Tarih: 09.10.2020 16:19

Bağdat Paktı'ndaki İran'a dost, D-8'deki İran'a düşmanız!

Facebook Twitter Linked-in

Merhum Erbakan Hoca, D-8'in kuruluş çalışmalarını yaparken İran'a gitmiş Rafsancani'yle görüşmeye. Oturmuşlar, Hoca anlatmaya başlamış uzun uzun, D-8'in nasıl dünyayı dönüştürecek bir proje olduğunu. İran Cumhurbaşkanı, lafını yarıda kesmiş, Hocam demiş, kendini yorma; sen bize nereye imza atacağımızı söyle.

Şunu bir yere kazımamız gerekiyor: 28 Şubat'ın tek bir gerekçesi vardı, ABD'nin öncülüğünde kurulan dünyaya karşı Hoca'nın "yeni bir dünya" kurmak istemesi. BM'ye karşı, NATO'ya karşı, IMF'ye karşı, uluslararası müptezel medyaya karşı, kendi uluslararası kurumlarını kurmak istemesi. Mevzunun aslı İHL'ler değildi, mevzunun aslı başörtüsü değildi, tarikatlar filan değildi. ABD bunların hepsine rıza gösterebilirdi, yeter ki Türkiye "başka bir dünya" demesin. Kaldı ki Suud "şeriatla" yönetilmiyor muydu? Onunla bir sorunu var mıydı ABD'nin? Gül gibi geçinip gitmiyorlar mıydı?

Nitekim başbakan olunca ABD büyükelçisi gelip, Hoca'nın önüne 6 tane şart koymamış mıydı? Bakın bu şartlara; içinde ne İHL vardır ne de başörtüsü, ne sarık ne de cübbe! O şartların hepsi diyor ki, yönünü İslam ülkelerine dönmeyeceksin, "İslam Birliği" demeyeceksin. Türkiye'nin Batı'ya, Amerika'ya, NATO'ya bağımlılığını devam ettireceksin. Ne var ki, ABD büyükelçisi "Bana ne Amerika'dan!" diyen biriyle görüşüyordu. O, ABD'ye "eyvallah" edecek biri değildi. Etmedi de...

Hoca'nın suçu, bölgenin iki güçlü devleti Türkiye ve İran öncülüğünde bu yapısal düzene karşı çıkmak, onun yerine "yeni bir dünya" önermekti. Bu, 1945'ten sonra Türkiye'ye verilen asli role ters düşmek anlamına geliyordu: Bizim kaderimiz "ABD'nin dostlarına dost, düşmanlarına düşman" şeklinde yazılmıştı. Erbakan Hoca, bu kadere itiraz eden adamdı.

Sonrasını biliyorsunuz; sonrası 28 Şubat. Sonrası, ABD Büyükelçiliği'ne gelen "Erbakan'ı düşürün!" kriptosu. Sonrası Sincan'da yürüyen tanklar, brifingler, okuldan atılmalar, milyonlarca acı...

*

Soros destekli işgalci Ermenistan hükümetinin Azerbaycan mevzilerine saldırmasıyla birlikte İran düşmanlığımız yine körükleniyor. Bu ülkede en kolay şeylerden biridir İran düşmanlığı yapmak; dindarsanız mezhep üzerinden, Türk iseniz etnisite üzerinden, sekülerseniz laiklik üzerinden... Her türlü gideri vardır.

Peki bu hep mi böyleydi? Biz hep mi İran'a düşmandık?

Hayır, ne münasebet!

Gençlerimiz bilmez belki; bugün okudukları yazarlar, geçmişte İran'la olan dostluğumuzu kendi tabanlarına "ümmetin birliği" olarak tanıtıyordu. Bağdat Paktı'ndan bahsediyorum. İsmi sonradan CENTO olan, su meşhur, ABD'nin senaryosunu yazıp yönettiği Bağdat Paktı'ndan. 60 darbesinden sonra darbe bildirisinde geçen "NATO'ya, CENTO'ya bağlıyız" ifadesindeki Bağdat Paktı'ndan...

Mesela merhum Necip Fazıl... 17 Mayıs 1956'da, Bağdat Paktı'nın kuruluşundan bir yıl sonra, Büyük Doğu dergisinde yazdığı yazının başlığı "Şehinşah" idi. "Dost İran Şehinşahı topraklarımızda" diye başlayan yazı şöyle bitiyordu: "Asırlardan beri rüyası görülen inkılâp çapında bir davranışın başında bütün Doğu âleminin nurânî şehrâyinlerle parıldatması gereken bu dâvanın muazzam zafer tâkı altından geçerek, işte İran Şehinşahı topraklarımıza girmiş ve safalar getirmiştir. Tâkın bir kenarında da, bu âzim eserin mimarına ait küçük bir imza vardır: Adnan Menderes. Bu dâva, şah dâvaların şehinşahıdır."

Sadece Büyük Doğu mu? Sadece Necip Fazıl mı? Sebilürreşad da, Eşref Edip de, Bediüzzaman Said Nursi de İran'la olan dostluğumuzu alkışlıyordu.

Bağdat Paktı'nın ilk iki üyesi Irak ve Türkiye idi. Üçüncü üyesi kimdi biliyor musunuz: İngiltere. Ardından İran ve Pakistan da katıldılar bu Bağdat Paktı'na. İçinde İngiltere'nin olduğu bir yapı dindarlara "İslam Birliği" olarak yansıtılabiliyordu.

Peki o zamanlar İran Şii değil miydi?  İran "Pers" değil miydi?

Öyleydi tabii ki. "Öyleydi" ise nereden geliyordu bu "Dost İran Şehinşahı" edebiyatı?

Dedim ya, 1945'ten sonra bizim kaderimiz "Amerika'nın dostlarına dost, düşmanlarına düşman" şeklinde çizilmiştir. Tarayın o dönemin gazetelerini, İran'la ilgili onlarca "Dost İran Şehinşahı" haberi bulacaksınız.

Mesela Necip Fazıl'ın bahsettiğim yazıyı yayınladığı aynı gün, yani 17 Mayıs 1956'da, Hürriyet Gazetesi hemen manşetin yanında Şah ve "İmparatoriçe"nin fotoğraflarını yayınlayıp: "Dost İran Şahı’na Ankara şehri fahri hemşehriliği törenle tevcih edildi" yazıyordu.

İşte öyle, görüyorsunuz, Şah'ı hemşehrimiz bile yapmışız. Çıt çıkmış mı? "Yahu, Şiilerle nasıl dost olabiliriz, Perslerle nasıl 'hemşehri' olabiliriz? Olmaz böyle şey!" diyen olmuş mu? Bilakis...

Peki biz o zamanlar kime düşmanmışız? Mısır'a... Sünni Mısır'a düşmanmışız. Düşünebiliyor musunuz? Şii İran'la dost, Sünni Mısırla düşman! Şah'a "hemşehrilik" verdiğimiz, "Dost İran Şehinşah'ı topraklarımızda..." diye yazılar yazdığımız o yıllarda, Bağdat Paktı'nın diğer üyesi İngiltere, İsrail'le birlikte Mısır'a saldırıyordu. Biz ise İngiltere ile birlikte Bağdat Paktı'ndaydık. Menderes o günlerde bir açıklama yapıp, safımızı belli ediyordu: "Türkiye, İngiltere’nin özgür dünyanın anahtar mevkilerinden birinin ileri karakolunun bekçisi olarak hareket ettiğine ikna olmuştur."

Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ise Mısır'ın başına gelenlerin nedenini gayet açık bir şekilde ifade etmişti: "Bağdat Paktı'na katılmış olsalardı mevcut durum husule gelmezdi."

O yıllarda "Kahrolsun İran, kahrolsun Bağdat Paktı! Yaşasın Mısır!" diye slogan atan bir tek kişi yoktu. Olsaydı da yazsaydık keşke, göğsümüz kabararak...

İran'la dostluğumuz 1979'a kadar devam etti. O yıl İran'da devrim oldu, Şah kaçtı, ABD elçiliği basıldı, Bağdat Paktı (CENTO) çöktü. 

Onca yıllık dostumuz bir anda "düşman" oluverdi. İran'ın "Şii" olduğunu, "tarihsel düşmanımız" olduğunu hatırlayıverdik bir anda: Biz mi hatırladık! Neyi unutacağımızı, neyi hatırlayacağımızı kim belirliyor? Bizim hafızamızı kim kontrol ediyor? Bunu sonra konuşalım.

O yıllarda yine "Durun!" diyen, Meclis kürsüsünden kükreyen tek bir kişi vardı. "Bana ne Amerika'dan" diyen adam yine sahnedeydi. 26 Nisan 1980'de Meclis'te "dış politika" hakkında yaptığı konuşmada bütün dünyaya meydan okuyordu. "Dünyaya meydan okuyordu" derken sözün gelişi söylemiyorum. Lütfen YouTube'dan açın, izleyin konuşmayı. "Bir kez daha tekrar ediyorum" diyerek şunları söyledi: "Müslüman ülkeler kendi Birleşmiş Milletler’ini kurmalıdırlar, kendi ortak pazarlarını kurmalıdırlar, kendi askeri müdafaa teşkilatını kurmalıdırlar, kendi kültür işbirliği teşkilatını kurmalıdırlar..."  Tam 40 yıl öncesiydi bunları söylediğinde.

Ve herkesin gözünün içine bakarak hükümete dönüp "Tarihi bir görevi ifa etmek üzere açıklıyorum" diyerek tek tek saydı:

"AET'ye giremezsiniz [sonradan AB oldu], bir; İran'a ambargo koyamazsınız, iki; üsleri İslâm âlemi aleyhine kullanamazsınız, üç; 'gizli CENTO' yapamazsınız, dört."

Gizli CENTO mu! Hoca, konuşmasında "gizli CENTO" deyip durmuştu. Neydi bu gizli CENTO?

Hoca bunu da açıkladı. "Hans'ın" gayet iyi anladığı ama "Hasan'ın" bugün hâlâ anlamadığı şu cümleleri kurdu: "Aslında dış güçlerin bir planı var, İslam âlemini parçalamak (...) maksadıyla bir 'gizli CENTO' çalışması yürütülmektedir. Bu 'gizli CENTO' çalışmasında Türkiye-İsrail bir araya getirilmek isteniyor. Eğer buna başka Müslüman ülkeler de katılabilirse, İslam âlemi bölünüp, bu bölgede İslam âleminin kendi menfaatleri değil, dış güçlerin menfaatleri gerçekleştirilmek isteniyor."

Hoca, konuşmasında İsrail istihbaratının Türkiye'deki kimi yetkililer ile yaptığı gizli görüşmeleri de tarih ve isim vererek deşifre etmiştir. Bu konuşma, Türk siyasi tarihinin en önemli konuşmalarından biri, hatta en önemlisidir. 40 yıl önce yapılmış bu konuşma bugün hâlâ bütün sorunlarımızın en esaslı tespitlerini, bu sorunlardan kurtulmanın en esaslı çözüm önerilerini kapsamaktadır. Hoca'nın hayatını adağı mücadelenin bir fragmanıdır adeta bu konuşma ve tabii ki başına gelen her türlü zulmün de sebebi.

Evet, gerçekten, nedir bu gizli CENTO? Hoca ne demek istemişti? Dikkat ederseniz, "Başka Müslüman ülkelerin" de katılabileceği bir birlikten bahsediyor Hoca. "Birlik" ama ipleri ABD'nin elinde, İsrail'i tanıyan bir birlik. Aynen 1950'li yıllarda olduğu gibi...

*

Aradan yıllar geçti. O konuşmadan 17 yıl sonra Hoca, bu oyunu D-8'le bozdu. Bedelini de ödedi. Sadece Hoca ödemedi, Hoca'ya oy verenler de cezalandırıldı. Fakat cezalandırılanların büyük bir kesimi, bu cezanın niye kesildiğini anlamadı, anlayamadı. Zannettiler ki mevzu başörtüsüydü. Zannettiler ki, mevzu İHL'lerdi. Zannettiler ki, başörtüsüyle okullara girersek, İHL'ler korunursa sorun çözülecek. Alakası yoktu. NATO treninde başörtülüye de, sarığa da, cüppeye de; Şii'ye de Sünni'ye de; Türk'e de Pers'e de; ateiste, feministe, LGBT'ye de yer vardı. Yeter ki, rayların makası değiştirilmesin.

Erbakan Hoca artık yok. Onun gür sesini özlediğimiz doğrudur. O, 1980'de yaptığı gibi "tarihi görevini" ifa edip gitmiştir. Ama gidilecek yolu göstermekle kalmamış, o yolun raylarını da döşemiştir.

Gizli CENTO bugün de yürürlüktedir. Biz küresel statükonun hizmetindeki bir CENTO'dan yana değiliz ve olmayacağız; yeni bir dünyanın müjdesini veren D-8'den yanayız. Öyle de kalacağız. 




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —