaklı “fenomen hoca”, kendi sınıfına ait standın başına geliyor, “Bütün kurabiyeleri ben satın aldım işte bu da parası” diyerek sınıfı ile birlikte “zafer çizgisi”ne koşuyor.
A şubesindeki çocukların hayal kırıklığını yarışı kaybetmenin acısı gibi anlamak, onların karşılaştığı şoku çok hafife almak olur. Öğrenciler kendilerine “örnek olması gereken öğretmen”in şahsında, hileyi, sahtekârlığı, emeği küçümsemeyi, ne olursa olsun ille de kazanma hırsını görüyorlar. Durumu gözyaşları içinde kendi sınıf hocalarına anlatıyorlar. Ki onların sınıf hocası, bu yazı için adı Hatice olsun, kermes öncesi ne yapmaları gerektiğini ince ince anlattıktan sonra “Bu sizin gayretiniz, ben yarın sizin standınıza hiç uğramayacağım” diyerek onları sorumlulukları ile baş başa bırakıyor.
Hatice Hanım, okulun en eski hocalarından. Öğrencilerin neredeyse tamamının maddi ve manevi sıkıntılarını biliyor, her birinin ailesi ile irtibatta olup tek başına bir ordu gibi çalışıyor. Okula atanalı henüz birkaç ay olmuş Müdür Bey’e giderek, Sitare Hoca’nın yaptığını anlatıp, yapılan yanlışı düzeltmenin bir yolunu bulmaya davet ediyor. Muhatap buluyor mu? Müdür Bey, “Sitare Hoca okulumuzun tanıtımını sosyal medya aracılığı ile çok güzel yapıyor. Milli Eğitim Müdürü o kadar okul arasından bizim okula odaklanmış durumda. Bizim okulun yaptığı işler ses getiriyorsa kimin sayesinde? Elbette Sitare Hoca sayesinde. Onun binlerce takipçisi ile namımız bütün Türkiye’de yürüyor” deyip Hatice Hoca’nın cümlelerini tamamlamasına izin bile vermiyor.
Köroğlu “Delikli demir icat oldu, mertlik bozuldu” demişti. Sosyal medya icat oldu “görev sorumluluğu ve bulunduğu yeri inşa ve ihya etme” gayreti yerle bir oldu.
Vekiller sahaya inip dert dinlemiyor, makamdan makama birkaç fotoğraf “filana gittik, filan bize geldi” paylaşımları ile tanınırlıklarını artırıp “performans” gösteriyor.
Herkes fenomen olmak istiyor. Çünkü “fenomenler” üst kademe ile aynı masaya oturuyor, lakin sosyal medya hesabı olmayan ve fakat bulunduğu yerin mesuliyetini canla başla yerine getirenler kendilerini dinleyecek muhatap bulamıyor.
“Yetkili ve pek yetkili isimler”, ne söyleyene bakıyor artık ne söylenene. “Sanalın sesi” hakikati örten peçe olarak hükmünü icra ediyor.
Meraklısı için notlar
1- “Dertli yazılar”ı paylaşmaktan korkuyor olabilirsiniz. Size gıcık olan bir amiriniz beğendiğiniz bir “paylaşım”ı bahane ederek hakkınızda itibarsızlaştırma kampanyası başlatırsa diye endişelenebilirsiniz. Ama yakın dostunuzla, ailenizle yaptığınız sohbetin, dertleşmenin çok şükür ki kaydı yok.
Başkaları çok paylaştığı, internet sitelerinde çok “yankılandığı” için değil, siz, bizzat kendiniz önemli bulduğunuz yazıları, kitapları,dost meclislerinde, aile ortamında tekrar tekrar okumaktan, üzerine konuşmaktan vazgeçmeyin.
2- Bahar’ın ve Rüveyda’nın biyografileri sadece kendilerine ait değil. Bu, toplumsal bir mesele ve hepimize düşen pek çok görev var. İlk olarak sakin sakin, tepkiye tepki vermekten vazgeçerek yola koyulabiliriz.
Bahar’ın ve Rüveyda’nın ailesini ayıplamaktan vazgeçersek onlar kendi evlatlarına daha kolay ulaşabilir.
Diğer taraftan başındaki örtüyü ateş topu gibi değil, bir gül gibi taşıyan genç kızlara, kadınlara yaptığımız haksızlık da ortadan kalkmış olur. Zira gönülsüz tesettürlülerin, “başörtüsü yorgunu” genç kızların isteksizliğinin biriktirdiği negatif enerji, dini bütün tesettürlü genç kızları, kadınları ağır bir şekilde yaralıyor.
Yaralanmadan ve yaralamadan yaşamak, imkânsızın hanesine kayıtlı kalmamalı.