Türkiye, 1964 yılında gönderilen Johnson mektubuna kadar deyim yerindeyse “kayıtsız-şartsız” Amerikancı bir politika takip etmişti. Türkiye’deki ilk Amerikan karşıtı protesto bu mektubun gönderilmesinden 2 ay sonra, 28 Ağustos 1964’te Ankara’da düzenlendi. O yıllarda “milliyetçi-muhafazakâr-mukaddesatçı” cephe komünizmi en büyük düşman olarak görüyor, Amerika’yı “ehven” olarak tanımlıyordu. 1969’da Millî Nizam Partisi’nin kurulması muhafazakâr çevreyi Amerika’nın ve dolayısıyla İsrail’in yanında tutan bu denklemi bozdu. Millî Görüş hareketi siyasi çizgisinin merkezine ABD’ye ve uluslararası Siyonizm’e muhalefeti yerleştirdi. İşte o dönemde kimi “dini” söyleme sahip “sağcı” gruplar Amerika’ya ve uluslararası Siyonizm’e karşı açılan bu siyasi cepheyi mahkûm etmek için yeni bir kavram ürettiler: Yeşil komünizm.
Onlara göre yeşil komünizm, “komünizmden bile” tehlikeliydi. “Karpuz” benzetmesi yapılırdı sık sık; dışı başka içi başka! O dönem Demokrat Parti’nin devamı olarak takdim edilen, sağın kalesi Adalet Partisi’nde milletvekilliği de yapmış Tekin Erer “Yeşil komünizm” başlıklı yazısında şunları ifade ediyordu:
“Din kisvesine bürünerek Yüce Allah’ın ve Mübârek Peygamber’in ismini ağzından düşürmeyerek komünizme hizmet edenler ve komünist propagandası yapanlar, sosyalist kisvesine bürünenlerden çok daha tehlikelidir. Memleketimizde maalesef komünistler yeşile bürünerek de çalışmaya başlamışlardır. Vatandaşlarımızı, yeşil komü¬nizme karşı da pek dikkatli olmaya davet ediyoruz.”
*
Millî Görüş hareketi, tarihi boyunca kimi “dindar” gruplardan ciddi bir direnç gördü. Bu gruplar Erbakan Hoca’ya karşı “sağcı-Amerikancı” partileri desteklediler. Bunu da “dini” gerekçelere dayanarak yaptılar. Fethullah Gülen çizgisi bunun başında gelmektedir. Bu çizginin Erbakan Hoca’ya karşı olan husumetinin büyüklüğü 28 Şubat sürecinde açık bir şekilde görülmüştür. Bu husumetin arkasında ise Erbakan Hoca’nın Amerikan hegemonyasını kabul etmemesi ve İslam Birliği idealini canlı tutması vardır. Gerisi, dindar halkı ikna etmek için üretilen algı yönetimi ve manipülasyon taktiklerinden ibarettir.
Kudüs’ün Kılıcı operasyonundan sonra Amerika ve uluslararası Siyonizm’e karşı olan cephe yine aynı söylemle hedef alınmaktadır. Amerikan emperyalizmine karşı olmak nasıl ki, 80 öncesi “yeşil komünizm” adıyla “komünizmden bile” tehlikeli görülmüşse şimdi direniş cephesi İsrail’den “daha tehlikeli” olarak sunulmaktadır.
Bu söylemin Kudüs’ün Kılıcı operasyonundan sonra güçlendirileceğine ilişkin ipuçları daha operasyon devam ederken ortaya çıkmıştı. İsrail’in Türkiye Büyükelçiliği resmi Twitter hesabından bir paylaşım yaparak: “ HAMAS, İran destekli bir terör örgütüdür.” demişti. Bu tweet’in İslam toplumlarına verdiği mesaj açıktır: İran veya HAMAS’la “aynı kare içinde” yer alırsanız, sizi de terör örgütü ya da terörü destekleyen devlet olarak tanımlarız.
İyi ama İran’a ya da HAMAS’a saldırmak için hangi argümanı kullanacaksınız? Dindar halkı ikna etmek için “HAMAS İsrail’e füze atıyor, İran da HAMAS’ı destekliyor. O yüzden İran’a ve HAMAS’a karşıyız” mı diyeceksiniz? Diyebilirsiniz ama bu ikna edici olmaz. Dindar halkı ikna etmek için “dini” bir gerekçe bulmak zorundasınız. O yüzden nasıl ki 80 öncesinde, dindar halka kimi kanaat önderleri tarafından en büyük düşman “Sovyet Rusya”, en büyük tehlike “komünizm” olarak gösterilmiş ve bu da dini gerekçelere dayandırılmış ise şimdi de aynı şey yapılmakta; en büyük düşman İran olarak gösterilmektedir.
Komünizmle mücadele derneklerinin ruhu, çizgisi bu söylem sahiplerince devam ettirilmektedir. Bu çizgi dindar halkı Kore’de ABD’li komutan McArthur’un arkasında ölüme gönderen çizgidir. Bu çizgi, ülke üsler ve tesisler aracılığı ile ABD’nin taşeronu haline getirilirken, 6. Filo’yu koruyan çizgidir. Üstelik bu çizginin o dönemde İran’la hiçbir sorunu yoktur; bilakis İran’la Bağdat Paktı’ndaki dostluğumuzu “İslam Birliği” olarak alkışlamışlardır.
*
17 Mayıs 1956’da Hürriyet Gazetesi’nin (manşetin hemen yanında) verdiği haberin başlığı “Dost İran Şahı’na Ankara Şehri Fahri Hemşehriliği Törenle Tevcih Edildi” şeklindeydi. Devir, Demokrat Parti devriydi. Şah için Türk Ocağı’nda tören yapılmış, törene Celal Bayar ve kızı da katılmıştı. Şah ve İmparatoriçe Süreyya daha sonra devlet konservatuvarını ziyaret ederek “Kuğu Gölü” balesini izlemişler; gece de Şah ve İmparatoriçe şerefine Çankaya Köşkü’nde bir yemek verilmişti.
Hürriyet Gazetesi’nde bu haberin yayınladığı gün, Büyük Doğu Dergisi’nde Necip Fazıl da bir yazı yazmıştı. Yazısının başlığı “Şehinşah” idi. Necip Fazıl, muazzam edebiyatıyla İran Şahı ve Adnan Menderes’i göklere çıkarıyor, Bağdat Paktı davasını, “Bu dâva, şah dâvaların şehinşahıdır.” şeklinde tanımlıyordu. Bağdat Paktı dindar/İslamcı kesim tarafından “İslam Birliği” olarak pazarlanıyordu. Halbuki bu paktın üçüncü üyesi İngiltere idi. Senaryosu ABD tarafından yazılmıştı. Bu konuyla ilgili daha önce bu köşede yine yazmış ve “Bizim dostumuzu, düşmanımızı kim belirliyor?” diye sormuştum. Konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler o yazıyı tekrar okuyabilir.
Bu çevrelere tekrar soruyorum: İran, o dönemde de Şii değil miydi? İran, o dönemde de “Pers” değil miydi? Neden o dönemde İran “dost” olarak görülüyordu da şimdi “düşman” olarak görülüyor?
Maalesef bu söylemin bayrağını taşıyan tekfirci gruplar İslam coğrafyasında korkunç katliamlar yaptı, yapmaya devam ediyor.
Örneğin, Siyonist çeteler Kudüs’ün Şeyh Cerrah Mahallesi’nde terör estirdiği günlerde, tekfirci gruplar da Afganistan’da Hazara Şiilerinden kız çocuklarının gittiği bir ortaokulu kan gölüne çevirmekle meşguldü. Yapılan saldırıda en az 68 kişi katledildi, 160’tan fazla kişi ise yaralandı. Bu ilk değildi, Hazara Türklerine dönük daha önce de pek çok katliam yapıldı, çocuklar öldürüldü. Bu yazıyı yazarken Afganistan’dan en az 10 kişinin öldüğü, 12 kişinin yaralandığı bir katliam haberi daha geldi.
Kimdir bunlar? Nereden besleniyor, kimin kılıcını sallıyorlar?
Maalesef bu tehlikeye dikkat çekecekleri, birlik ve itidal çağrısı yapacakları yerde, “Hocaefendi” titri taşıyan; yazar-çizer titri taşıyan bazı kişiler toplumun bilinçaltına yalan-yanlış bilgilerle “mezhep düşmanlığı” yerleştiriyor.
Bu çizginin aynısı Şiilerde de var. “İngiliz Şiiliği” deniyor bunlara. Sadık Şirazi denilen bir “Ayetullahın” başını çektiği bu çizgi Londra’da yuvalanmış. Bütün gündemi Ehl-i Sünnet’e sövüp saymak, hakaret etmek. İşin ilginç tarafı, güya “Sünni” olan tekfirciler de, güya “Şii” olan bu adamlar da HAMAS’ı ve Filistin direnişini hedef tahtasına oturtuyor.
Gerçekte her ikisinin de mezhebi aynı: “İsrail’i Vuranları Vuranlar Mezhebi”.
*
Mekke Şerifi Hüseyin’i bilirsiniz. İngiltere, Filistin’i Siyonistlere vermeye hazırlanırken Mekke Şerifi, İngilizlerin Mısır’daki Yüksek Komiseri Henry McMahon ile mektuplaşıyor, ondan destek istiyordu. 30 Ağustos 1915’te McMahon, Hüseyin’in yazdığı mektuba verdiği cevapta, hilafetin gerçek Arap ırkından biri tarafından yeniden diriltilmesini desteklediğini belirtmişti. Bu mektuptan 2 yıl sonra Balfour Deklarasyonu yayınlandı. Hüseyin’in sonunu da biliyorsunuz.
Kurulan tezgâhı ifşa edecek o kadar çok bilgi, veri, data var ki! Ama inanın insanın yazası gelmiyor. Her defasında “taşın sert olduğunu”, “ateşin yaktığını”, “suyun ıslattığını” ispat etmek zorunda kalmak çok üzücü. Bu kadar cehalet, bu kadar gaflet insanı çileden çıkarıyor.
Peygamber Efendimiz (SAV), “Mümin bir delikten iki defa ısırılmaz” buyurmuş.
Ne ikisi! Bizim “aynı delikten” kaçıncı ısırılışımız!
Yetmez mi her Ramazan Filistinli çocukların/kadınların çığlıklarını TV’lerden izlemek? Yetmez mi bu kadar bölünmüşlüğümüz, parçalanmışlığımız, dağılmışlığımız? Daha ne kadar İsrail vahşeti devam ederken bizim için başka “büyük düşmanlar” bulmaya devam edeceksiniz? Daha ne kadar İslam coğrafyası NATO üsleri tarafından işgal edilmişken bizi birbirimizi “yemeye” davet edeceksiniz? Daha ne kadar AB’den ithal ettiğimiz kanunlarla yönetilirken, uluslararası kurumlar aracılığıyla baskılanırken “ipe sapa gelmez konularla” insanları meşgul etmeye devam edeceksiniz?
Dilimin döndüğünce bir çağrıda bulunmak istiyorum:
Konu mezhep meselesi değildir. Bizim asıl düşmanımız ABD, İngiltere ve uluslararası Siyonizm’dir. İlk kıbleniz işgal altındayken, Siyonizm kutsallarınıza hayasızca saldırırken, insanların dikkatini, konsantrasyonunu, enerjisini, öfkesini Müslümanlara/ezilenlere yöneltmeyin. İnsanların kafalarına şüphe tohumları ekmeyin, onlara vesvese vermeyin. Bizler Ehl-i Sünnet inancına sahip Müslümanlarız. Mezhep imamız İmam-ı Azam Ebu Hanife (RA) gibi davranın. O, çağdaşı Cafer-i Sadık’ı Şiilerin imamı olmasına rağmen, dost ve hoca olarak görmüştü. Zeydilerin kıyamına destek vermişti. Üstelik bunu Emevi ve Abbasi hanedanlıklarına rağmen yapmıştı. Kaldı ki, biz İsrail’e karşı yapmayalım. İçinde bulunduğumuz şartlarda ister Şii olsun isterse Sünni; “mezhepçilik” yapanlar farkında olarak ya da olmadan, İsrail’in ve sömürgecilerin işini kolaylaştırıyor.
NATO üslerinin gölgesi altındasınız ey hocalarımız!
Böyle bir durumda “mezhepçilik” yapmak mahcubiyet verici değil mi?
Özetle, ABD emperyalizmine ve İsrail’in zulmüne karşı direnmek istiyorsak, ayrımcılığa karşı da direnmeliyiz. Mezhebi/kavmi/hizipsel farklılıkları zihinsel ve psikolojik bölünmüşlüğe yol açacak bir şekilde istismar etmemeliyiz.
*
Allah’ım, tüm ezilenlerin kalplerini birbirine yakınlaştır. Senin düşmanlarının oyuncağı haline gelmemize, getirilmemize izin verme!
Bizi namaz kılan kölelerden eyleme!
Bize şuur, uyanıklık ve dikkat ihsan eyle!