Ayşe Çavdar, uhrevi ideallere sahip olduğunu iddia eden ama aslında iddia ettiklerinin tersine dünyevi egemenlik peşinde koşan tarikat ve cemaatlerin hayır hasenat aktivitelerini güce tahvil etmeye çalıştıklarını, sorunun odağında bu çelişkinin bulunduğunu ifade ediyor. İslamcılığın aslında ilk çıkışı itibarıyla tarikatların dejenere biçimlerine köklü eleştiriler yaptığını belirten Çavdar, İslamcılığa ele geçirdiği devletin cenazesini kaldırma misyonunun yüklendiğini dile getiriyor.
Adları kamuoyunda genelde skandallarla anılsa da -ki skandal kelimesi bile bazen hafif kalabiliyor- tarikatlar önemli toplumsal roller yerine getiriyorlar. Bu, aynı zamanda söz konusu yapıların kanunla ortadan kaldırılamayacak kadar geniş bir toplumsal ağın parçası olduğunu kabul etmek demek. Ama bu, tarikatların eleştirilemeyecek, ıslah edilmesi talep edilemeyecek yapılar olduğunu savunmaya götürmemeli. Anormal siyasi süreçlerin Türkiye’yi düşünsel rijitliklere savurduğu bir konjonktürde tarikatlar meselesini bu konuya çokça emek vermiş akademisyen Ayşe Çavdar’la konuştuk.
CEMAATLERİN ÇOĞU DÜNYEVİ EGEMENLİK PEŞİNDE KOŞAN YAPILAR
Ayşe Çavdar
Bir yazınızda Hofner adlı bir araştırmacının önermesinden hareketle “Tarikatlar bir yerde fazlaca görünür ve duyulur olmuşlarsa, o yerin siyasal kurgusunda bir çatlama, çürüme, dağılma ya hâsıl olmaktadır ya da zaten olmuştur” diyorsunuz. Bu, aslında söz konusu cemaatlerin görünürlüğünün aslında neden değil sonuç olduğu anlamına gelir. Söz konusu neden, Türkiye’de genel olarak devletin yönetememe krizi olabilir mi?
Cemaatlerin görünürlüğü hem sebep hem de sonuç. Zira cemaatler/tarikatlar dini yapılar olmalarına rağmen değil, dini yapılar oldukları için dünyevi egemenlik arayan, bunun için savaşan ve ittifaklar yapan aktörler. Dinler dünyaya nizam verme iddiasındaki sistemli tasavvurlardır. “Dünya, ahiretin tarlasıdır.” Fakat dini yapılar, dünyevi iktidar arayışındaki diğer aktörlerden üstün oldukları iddiasındalar ve o iddia tartışılamaz, tartışılsa da sonuç vermez. Çünkü diğer aktörlerin el atamayacakları bir konuda, öte dünya hakkında söz söylüyorlar. Oysa ne cemaat liderleri, ne tarikat şeyhleri, ne müritler, ne biz biliriz öte dünyada ne olduğunu. Öte yandan cemaatin/tarikatın işlevine, insan tekinin ya da topluluğun gündelik hayatı ve biyografisi hizasından baktığımızda gördüğümüz şeyler çok tanıdık: Mesela çok güçlü bir tarikat bağımlılık tedavisi yapıyor, sağlık sektöründe örgütleniyor. Aileler, çeşitli nedenlerle cezaevine düşmüş çocuklarını ıslah etmek için bu tarikata veriyor. Şimdi artık toparlayıp gitmiş, kendisine topyekûn savaş açılmış bir cemaat eğitim sektöründe, yani insan kaynağı üretimi konusunda çok iddialıydı. Bir başkası Adalet Bakanlığı’nda, hukuk sektöründe örgütleniyor. Kılık-kıyafet düsturuyla göz dolduran biri de çarşı-pazardaki eğitimsiz esnafı örgütlüyor. Hepsi birden “hayır”da yarışıyor, yani “hayır hasenat” işleri aracılığıyla mürit ediniyor ve beşeri-siyasi nüfuzlarını artırıyorlar. O da ne?… Bütün bunlar bizim devleti yetkili/sorumlu kıldığımız alanlar değil mi? Bunu daha dün de yapmadık. Milliyetçilerin “Türk devlet geleneği” diye gururla andıkları siyasal tasarımın temelindeki daire-i adalet döngüsüne bakın bakalım neresinde din adamından ya da tarikatlardan bahsediliyor? Hiçbir yerinde. Kutadgu Bilig’de egemenliğin dört temeli vardır: “Ordu, vergi, budun, kanun.” O kanun şeriat mıdır? O nokta nizalıdır malum… Kimine göre evet, genellikle devletin işine geldiği zamanlarda. Şeriat, hile-i şeriye mümkün olsun diye vardır sanki. O çağın dünyasında daire-i adalet kadar seküler bir devlet anlatısı az bulunur. Her neyse, diyeceğim şu: Cemaatlerin/tarikatların görünürleşmesi devletin bazı kamusal işleri artık göremediği anlamına geliyor. Çünkü devlet kamusal işlerimizi görse, bu çevreler o işleri yaparak güç ve nüfuz kazanamazlar. İnsanlar onlara ihtiyaç duymazlar. Mesela milli eğitim istikrarlı bir şekilde çökertilmese ne gerek var tarikat, cemaat okullarına, eğitim şirketlerine?
OSMANLI, TARİKATLARI BİRBİRİNE KIRDIRIYORDU
Anadolu topraklarında her zaman tarikatlar görünür olmuştu, hatta toplumun bizzat örgütleyicisi durumundaydılar. Bu, yüzyıllar boyu sürdü. Ancak tarikat ve cemaat yapılarında son dönemde de ortaya çıkan bazı çarpıklıklar sanki modernlikle sağlıklı bir buluşamama ve kendi modernliğini üretememe halinden mi kaynaklanıyor?
Haklısınız Bizans’ta Ortodoks, Osmanlı’da Müslüman tarikatlar pek etkililerdi Anadolu’da. Her ikisi de çağın imkânları çerçevesinde gevşek siyasal bağlarla oluşturulmuş imparatorluklardı. Egemenliğin tekfurlar, beyler eliyle yerelleştirildiği, o tekfurların, beylerin yerel cemiyetle kilise, cami/dergâh kolaylaştırıcılığında muhatap oldukları bir formül. Tarikatlar bu egemenlik formülü geçerli olduğu ölçüde güçlüydüler. Ama güçleri sınırsız değildi. Devlet artık işine yaramayanları ya da haddini aşanları birbirlerine kırdırıyor ya da yekten saldırıyordu. Bu formül devletin yereli direkt idare etme kapasitesi arttığı ölçüde, tarikatlar aleyhine bozuldu. Zaten bu nedenle de tarikatların güçlenip görünürleşmeleri, devletin idare kapasitesinin aşındığı, egemenlik teknolojilerinin güç kaybettiği anlamına gelir. Sözünü ettiğiniz “çarpıklıklar” modernleşmeyle ilgili değil. Yalnızca ilmihallerde, ahlak risalelerinde ele alınan konulara; Keloğlan, Nasrettin Hoca gibi popüler anlatıların evcilleştirilmemiş versiyonlarına baktığımızda bile “çarpıklık” olarak gördüğümüz mevzuların gayet yaygın olduğunu fark ederiz. Eğer bu “çarpıklık”lar ezelden beri mevcut olmasaydı halk mizahını yapmaz, ilmihaller reçete yazmazdı. Araştırmak, arşivlere bu gözle bakmak lazım. Şimdi iletişim teknolojilerine, ama asıl bu yapılardan hesap sorabileceğimiz seküler hukuk diye bir şeye, azıcık bile olsa sahip olmamız sayesinde ortaya çıkartabiliyoruz vaziyeti. Birey aklının ve bedeninin haklarına kani olduğu ölçüde, bu yapıların aklı ve bedeni, aslında iradesi üzerindeki tasarruflarını sorguluyor.
İSLAMCILIK ASLINDA DEJENERE TASAVVUFTAN KURTULUŞ HAREKETİYDİ
Şöyle desek daha iyi, pre-modern dini hayatın bazı normalleri artık normal değiller. Ama pek çok dini yapı bireylerin akılları ve bedenleri üzerinde eskisi gibi mutlak otorite olmak istiyor. Yani bu hallerin ortaya çıkması tarikatların modernleşmeyi başaramamalarından kaynaklanmıyorlar. Tabii ki direniyorlar modernleşmeye, modernleşmek demek otoritelerinin sınırlanması demek. Asıl neden, şeyhlerin, mollaların iradesine talip oldukları ahalinin seküler hukukun kendisine tanıdığı imkânlardan yararlanma basireti göstermesi. Bence bu basiret henüz yeterince yerleşemedi. Herkes biliyor durumun görünenden kötü olduğunu. Osmanlı’nın son 20 yılında, bugün İslamcılığın kurucusu olarak andığımız Mehmet Akif’in Sofuluk Şiiri’nde anlattığı hikâye de bu değil mi? İslamcılığın asıl çıkış noktası, gerçek İslam’ın bu tarikatlarda yaşanan olmadığı, başka ve bu rezilliklerden vareste bir İslam’ın mümkün olduğu iddiası değil mi? Acı olan, İslamcılığın en güçlü olduğu dönemde bu rezilliklerin tekrar ayyuka çıkması ve bu ayyuka çıkışın İslamcılığın emek emek ele geçirdiği devletin sonunun geldiğine işaret etmesi. Dolayısıyla İslamcılığa ele geçirdiği devletin cenazesini kaldırmak düştü bir kez daha. Benzer bir durum Osmanlı’nın sonunda da yaşanmıştı. Bu, devasa bir trajedi. Yalnız Türkiye’de değil, İslamcılığın şu ya da bu şekilde güçlendiği, hatta devrim yaptığı her yerde durum bu. İslamcılığın Müslümanları modernleştirme iddiası kadar, İslam’dan modernler gözünde muteber bir din çıkarma iddiası da yerle yeksan oldu.
ESKİDEN DE TARİKATLARDA ÇARPIKLIKLAR VARDI
Yüzyıllardır belirli bir silsile şeklinde devam eden tarikatlarda son dönemde rastlanılan bu tür çarpıklıklara tanık olunmazken ya da daha az tanık olunurken köksüz yapılarda bu tip vakalara daha çok rastlıyoruz. Dolayısıyla sahte gerçek şeyh ayrımından ziyade topluma kök salmış olanlarla köksüz yapılar şeklinde bir ayrım daha doğru olmaz mı?
Kamusal kaynaklardan ve müşterek taşınır-taşınmaz varlıklarımızdan, buna din ve o dinin mezhepleri ve tarikatları da dahil, yararlanmaya talip olan herkes kamusal ve müşterek denetime açık olmalı. Bunu istemeyen, “hayııııır ben kutsalım, dokunulmazım, mahremim” diyen herkesten de şüphe etmeli. Köklü tarikat, köksüz cemaat ayrımı anlatım kolaylığı olsun diye başvurduğum bir ölçek. Ama ne fark eder? Silsilesi hayli eski olan Cerrahi Tekkesi’nin şeyhi, hamile kadınların sokakta gezmelerini ahlaksızlık olarak damgalayıverdi. O esnada hamile bir kadın olsaydım dava açardım. Kim ki o? Kimin, nerede, nasıl dolaşabileceği hakkında söz söyleme hakkını nereden alıyor? Uşşakiye yeni bir tarikat mı? Değil. Dergâh uyandırmak denilen hikâye denetlenebilir mi? Hayır. Diyeceksiniz ki kurulur Meclis-i Meşayıh. O meclis var iken derde derman mıydı ki, şimdi olsun? O yüzden silsilelerin saygınlık ve geçerlilik kaynağı olduğu bir durum manasız. Başımıza aristokratik iddiası da olan bir ruhban sınıfı çıkarmayalım. Yazıktır İslam’a.
ÖRGÜTSÜZ DİNDARLAR, ÖRGÜTLÜLERDEN KATBEKAT FAZLA
Bazı tarikat ve cemaatlerin dini eğitimde oluşan boşluğu doldurmak üzere meydana gelmiş oluşumlar olduğu gerçeğini de göz önünde bulundurmalı mıyız?
Cemaatler en az dini eğitim ihtiyacından besleniyorlar. Onların verdikleri türde dini eğitime talip olanlar çok küçük bir azınlık. Aksine Diyanet eliyle bu işler kimi mahallelerde, şehirlerde bu cemaatlerin/tarikatların eline terk edilerek insanlar din eğitimi yoluyla bu cemaatlere itiliyor. Ama haklısınız, cemaatler büyük boşluklar dolduruyor hayatlarımızda. Son 40 yıldır yaşadığımız hikâyeyi klasik dindar-seküler kutuplaşma söyleminden çıkarak tasvir edersek tarikatların/cemaatlerin doldurduğu boşluk apaçık ortaya çıkar: 1980 darbesinden bu yana devlet yurttaşın hayatının ve refahının garantörü olma ülküsünden vazgeçti (bu hiç gerçekleşmemişti Türkiye’de ama bir heves ve ülkü olarak vardı). Yerine bürokratların ve siyasetçilerin direkt pazarlığa oturabildikleri yerli/yabancı sermayedarların kazançlarının garantörü olmayı seçti. Bu, toplumsal ve siyasal yaşamda bir dizi boşluk yarattı. 1990’lar boyunca devletin de desteğiyle o boşlukların önemlice bir kısmını cemaatler/tarikatlar doldurdu. Borçluların, iş kuranların, ev-araba almak, memur olmak, kötü alışkanlıklarından kurtulmak, hayırlı bir kısmet bulmak isteyenlerin imdadına yetiştiler. Dahası halktan topladıkları paralarla işler kurup batırdılar, devlet gıkını bile çıkartmadı. Onlardan birinin halen bir medya krallığı, bir dolu işletmesi ve içinde kendi seçkinlerini yaşattığı siteleri var. Zarar görenler de Twitter’da örgütlendiler ama seslerini kimseye duyuramıyorlar. 2002’de o cemaatlerin/tarikatların eyvallahını da alarak kurulan bir tür koalisyon iktidara geldi. Onlardan biri toplum yerine doğrudan devlete sızmayı planlamıştı. Kısmen başardı. Demek yetmemiş. Eski devletten kalan birkaç zümre kendi aralarındaki nizayı, bir süreliğine bir tarafa bırakıp kurdukları geçici işbirliği ile onu kapı dışarı ettiler. Ama enerjileri bitti. Ondan beri eski devletten geriye kalan her kovuğa cemaatler/tarikatlar doluyorlar. Onları dizginleyen şey devlet değil, artık yok öyle bir şey. Lakin birbirleriyle çetin bir rekabet içindeler ve öyle belden aşağı oynuyorlar ki yalnız birbirlerini değil, devlet diye bildiğimiz, çoktan içi boş bir enkaza dönüşmüş yapının son kolonlarını da çökertiyorlar. Dönüyoruz başa… Biz 19’uncu yüzyıldan itibaren, devletin kendini modernleştirme çabalarına “hayır ben eşitlenmem, imtiyaz isterim” diye direnen cemaatlerin, tarikatların, zümrelerin öbeklendikleri bir devlet başımıza yıkıldığı için kurmamış mıydık şimdikini? O zümreler, tarikatlar, cemaatler bütün Müslüman ahaliyi mi temsil ediyorlardı gerçekten? Hiç de değil… Halen de cemaatli/tarikatlı dindar sayısı cemaatlere/tarikatlara tepkili dindar sayısının çok altındadır. Cemaatlere ve tarikatlara sahip oldukları gücü veren halk değil; kendi meşruiyetinden şüpheye, yani acze düşmüş, özsaygısını yitirmiş, bu nedenle kendine örtü, peçe arayan devlettir. Kim mi devlet? Şu anda oraya buraya sıkışmış birkaç güvenlik bürokratından ibaret olduğu anlaşılıyor. Türkiye Cumhuriyeti payidar kalacaksa o özsaygıyı kazanmanın bir yolunu, bugüne kadarki devlet tecrübesiyle yüzleşerek bulmaya cesaret eden bir avuç insan sayesinde kalacak. Bu yüzleşme yapılmazsa unutun Cumhuriyet’i. Hem dindar elitler, hem mevcut iktidar elitleri o yüzleşmeyi geciktirmek için toplumun her kesimini şiddetle bastırıyorlar. Çünkü insanlar o yüzleşme için yola koyulur ve o yüzleşmeden yeni siyasi kurumlar doğarsa, şu kendini bilmem kaçıncı defa tekrar eden çöküş formülü bir anda çözülür. Nüveleri yeni toplumsal paradigmanın içinde de varlığını sürdürür ama egemenliğini yitirir.
DİN EVRENSEL İDDİAYA SAHİPSE HERKESİN OKUMASINA AÇIK OLMALI
Tarikatlara yönelik “devleti ele geçiriyorlar” ya da “hepsi kapatılmalı” veyahut “devrim kanunları uygulansın” söylemlerinin sorunun çözümüne bir katkısı var mı sizce?
Hayır yok. Tarikatlar resmen yasaklar ama fiilen varlar. Yasaklanmaları onları devlet denetiminden korur, o kadar. Devlet varlığını tanımadığı bir şeyi denetleyemez. Tarikatlar var kalmalı, ama alabildiğine şeffaflaştırılmaya da razı olmalılar. Bu da kayıt altına alınmalarıyla ve yalnız devletin değil, inanan-inanmayan her yurttaşın denetimine açılmalarıyla mümkün. Devletin bile itibarı şeffaflaşabilme kapasitesine bağlıyken, tarikatların “hayıııır ben kutsalım, kimse mahremime bakamaz” deme hakları olabilir mi? Din bizim müştereğimizdir ve onlar da din üzerinden bir etkinlik, egemenlik alanı açıyorlar kendilerine. Nasıl yani? Toplum müştereği üzerinde bir tasarrufta bulunanları denetlemeyecek mi? Diyaneti de kapatıp kapatmamaya karar vermeden önce en küçük ayrıntısına kadar denetlemeliyiz. Her birimizin bakamayacağı tek bir köşeciği, çekmecesi bile olmamalı. Yalnız kamu kaynaklarını kullandığı için değil, din hepimizin müştereği olduğu için. Zira, dinlerin kutsal metinlerinde yazanlara bakılırsa, hiçbir din yalnız o dine inananlara indirilmemiştir. Eğer bu dinlerin dindarları, inançlarının evrensel olduğu iddiasındalarsa, o dinin herkesin okumasına ve aklına açık olduğunu da özgüvenle kabul etmeliler. Her bir din her bir kültüre, dile, dünyanın tüm iklimlerine şu ya da bu şekilde nakşolundu tarih boyunca. Bu, en çok da dindarların iddiası değil mi? Tamam o zaman. Demek bütün dinler hepimize ait. Hiçbir din, ben bu dinin dindarıyım diyenin mülkiyetinde ve tekelinde değil. Pek güzel. Eğer dinleri dindarın egemenlik alanı olarak görme aldanmasından vazgeçer de -bu tarikatların en büyük avantajı dinin kendilerine adeta terk edilmesidir ve alaturka sekülerliğin en sakat tarafı da budur- hepimizin ortak varlığı olarak görürsek çözeriz bu meseleyi. Böylesi sahip çıkılmış, şeyhlere-mollalara terk edilmemiş bir din üzerinde ne köklü tarikatlar ne köksüz cemaatler tekel kurabilir. Hele bu tarikatların, cemaatlerin çocuklara erişimleri varsa, o denetim daha da katmerlendirilmeli. Çocukların sağlığı ve geleceği bütün o tarikatların gelmişlerinden de, geçmişlerinden de kıymetlidir. Faaliyetleri ve muhasebe defteri herkesin denetimine açılan pek çok tarikatın, cemaatin kalıcı olabileceğini, saygınlığını koruyabileceğini sanmam. Daha ilk ciddi denetim girişiminde itibarlarını kaybedeceklerdir. Ayrıca dergâh uyandırdığı, cemaat teşekkül ettirdiği anda kamunun denetimini de kabul etmesi gerektiğini bilen kimse bu alanı ekmek kapısı olarak görmeyecek, dükkânını başka mahalleye açacaktır.
Ayşe Çavdar kimdir?
Gazeteci ve antropolog. An itibariyle Marburg Üniversitesi, Yakın ve Ortadoğu Araştırmaları Merkezi’nde misafir araştırmacı.
İslam Özkan kimdir?
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe Selam gazetesinde başladı. Bir dönem kitap yayıncılığı alanında faaliyet gösterdi. Ardından Filistinhaber, Time Türk, Dünya Bülteni, Birleşik Basın gibi internet sitelerinde editörlük, TRT Arapça, Kanal On4, Kudüs TV gibi televizyonlarda haber müdürlüğü ve TV 5'te program moderatörlüğü, bazı Arap televizyon kanallarının Türkiye temsilciliğini yaptı. Halen Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü Ortadoğu Sosyoloji ve Antropolojisi'nde doktora eğitimini sürdürmektedir.