Mezarlıklar bir toplumun uygarlık düzeyini gösteren, rengini en iyi anlatan yerlerdir. Eğer bir uygarlık özgün ve dengeliyse mezarların da kendince bir özgünlüğü vardır. Osmanlı mezarlıkları insanı adeta sessiz, hüzünlü ama sıcak bir tebessümle karşılar. Çağdaş Türkler bunu anlamıyor, tahammül de edemiyor ve yok ediyor.
KADIKÖY´de Ayrılık Çeşmesi Sokağı, Taşköprü Caddesi ve Hasan Paşa Sokağı arasında kalan üçgen; Ayrılık Çeşmesi Mezarlığı ve Namazgâhı´dır. Anadolu´ya sefere çıkan kervanlar son soluğu burada alırlar; hatta rivayete göre yola çıkanların son çayı, içtikleri kahve, son kafayı çektikleri yer de bu civardaymış.
YAĞMALAMIŞLAR
Her şeye rağmen geçmiş yılları hatırlayanlar buradaki taşların nefasetini, kadın mezarlıklarının ve gömülen birtakım ehli tarik veya memurun şahidelerini hatırlarlar. Bugün dahi kalıntılar görülüyor ama tam yağmadan geçmiş. Yakın zamanlara kadar mezarları zamanın ihmali yok ederdi. Baş taşları çöken toprakla yana yatar veya devrilir ama doğrusu kimsenin taş yağmaladığı söylenemezdi. Aşağı yukarı 50 yıldır bu taşlar antika meraklılarına, evvelen yabancılara, bilahare bu işi zevk edinen yerli görgüsüzlere devrediliyor. Camilerin restoratörlerine dikkat ediniz. Mezar taşlarını sözde numaralarken kırıp koyuyorlar, kolay taşınsın diye. Sonra da eksikliği fark edilmesin diye manga düzeniyle estetikten yoksun bir şekilde arka arkaya diziliyorlar.
SÖZDE KORUNACAK
Bu şimdi gözümüzün önündeki Ayrılık Çeşmesi Mezarlığı´nda bu nizama bile dikkat edilmediği açık. Birtakım adamlar istedikleri taşları götürmüş, birtakımı kırılmış. Hatta fotoğrafta da göreceğiniz gibi şahidenin birinin yazıları yarı yarıya okunamıyor, ters çevrilerek yere sabitlenmiş. Güya korumak için lavabo altlığı ile kapatmışlar. Genelde yeni kabirlerin konuşlandığı mezarlıklar gibi değil, aksi takdirde birtakım blok mermerler de olurdu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi´ne ait olan ve Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu´nun 13 Ekim 1968 tarih 42/31 sayılı kararıyla sözde korunacak bu tarihi beldenin hali perişan.
TOPLUMUN GÖSTERGESİ
Andre Malraux Antimemoires´ında; uygarlığın doğal, insani bir duyguya dayandığını ileri sürer; ölüm korkusuna... Öleceğini bilen tek yaratık olan insan, ölümle bir boğuşma halindedir; kaçınılmaz olanı geciktirmek ve nihayet ölümün unutturucu perdesini aralayabilmek çabasındadır. Mezarlıklar bu anlamda bir toplumun uygarlık düzeyini gösteren, rengini en iyi anlatan yerlerdir. Eğer bir uygarlık özgün ve dengeliyse mezarların da kendince bir özgünlüğü vardır. Osmanlı mezarlıkları insanı adeta sessiz, hüzünlü ama sıcak bir tebessümle karşılar. Çağdaş Türkler bunu anlamıyor, tahammül de edemiyor ve yok ediyor.
HAM BİR TOPLUM
Kendi mezarlıklarımız ise sanat eseri sayılmaz. Eskilere karşı hâlâ hoyratlığımız devam ediyor. Ölümü olağan bir tavır, çelebice bir estetikle karşılayan eski toplumun yerini; onu telaşla ve kapkaçla yenmeye çalışan, pervasızca yıkıp yapan ham bir toplum aldı. Kentlerimizin ortasında dedelerden kalma yeşil alanlar, yani mezarlıklar beyaz mermer bloklarla dolmaya başladı. Yaşarken yıkıp-yapan, yapıp-satanlar, ölümünde de aynı işi devam ettiriyor. Eski mezarlıklarımızın onurlu bir uygarlığın belgesi olduğu açıktı, yenileri de bugünün uygarlığını(!) temsil edecek.
BELEDİYE SEYREDİYOR
Edirnekapı´da geçen sene değindiğimiz perişan kabirler halen öyle. Manevi değerlere(!) çok sahip çıkan belediyeler sadece seyrediyor. Mekanizmanlar gayet basit: İşi en ucuza alan bazı halde de yakın çevreler işi yürütüyor. Tabii doğru dürüst yürütmüyorlar. Mezarlıkların etrafındaki sakinler hatta bütün bir şehir ise bu medeniyetle alakası olan kitleler değil. Açıkçası oradakilerle bir yakınlık kuramıyorlar. Zaten oturdukları toprakla bile ilgileri yok. O yüzden hem inşaatları yürütenler saygısız ve yıkıcı davranıyor, hem de etrafta abideyi korumakla sorumlu olanlar lakayd kalıyor.
MAZİYLE BAĞLANTI
Alpler´deki bir dağ köyünde kilisenin vaftiz ve düğün defterlerine kayıtlı olan köylüler bugün orada yaşayanların atalardır ve insanlar bunu bilir ve bağlantı kurar. Hatta çok köksüz diye dil uzattığımız Birleşik Devletler´de Margaret Mitchell´in ?Rüzgâr Gibi Geçti´ romanında gördüğümüz gibi 1860´lardaki toprak sahibinin kızı Scarlett O´Hara ile büyükannesi olarak ruhsal bir bağlantı içindedirler. Niçin Türk halkı mazisiyle bağlantı kuramıyor. Kimse mezar taşlarını okuyamadığımız için demesin. Tophane´de Nusretiye Camii´nin yanına sözde sanat merkezi olacak gudubet binayı konduran Güzel Sanatlar Fakültesi´nin bulunduğu ülkede bu çok gülünç bir mazerettir.
?TÜRK-İSLAM´ DİYENLER
Ayrılık Çeşmesi Mezarlığı için en iyi kaynak Selma Gül´ün ?Türk-İslam Medeniyeti´ dergisinin 17. sayısında yayınlanan makalesidir. Acaba bu hanımefendinin yazdığı değerli makaleyi Türk-İslam medeniyeti lafını ağzından düşürmeyenler okuyup harekete geçiyorlar mı?
UNUTULAN HAMİYETKÂR BAKAN
1993 yılının 5 Şubat günü Türkiye politikasının gördüğü en zeki siyasetçilerden birini Gerede civarında otobanda kaybettik. Galiba dalgınlık veya işaret bozukluğundan ters yola girmişti. Hayatının son 3 yılında tanıdım. Ara sıra görüşürdük. Eşi doktor Füsun da unutulmayacak kişiliklerdendi. Göz uzmanıydı, hâlâ Arapgirli büyükanneleri gibi bal ve pekmezle hamur tatlıları hazırlardı. ?Kahveci´lerin en büyük özelliği insanı daha ilk anda saracak kadar sıcak, yaratıcı bir görüşme ortamına girebilmeleriydi. Adnan Kahveci bu memleketin dürüstlüğüyle tanınan ve hakikaten de öyle olan politikacılardandı. Kaza günü onun partisinden olan olmayan solda sağda herkes üzüldü ve dürüst insanların başına gelen geldi. Parlak hekim adayı olan büyük kızları onlarla beraberdi. Bir hafta sonra o da hastanede bu dünyayı terk etti.
Görünen manzara; pazartesi saat 10.00´da Kartal-Yakacık Mezarlığı´nda hemşerileri ve yakınları onu ve ailesini toplanıp anacaklar. Geride kalan iki oğullarından birisi ağır hasta. Diğeri birçok nüfuzlu zevatın çocuklarının aksine iyi yerlere tırmanmış gibi değil. Eğer toplum olarak adam olmak istiyorsak Kahveci ve onu dürüstlük yolunda destekleyen ailesini unutmamamız lazım. Bir toplum ancak böyle insanlara duyduğu şükran ölçüsünde var olabilir.