Öncelikle merhabalar. “Kiralık Oturduğumuz Ev” isimli ikinci şiir kitabınız geçtiğimiz günlerde okurla buluştu. Hayırlı olsun. Nasıl başladı şiir yolculuğunuz? İlk mısra, bitirilen ilk şiir, ilk yayımlanma…
Teşekkür ediyorum. Tabii ilk kitabım sessiz bir şekilde çıkmıştı. Pek fazla kimsenin de haberi olmadı. Murad ettiğim şey çok farklıydı o kitapta. Amatör bir heyecanla tamamen bireysel bir çabanın ürünü olarak hayat buldu. Şiire erken yaşlarda başlamama rağmen gerek aile hayatı gerekse de iş yoğunluğu beni biraz uzak tuttu şiirden. Ama içimdeki şiir nefesi her daim mevcuttu. Bu nefesi sürekli alıp veriyordum hayatın içinde. Sadece kâğıda dökülmemişti, dergilerde yer almamıştı diyebilirim. Şiirle tanışmam gerçek anlamda lise hayatımın son yıllarına rastlar. O dönemde şiirin popüler bir tür olma yoluna girdiğini anımsıyorum sanki. Şöyle ki radyolarda İbrahim Sadri’nin o büyülü sesi pek çok kimsenin şiire olan alakasını artırdığını söyleyebilirim. Aslında bu dönemde yazmış olduğum şiirler tamamen o yaşların vermiş olduğu heyecanın iç dökümü gibiydi. Üniversite eğitimine başladığım yıllarda anlam dünyamın değiştiğini içten içe fark ettim. O dönemin dergilerinden biri olan Gerçek Hayat dergisine birkaç şiir gönderince baktım yayımlanıyor ki onun üzerinde metnimin yayımlandığını söyleyebilirim müstear isimle. Yazdığınız şeyi matbu bir dergi içinde görmenin tarifsiz bir mutluluğu olduğunu söylemek isterim bu arada. Evet dedim, yazdığım şeyler şiir olabilir. Çünkü yazdığım şeylerin tam olarak şiir kimliğine sahip olup olmaması ile ilgili şüphelerim vardı. Ve o dönemden itibaren gerek okuma gerekse de yazma noktasında üstün bir gayret sarf ettim. Edebiyat okumamın biraz da bu işe katkı sağladığı düşüncesindeyim. Hasılı şiirle tanışmam böyle başladı ama farklı bir şekilde devam etti. Çünkü öğrendikçe ve okumalar arttıkça yazdığınız şeylerin tatmin boyutu da artıyordu. Kendi iç sesinizle bu adam bu şair bunu nasıl yazmış diyordunuz. Ve okuduğunuz metnin kendi hayatınızda bir anlam oluşturması sizi daha büyük maceralara sürüklüyordu. Ondan sonra bakışınız, görüşünüz değişiyordu. Şiir dediğimiz şeyin hayatta bir karşılığı olduğunu düşünüyorum. Siz onu yakalayabiliyorsanız ve yeteneğiniz varsa onun bir metne, şiire dönüşmesi artık çok kolay oluyor. Kiralık oturduğumuz ev biraz da bu maceranın ürünü. Tabi bunda Yedi İklim dergisinin ayrı bir yeri olduğunu söylemeliyim. Çünkü dergide şiirlerim yayımlandıkça kendi iç dünyamda hissettiklerim apayrı şeylerdi. Bu durum sizin daha fazla yazmanıza ve okuma yapmanıza vesile olduğunu da söylemeliyim. Tabii ki yaşamadan yazmak, hissederek yazmak gibi düşünsel eylemlerin gelgitinde bir durum bu. Otuz şiirden oluşan bu kitaptaki pek çok şiirin Yedi İklim dergisinde hayat buldu. Üç yıllık bir çalışmanın getirisi diyebilirim bu şiirlere. Her birisinin ayrı bir hikayesi ve yazılış süreci var. Bu noktada şunu da belirtmek isterim insan yazdığı her şiirden ya da yayımlanan son şiirinden sonra bir korkuya kapılıyor. Acaba bir daha yazabilecek miyim, bir daha şiirim yayımlanacak mı? Tabii bu da bir içsel süreç. Şairin iç yolculuğu diyebilirim buna.
Aykağan Yüce
Şiirin hayatınızdaki yeri ve karşılığı nedir?
Şiir dediğimiz mefhumun müphem ve aleni bir tarafının olduğunu düşünüyorum. Bendeki karşılığı bu ikisinin arasında bir yerde kesişiyor gibi. Şiir kendini çok kolay ele veren bir tür değil. Kendinizi zorlamanız gerekiyor. Bazen zorlasanız bile o müphemiyeti çözebilmeniz mümkün olmuyor. Çünkü şiirin diğer bütün türlerden daha fazla sır tutan bir tarafı var. O sırrı kolay kolay da ifşa etmiyor. Aynı zamanda aleni, bazen çok kolay yakalıyor sizi. Bütün sevinçlerinize, kederlerinize ortak edebiliyor. Bir dize bütün hayatınızı etkileyebiliyor ya da bir şair size bir kapı aralayabiliyor. Açıkçası şiirin beni diri kılan bir tarafı olduğunu söyleyebilirim. Bunu şunun için söylüyorum. Şiirsel anlam dünyam genişledikçe hayatının anlam dünyası da değişiyor. Şiirin hayatla ve insanla olan bağının güçlü filizleri sizi bir anlamda başka noktalara götürüyor. Şiir bende hep müspet anlamda tesir yapmıştır. Karamsarlığa ya da karanlığa düştüğümü hiç hissetmedim. Bilakis inançlarımın yapı taşlarındaki harçlardan biri oldu zamanla. Şiirin çağıran bir tarafı var. Fısıldayan, uyandıran bir taraf bu. Söz gelimi üstat Sezai Karakoç’un; bana ne geldiyse geldi yukardan/bana ne yaptıysa yaptı bulutlar/ben geldim geleli açmadı gökler... Yağmur Duası adlı bu şiirdeki bu dizeler insan tekinin hayatını sorgulaması için yeterli birer ipucu olduğu kanaatindeyim. Şiirin bu tarafını seviyorum, söyleyeceği şeyi direkt söylemeden size hissettirerek söylüyor. Kendi şiirimle ilgili şunu söylemekte beis görmüyorum. Yazdıklarımın okuyucu nezdinde anlamsal bir karşılığı olsun isterim. Bu noktada insan tekinin yapıp ettiklerini yakalamaya çalışan bir göz edinmeye çalışıyorum. Kendi şiirsel serüvenimi bir merkeze oturttuğumu artık düşünüyorum. Tabi yürünecek çok yol var daha ama beni açıkçası korkutmuyor. Bazı şeyleri yolda düzeceğimi de düşünüyorum. Şiirin bir de böyle bir tarafı var. Eğer bir yeteneğiniz varsa zamanla o yeteneğinizi öğrendiğiniz bilgiyle geliştirebiliyorsunuz. Ben şiirin öğrenilebilir bir şey olduğunu düşünmüyorum sadece var olan bir dairenin çevresinin büyütülebileceğini düşünenlerdenim. Yani sabahtan akşama kadar çalışıp şu işi de öğreneyim diyemiyorsunuz. Çünkü sözcüklerin yan yana gelmesi ve anlamlı bir bütün oluşturması şiirde çok kolay yapılacak bir şey değil. Güçlü şiirlerin çoğunun yaşanmış ve bir duygu fırtınası şeklinde hayat bulduğuna inanıyorum. Kendi yazdıklarımı da bu çerçevede değerlendirebilirim. Ya çok güçlü bir şekilde hissedeceksiniz ya da onu yaşayacaksınız. Başka türlü bir şiirin ortaya çıkması mümkün gibi gelmiyor. Olsa bile okuyucu da yeterli etkiyi hissettiremeyeceğini düşünüyorum.
Bir şiirinizde “Annem yorgunluğun üzerinde otururdu akşamları/Yakılmamış bir sobaya gücenik/En küçük yavrusuydum ben, sarı buğdayla alışık/Giderdi, saatlerce gelmeyen bir sıcaklık” diyorsunuz. Bir başka mısraınız ise “Kömürün karası çalınırdı her kış rengine/Sular sel adını alınca şehirlerde/Duvarlarda izi kaldı boylarımızın/ ekmek, Mushaf bir de kendimiz kaldık tepelerde/Sularla böylece” Çocukluk, ilk gençlik yılları, aile evi… Şiirleriniz otobiyografik mi?
Bütün şiirlerim için bunu söyleyemem ama bazı şiirlerin hayatımdan izler taşıdığını tabii okuyucu da fark etmiştir. Çünkü insan denen varlık yaşadıklarından bağımsız biri değil. Bu diğer türlerde de böyledir. Yani bir romancı ya da hikayeci mutlaka ortaya koyduğu metinlerde kendi hayatından izlere yer verir eserinde. Bu gayrı ihtiyari olan bir şey. Söylediğiniz mısraların şöyle bir anlamsal karşılığı var bende. Annem çalışma hayatının içinde olan birisiydi. Biz küçük yaşlardayken işe gider gelirdi. Ben ailenin en küçük ferdiyim. Ailenin yükü evde abi ve ablanın omuzlarında. Ben de olan ise anneye olan büyük bir özlem. Düşünün anneniniz sabahın köründe işe gidiyor ve akşamın geç saatlerinde geliyor. Ekonomik anlamda babanın katkısı eve yetmiyor. Biraz bunun bilincindesiniz ama yine de anneye olan özlem farklı boyutlarda içinize işlemiş. Hiç unutmam tek katlı betonarme bir evimiz vardı. Etrafı açık ve iskanı olmayan, yaşadığımız bölge itibarıyla gecekondu yapılaşmasının çok fazla olduğu bir yer. Ve çok iyi hatırlıyorum o zamanları. Yağmur yağdığında sürekli evimizi su basardı. Ne yaparsak yapalım bir türlü çare bulamazdık bu duruma. Bütün eşyalarımız çamura bulanırdı. Gövdemize kadar yürürdü su evin içinde. Şimdi tebessümle hatırlıyorum o yılları. Benim için biraz da oyun gibiydi o yıllar. Çünkü daha çocuktum ve her şeyin farkında değildim açıkçası. Ve dönemin böyle bir görüntüsü oluşmuştu üzerimizde. 90 sonrası yıllar diyebilirim buna. Tabi bu durumun hüznü hala yaşıyor iç dünyamızda. O yıllarda baba bugünkünden çok daha güçlü bir figürdü. Kömür sobalarının yandığı tek göz odada bütün ailenin nefes aldığı mutlu ve hüzünlü zamanlar. Bendeki anlamı aslına bakarsanız yaşamış olmanın verdiği bir mutluluk. İyi ki diyebiliyorum bazı şeyler için. İyi ki görmüşüm, iyi ki yaşamışım. İnsanın sahip olamadığı tek şeyin zaman olduğu bu dünyada bir daha böyle şeyleri bu şekilde yaşamanız pek mümkün değil. O yıllar köyden kente göçle birlikte şehirleşmenin de arttığı yıllardı. Bugün de hala sel felaketleri oluyor. Düşünün toprak yolların asfalt yollara dönüştüğü günümüzde plansız kentleşme ve yapılaşma hala hafızalarımızı diri tutuyor. Bendeki o yıllara dair fotoğraf aile bütünlüğü fotoğrafı. Bugün artık büyüdük. Kendimiz bir aile olduk. Evet, bugün de mutluyuz ama o zamanın vermiş olduğu sıcaklık bugünkünden daha farklı bir sıcaklık. Aradığımız şey bu belki de. O zamana ait o sıcaklığı, o duyguyu, o hüznü, o sevinci bir daha yaşamak istiyor insan. O sıcaklığı arıyor.
Kitap, Belgesel ve Nostalji başlıklı iki bölümden oluşuyor. Her iki bölümün başlığında da Andrey Tarkovski epigrafı var. Sinema ve öykü, roman, piyes gibi diğer edebi türlerle aranız nasıl?
Sinemayla bağımın iyi olduğunu söyleyebilirim. Öykü ve roman konusunda aynı düşüncede değilim. Öykü ve roman okumayı seviyorum ama daha çok malzeme noktasında okuma yapmak hoşuma gidiyor. Sinemanın şiirsel bir arka planının olduğu düşüncesindeyim. Belki bunu şiir kadar milimize edemeyebilir ama sinema dediğimiz fotoğrafı şiir gibi okuduğunuzda size söyleyeceği çok şey vardır. Tarkovski sinema alanında bunu başarmış bir yönetmen. Nostalji olsun İz Sürücü olsun diğer birkaç filmi olsun Tarkovski’nin şiiri sinemaya uyarladığını düşünenlerdenim. Evet, şiirde bir olay, kişi, yer zaman gibi olay çevresinde oluşan roman, öykü gibi türlerin yapı unsurları mevcut olmayabilir ama bazen bir dize, bir dörtlük size çok iyi bir kurgu yaratmanıza imkân tanıyabilir. Haşim’in Merdiven şiirini sinemaya uyarlamak niçin mümkün olmasın. Kitabımı da aslında belgesel ve nostalji diye ayırırken bunu yapmaya çalıştım. Belgesel bölümündeki pek çok şiiri görselleştirebilirsiniz, hepsini bir hikâyeye, romana dönüştürmek mümkün. Söz gelimi belgesel şiirinin arka planına baktığınızda bir atın bütün hayatını sinema ekranında vermek pekâlâ olabilir. İkinci kısmın nostalji olması biraz benim hatıratımla, geçmişimin izdüşümüyle alakalı. Orada da görselleştirilecek çok sayıda şiir olduğunu düşünüyorum.
Sıklıkla yeni isimler ve yeni şiir kitaplarıyla karşılaşıyoruz. Nicelik olarak bereketli bir edebiyat ortamı olduğu çok açık. Nitelik olarak da aynı şeyden bahsedebilir miyiz?
Güncel şiiri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kuşak ve dönemlerle birlikte şiirin de dönüştüğü ve değiştiği düşüncesindeyim. Bugün şiir ortamının ezcümle üreten ve üstüne katma değerini koyan bir yapıya dönüştüğü kanısındayım. Sizin ortaya koyduğunuz ürünlerin kıymeti belki bugün ortaya çıkmayabilir. Ama zamanla sesini bulan, içeriğini hayatla bağdaştıran, yaşadığını yansıtan bir şiirin geleceğe kalacağı kanısındayım. Geçmişten günümüze şiirle ilgili, şiir kitapları ile ilgili pek çok şey söylenip durdu. Okuduklarımdan hafızamda kalan bir şey ikinci yeniyi çok ağır şekilde eleştiren bir eleştirmenin onların şiirinin geleceğe kalamayacağını söylemesi… Bugün kitabı okuduğumda bu beni tebessüm ettirmişti. Her çağ kendi türküsünü söyleyecektir. Bugün yaşadığımız dönem geçmişle mukayese edilemeyecek kadar farklı durumları içerisinde barındırıyor. Buna rağmen insan varlığının yaşadıkları şeyler genelde ortak ve ayrı. Önemli olan bu dönemdeki insanın ortak yaşadıklarını ayrı bir dille ve özgün bir şekilde ortaya koyabilmekten geçiyor. Yaşadıklarını anlamlandıran ve öznel bir sese ulaşan şairlerin her daim okunacağını düşünüyorum. Meselenin ben nicel nitelikten çok hayatın olağan akışı içerisinde nerde durduğumuz ve neyle hemhal olduğumuz meselesi olduğuna inananlardanım. Meselesi olanın işi de oluyor. Bugün hayatı mesele edinen pek çok şair dostumuz var ve onlar kıyamete değin hayat türküsünü söylemeye devam edecekler. Ben edebiyat ortamının bu bereketinin kıymetli bir üretim olduğunu düşünenlerdenim. Zaten zamanın eleği niceliği zamanla ortadan kaldıracaktır. Ki bunu geçmişle mukayese ettiğimizde görebiliyoruz.
Kalemini beğendiniz, şiirlerini sıklıkla okuduğunuz şair veya şairler kimlerdir?
Kendime yakın bulduğum şairlerin başında Turgut Uyar’ı söyleyebilirim. Onun hem öyküleyici hem de daha soyut metinlerini kendime yakın buluyorum. Cahit Zarifoğlu’nun uzun soluklu şiirleri her zaman ilgimi çekmiştir. Yine Sezai Karakoç sürekli yenilenen bir şiir gibidir sesi. Hiç ölmez. Asaf Halet Çelebi’deki tasavvufi imgesellik ve derinlik de her zaman ilgimi çekmiştir. Daha konuşan, söyleşen şiirleri seviyorum aslına bakarsanız. Belki burada günümüz şairlerinin ismini zikretmemiş olabilirim. Yalnız hemen hemen yaşayan pek çok şairin şiirini takip ediyorum. Bunu mecburi bir görev olarak addediyorum. Çünkü şiirsel tekamülümün böyle olgunlaşacağına inanıyorum. Şiirlerden ilhamla çok sayıda şiir yazdığımı biliyorum. Bazen bir sözcük bende bir şimşek gibi çakıp bir şiire dönüşebiliyor. Bu noktada şairlerin biraz kendilerini zorlaması gerektiğini düşünenlerdenim. Yeter ki siz günün belli anlarında bu murakabeye zihninizi açasınız.
Kitaptaki en sevdiğiniz şiiriniz ve hikâyesi…
En sevdiğim şiir değil belki ama evlatlık şiirinin hikayesi beni her zaman hüzünlendirir. Şöyle ki çalıştığım kurumda öğretmen ve idareci olmam nedeniyle karşılaştığım bir durum. Bu yaz bir öğrenci velisi gelmişti. Benden oğluyla ilgili yardımcı olmamı istedi. Oğlu üveymiş. Ve “evlatlık” gibi bir kelime kullanmıştı. Bu beni çok duygulandırdı. Adeta sarsmıştı. Evlat değil evlatlık nasıl oluyor diye düşündüm akşama kadar. Baba ile oğul arasında oluşmayan bir bağ bu. Yani yeteri kadar sahiplenilmemiş bir çocuk var görüntüde. Bu olayın akşamında yazmıştım bu şiiri. Özellikle son kısmındaki
"Çünkü annem sarı saçlıdır benim
Beni her gün tabuta koyar
Babam, özken fiildir
Üveyken, isimleşir rüyamda"
Dizeleri hemen hafızamda yer etti.
Çok teşekkürler…
Ben teşekkür ederim.
Kaynak:Yedi İklim Dergisi