"‘Bak bu Atatürk!’

Bekir Fuat, gözleri görmeyen bir öğretmen arkadaşının, çocukken kaldığı yetiştirme yurdunda, kendisine söylenen "‘Bak bu Atatürk!’ ifadesi üzerinden arkadaşının üzerinden bir değerlendirmede bulunuyor.

"Hem kör, hem de kimsesizim, neremi düzelteceksiniz” diye konuşuyor Cuma. Hayır hayır kimseyi acındırmak gibi bir niyetim yok. Böyle bir şeyi Cuma da istemez, üstelik kendisiyle ilgili acımak, acındırmak sözlerini duysa hayatta konuşmaz bir daha benimle. Niyetim, hüzünlü karantina günlerinde bir arkadaşımı anlatmak, hoş bir tebessüm bırakmak yüzünüzde.

* * *

O bir yalnız adam. Anadan, babadan yalnız... O bir öğretmen. O yurtlu.  O kimsesiz, üstüne üstlük kör. Neresini düzelteceğiz, harbiden bilmiyorum.

İsminden başlayalım: Cuma Gümrük. 1979 yılında devlet korumasına alındığı zaman Cuma günü bir cami avlusunda bulunmuş, Fatih-Karagümrük’te. Adını bulunduğu günden, soyadını Karagümrük’ten alıyor. 

Sosyal mesafeye abartılı hassasiyet gösteren dostumla geçen gece sabahladık, eski günleri, eski ve yeni arkadaşları konuştuk. Tatlıydı muhabbetimiz.

Sizin kör bir arkadaşınız oldu mu bilmiyorum. Benim oldu, size de şiddetle tavsiye ederim.

“Neler gördün şu hayatta?” dedim muhabbetin bir yerinde, gecenin bir yerinde. Şunları anlattı: “Hayatta gördüklerim birebir yaşadıklarımdan ibaret. Körler okuluna ilk başlayacağım, yedi yaşında, aldılar beni ‘hadi gidiyoruz’ dediler. Nereye? Okula. Ne okulu yav? Okul nedir? Biniyorsun arabaya, araba duruyor. Haydi in! Niye? Okula geldik. Ne yapacağız okulda? Okuma-yazma öğreneceksin. Bıraktılar gittiler. Hiç bilmediğim, tanımadığım bir yer ve yatılı okuyacağım ben orada. Okul dedikleri yer de yedi yaşına kadar bulunduğum devlet korumasındaki yuvadan başka bir yuvaya geçmekmiş. Evet, resmen öyle, bir binadan çıkıyorsun, devletin binasından, yine devlete ait bir başka binaya giriyorsun. Orada ne öğreniyorsun? ‘Bak bu Atatürk!’ dediler. Yuvadan öğrendiğin şeyleri orada da duyuyorsun. Üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanla çevrili ülkemiz işte… Farklı olarak şu oluyor, okuma yazmayı normal kâğıt kalemle değil de kabartma yazı ile öğrenmeye başlıyorsun. Körlere has bir alfabeyle.”

Cuma daha sonra lise ve üniversiteyi bitirir. Şimdi İstanbul’da öğretmenlik yapıyor. Zihinsel engelliler öğretmenliği. “Bunu nasıl başarıyor?” diye soracak olursanız, valla ben de anlayabilmiş değilim, ama başarıyla yürütüyor mesleğini. İstanbul’un da altını üstüne getiriyor. E tabii bu adamın bir de gönül dünyası var… O da uzun mevzu işte… Bitimsiz aşkları var bir de…

“Bizde macera bitmez” diyor. “Hayata iki sıfır mağlup başladım,  birincisi körsün, ikincisi yetim. Neresinden tutacaksın?” diye konuşuyor. O kendi kendiyle dalga geçse de en çok bozulduğu şey, insanların kendisine acıyarak bakmaları. Vah vah demeleri. “Ben hiçbir zaman farklı muameleye izin vermedim, bundan sonra da vermem Allah’ın izniyle” diye bir virgül koyuyor muhabbete.

1990’lı yıllarda televizyonda çalışırken sokak röportajları yapardım. İnsanlara “Bir özürlüyle evlenir misiniz?” gibi sorular da sorduğumu hatırladım şimdi. O aklıma geldi. Aldığım cevaplardan birini unutmadım: “Kör olmasın yeter” demişti, delikanlının biri…

“Tebrik eder, gözlerinden öperim,” diyor Cuma. 

Son söz yine onun: “Körlerin iki duyusu var, işitme ve dokunma. Güneşe ellerimle uzanıyorsam ben, ellerimle dünyayı keşfediyorum. Duyum eşiğine giren her ses gözün gördüğü ışık dalgaları kadar önemli oluyor benim için. Yani ben oturduğum yerden arabanın sesini duyuyorum. O arabanın yavaş mı hızlı mı gittiğini, arabayı kullanan kişinin hangi psikolojide o arabayı kullandığını tahmin edebiliyorum. Bu kadar öz işte. Bir kişinin sesindeki vurgu, sesinin rengi, hani siz görenler bir insanın yüzüne bakar ve o insanın karakteri hakkında bir portre çizersiniz ya, ben de sesle çiziyorum. Ama sizinki kadar net olmuyor benimkisi. Her şeyi sesten tanımlamaya çalışıyorum. Türkiye’nin sesi de umutlu gelmiyor. Özellikle siyasetin sesi. Bir tarafta sevgi, bir tarafta nefret… Ben sevgiye yakın durmaya çalışıyorum ama nefret de halatla çekiyor. İşte, bekle ve ümit et. Bekliyorsun ve ümit ediyorsun.”

Son söz Cuma’nın demiştim ama devletin olsun: “Bak bu Atatürk!”