Türkiye oldukça ilginç bir ülke. Zaman zaman umutsuzluğa kapıldığımız ama her şeye rağmen yine de tüm yaşama sevincimizi ve umutlarımızı yitirmediğimiz bir ülke. Zemherinin en ağır demlerinde açan kar çiçeklerini görmek gibi, kimi beklenmedik gelişmelerin ümitvar kalmamızı mümkün kıldığı bir ülke. Mesela eski Mazlumder başkanı Ayhan Bilgen’in Türkiye siyasetine ve yıllarca içerisinde siyaset yaptığı HDP’ye karşı yaptığı eleştiriler, Kars’taki Belediye Başkanlığındaki icraatları, yeni bir siyasal anlayış geliştirme çabası gibi. Zira Türkiye siyasetinde uzun yıllardır yeni bir siyasal aktör ve farklı bir siyasal bakış açısı siyasal arenaya dahil olmuş değildi. Umarız ki Ayhan Bilgen, artık oldukça durağanlaşmış ve farklı bir söyleme ihtiyaç duyan siyasete yeni bir soluk getirir.
Öte yandan ise gerek HDP’ye karşı yöneltilen baskılar ve hatta kapatma çabaları, meclisin işlevsizliği ve bu işlevsizliğin diğer demokratik kurumlara (AYM, yargı kurumları, basın camiası vb.) da yayılma çabası, belirgin ölçekte umutsuzluklara da yol açmakta. Sedat Peker’in ifşaatları sonucu ortaya çıkan manzara ise asıl çürümenin Marmara Denizinden önce Türkiye siyaseti ve kurumlarında yaşanmakta olduğunu göstermekte. İşin asıl trajik ve ibretlik yanı ise gerek siyasal gerekse kamusal kurumların, sanki tüm bu anlatılardan haberleri yokmuş ya da bunlar kendilerini ilgilendirmiyormuş gibi sürdürdükleri çıldırtıcı sessizlik. Ve hatta sanki bir rüya âleminde yaşamaktalarmış ve onca olan bitenin farkında değillermiş gibi hareket etmeleri. Aslında Peker, “ne gülüyorsunuz, bu anlattıklarım sizin hikâyeniz” demekte ama öyle bir pişkinlik söz konusu ki, hiç kimse anlatılanları üstüne almamakta.
İrfan Aktan’ın Gazete Duvar’da, Fransa’da hocalık yapan Hamit Bozarslan ile yaptığı röportajda da, benzeri meseleler değerlendirilmekte. Etyen Mahçupyan ise 29 Haziran’da, Serbestiyet’teki yazılarına ara verdiğini belirten bir yazı ile hem bu röportajı, hem de Türkiye siyasetinin içerisinde bulunduğu kaotik hali değerlendirmekte.
Mahçupyan’ın temel şikâyeti olan, “(halk ve yönetim olarak) Türklerin anlayışsızlığı ve isteyerek cahil kalma eğilimi” ve hatta kimi zaman cehaletin övgüsüne dek giden bir tepkisellik, aslında bizim de anlamakta güçlük çektiğimiz ve eleştirmekten uzak kalmadığımız bir eğilim. İçerisinde bulunduğu hali değiştirmeye karşı isteksizlik ve buna dair yolları açabilecek olan ilme ve düşünce erbabına karşı kuşkuculuk, ve bunu destekleyen sinik bir tutum, içerisinde yaşadığımız toplumun tarihsel macerasına da dayanan bir kendisini (varlığını) savunma azmi (beka sorunu) olarak da tezahür edebilmekte. Özündeki kırılganlığı ve krizlerle baş etme güçsüzlüğünü de ele veren bu bakış, neredeyse törel bir esasa dönüşmüş bulunmakta. Zira krizler bir düşme durumudur ve bu düşüşten çıkış ise düşünceyle, o ise okumalarla ve ilimle sağlanabilmektedir. Bu ise araçsal bir malumatfuruşluktan ziyade müzakerelerle derinleştirilmiş tefekkürle mümkündür. Bu konudaki derin isteksizlik ise tarikatlar, cemaatler ve hatta partiler gibi korumacı ve cari cehaleti destekleyen yapılara sığınmakta bulunmakta.
Esasına bakılırsa Türkler gibi görece olarak daha yenilerde yerleşik ve şehirli hayata geçen (göçebe) bir toplum, sözgelimi Yahudiler gibi okumayı ve bilgiyi önemseyen ve bu sayede ayakta kalmaya çalışan bir niteliğe sahip olmalıdır. Ama bu kitabîlik (“ehli kitap” olma), Yahudilerin macerası açısından esasa dayanan bir hususiyet iken, Türklerin tarihsel macerası bu hususiyetten yoksundur ve daha sonraları da telafi edilmek için ciddi gayretlerde bulunulmamıştır. Dolayısıyla kılıca dayanan bir güç hali bu açığı biçimsel olarak kapattığı için oralarda kalınmış, uzun Osmanlı asırlarında topluma yerleşikliğin zorunlu kıldığı ilmî destek sağlanamamış ve hatta ilim dilinin Arapça olması ve buna dayanan ilmî kibir, halkın büsbütün cehalet içerisinde kalmasına yol açmıştır.
Hamit Bozarslan da söyleşisinde, bu meseleleri yakın dönem üzerinden ve kendi bakış açısıyla değerlendirmeye ve açıklamaya çalışmakta: “Ortada 100-150 yıllık bir hikâye var… Bu süreç boyunca devletin legal, rasyonel bir yapı olarak ortaya çıkışı son derece istisnaidir. Belki burada Kemalizm bir istisna olarak gösterilebilir. Kemalizm’i de istisna yapan şey, on yıllık savaşın yarattığı ağır bedel nedeniyle rasyonelleşmenin kaçınılmaz olması ve Mustafa Kemal’in Talat Paşa ekibini tümüyle entegre etmesiydi… Mustafa Kemal, Enver’in adamlarının büyük bir kısmını tasfiye etti ama buna karşın Ermeni Soykırımı’nı yapan devlet bürokratlarının çok büyük kısmını da olduğu gibi devlete entegre etti… Kemalizm’in rasyonelleşme dönemi aynı zamanda İttihatçıların Sosyal Darwinist, organik toplum hayalinin gerçekleşmesi anlamına geliyordu.”
Kemalizm’in siyasal gerçekçiliği ve köktenci bir Batılılaşmacılığı topluma dayatan eğilimi su götürür olmasa da, rasyonelliği tartışmaya açık bir iddia. Salt Fransız aydınlanmasına dayanan Batılılaşmacılığı, bilmem ki bu iddiayı teyid etmeye yeter mi? Zira sürdürülen biçimci gayret, oldukça akla ziyan ve salt otoriter bir güçle mümkünleşen bir halkı uslandırma halidir. Korkutan, uyumlulaştıran ama sürece dahil edemeyen bir gönülsüzlük. Sadece belli bir etrafın, o da çıkarları gereği dahil olduğu bu sürecin rasyonelliği, kendinden menkuldür. Her fırsatta açığa konulan halk tepkisini salt gericiliğe, dinselliğe ve hatta ilkelliğe atfetmek ise ideolojik bir açıklama biçimi olsa da, asla bilimsel ve gerçekçi değildir.
Mahçupyan da Bozarslan’ın bu yaklaşımına tam olarak katılmayarak, kendi bakışındaki farklılığı şöyle açıklamakta: “Böyle bir tarihsel momentte Türkiye’nin en azından toplumun çoğunluğunu kuşatacak ve taşıyacak bir ideolojiye ihtiyacı var. Ancak ne Kemalizm’in ne de muhafazakârlığın bunu beceremeyeceği belli… Açıkça itiraf edilemese de son yüzyıl ideolojik açıdan bir iflas tablosu ortaya koyuyor. Dolayısıyla devlet rasyonalitesi Cumhuriyet’in öncesine giderek, bugüne benzeyen bir ortamda neşet eden İttihatçılığı ihya etmenin peşine düşüyor…”
Aslında Bozarslan da benzeri şeylere dikkat çekmişti: “İttihat ve Terakki ise gün ışığında faaliyet gösteren ama tamamen gizli bir çete, paramiliter bir örgüttü. O devirden 1960 ve 70’lerdeki komando kamplarına ve bugüne kadar çok uzun süreli bir devamlılık var. Bu süreç boyunca devletin legal, rasyonel bir yapı olarak ortaya çıkışı son derece istisnaidir. Belki burada Kemalizm bir istisna olarak gösterilebilir. Kemalizm’i de istisna yapan şey, on yıllık savaşın yarattığı ağır bedel nedeniyle rasyonelleşmenin kaçınılmaz olması ve Mustafa Kemal’in Talat Paşa ekibini tümüyle entegre etmesiydi…”
Buradaki “rasyonellik”in savaş şartlarının bir icbarı olduğu ve oldukça teknik ve salt araçsal bir terim oluşunun da akılda tutulması gerekmekte. Bozarslan’ın da bu konuda şerhleri bulunmakta: “Kemalizm’in iki dünya savaşı arasında totaliter ya da pre-totaliter ideolojilerden biri olduğunu, o dönemde parti-devlet sistemiyle karşı karşıya kaldığımızı, ‘milli-ebedi şef’ olgusunun bu dönemde ortaya çıktığını, altı ok olgusunu unutmayalım. Mustafa Kemal’in tahayyülü demokratik bir Türkiye değildi. O, 20. yüzyılın anti-demokratik olacağını, bunun da faşizm, Bolşevizm ve Kemalizm ideolojilerine dayanacağını düşünüyordu… Türkiye’nin vazgeçmediği ve sürekli tekrarladığı soru şu: ‘Türkiye nasıl kurtuldu?’ Oysa demokratik bir siyasetin soracağı soru şudur: ‘Türkiye nasıl kuruldu?’ Ermeni Soykırımı’nın, Rum Mübadelesinin, Dersim Katliamının ve daha nicelerinin üzerine kuruldu.”
Halkın siyasete dahil edilerek, sistemin ortak bir yaşama azmi içerisinde çoğulculaştırılması yerine, baskılarla ve dışlamalarla sindirilmesine dayanan demokrasi karşıtı ve özünde olumsuz olan bu tutumlara, başörtüsü sorunu, Kürt sorunu gibi yakın dönemlerde sürdürülen toplumu baskılama biçimleri de ilave edilebilir. Çünkü Türkiye siyaseti genellikle belli ezberler ve sınırlılıklar üzerinden hareket etmekte. Araçsal modernleşme azmi bir yana koyulursa, gerçekten yenilikçi, barışçı, akilane ve stratejik hamleler yapma basiretine ve becerisine sahip değil. Korkuların egemen olduğu bir tepkisellik, istisnai olumlu girişimleri de akamete uğratmakta. Sığ bir ulusalcılık, belli bir durumu sürdürme çabasını yegâne olumluluk olarak topluma dayatmakta; bu ise toplumu bir korku duvarıyla çevirmekte. O zaman ise sistem, artık kadükleşmiş olan bu esası koruma adına yola çıkan çıkar çevrelerinin yasa dışılıklarına göz yummakta ve sorgulanamayan çetelerin bir oyuncağı haline getirilmekte.
Devam etmekte Bozarslan: “Unutmayalım ki Türkiye, Susurluk meselesini çözmedi. Susurluk, devletin paramilitarizasyon sürecinin sonucuydu ve şu anda o sürecin çok daha yoğun bir biçimiyle karşı karşıyayız…” Susurluk meselesinin çözümlenemeyişi ve buna benzer devletle iç içe girmiş çetelerin yasa dışı eylemleri karşısındaki suskunluk, günümüzde de sürdürülmekte. Yeni baştan tesis edilen statüko ise topluma kaçınılmaz bir gerçeklik (rasyonellik) olarak sunulmakta. Bu bağlamda sözü yeni uzlaşı sürecine getiren Mahçupyan’a göre de “2016 yılı, Erdoğan’ın parti içi tasfiyesi, Gülenci darbe girişimi ve MHP tarafından ‘sunulan’ cumhurbaşkanlığı sistemi ile, bu rasyonalitenin konjonktürel zeminini oluşturuyor. Anlatılan hikâye dünyanın tam da şu günlerde yeniden kurulduğu ve Türkiye’nin bu dinamiği yönetecek güçlü ve ‘bilinçli’ bir yönetime muhtaç olduğudur.”
Bozarslan ise Türkiye siyasetiyle iç içe geçmiş olan suç örgütlerinin mantığını irdeleyerek, sözü Osmanlı’dan beri gelen bir sürekliliğe getirmekte: “Peker aslında ‘bana kanla imzalattığınız himaye paktına uymazsanız, ben de asi bir evlat olarak bu paktı kanla çözerim’ diyor. Fethullah Gülen olgusu da kısmen böyleydi ve pakt kanla bitirildi. Yarın-öbür gün Peker’inkine benzer yapılarla da böylesi bir pakt sonlanmasına tanık olabiliriz… ‘İhanet etmiş babaya’, -ki bu, başkalarını da döven bir baba- eril bir söylemle isyan eden oğulun kahraman olarak görülmesi geleneği Osmanlı’da zaten vardı. Efeler, Çukurova isyancıları, Kozanoğulları gibi… Bu açıdan Türkiye toplumu reayalaşıyor. Reaya iktidarın işine karışmaz, iktidara soyunmaz, ata binmez ve kılıç kuşanmaz. Bu, İslâm felsefesinde çok açıkça dile getirilen bir olgudur ve Osmanlı’nın siyasal kültürü de reayalaşmaya dayanıyordu. Reayanın korunma hakkı var ama hak talep etme hakkı yoktur…”
Doğrusu bir bilim insanının bazı meselelere ideolojik yaklaşımından ötürü bu denli üstünkörü yaklaşımı insanı şaşkınlığa düşürmekte. Evet, reaya ile ilgili söylenenler doğru ama bu hangi “İslam felsefesinde” açıkça belirtilmiş bir olgu? Osmanlı âlimlerinin bürokratlığını ve yargılarının dinî bir jargonla ifade edilmesini ise İslam ile karıştırmamak gerekir. Çünkü günümüzde de olduğu gibi bürokrasi açısından esas olan devletin çıkarını gözetmektir. Beri yandan Osmanlı sisteminin dayandığı geleneklerden birisi de Bizans’tır. Bunun da ötesinde, bazı istisnai isimleri bir yana koyacak olursak, Osmanlı bürokrasisinde bağımsız âlimler kadar felsefelerden de söz edilemez. Osmanlının daha çok Anadolu kültürü ve kendi çağının koşullarına uyarlı siyasal davranışının İslam felsefesiyle ne alakası vardır, bilinmez…
Devam etmekte Bozarslan: “Türkiye’nin demokratikleşebilmesi için gerçekten radikal bir demokratik tahayyüle ihtiyaç var ve bu da geçmişin radikal sorgulanışı olmadan mümkün değil. Akli melekelerin restorasyonuna ihtiyaç var Türkiye’de” Beri yandan “Türkiye’deki iktidarın kendi kendini imha etme potansiyeli de var. Fakat… Erdoğanizm’in hem kendisini imha etmesi hem de alternatiflerini anlamsızlaştırması, içlerini boşaltması, alternatifsizliği iktidarının devamlılığı için kullanması ihtimal dışı değil.”
İrfan Aktan, tam da bu noktada kışkırtıcı ama yine ezberlere dayanan bir soru sormakta: “Son yıllarda hem AKP iktidarının İslamcı karakteri hem de laikliğe yönelik saldırılar ve gerici-dinci cemaatlerin elde ettiği alanlar karşısında Kemalizm’in belli kitleler nazarında yeniden bir alternatif olarak yükselmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?” Oysa Ak Parti iktidarı hiçbir zaman kendisini İslamcı olarak tanımlamadığı gibi, İslamcılar da bir bileşen olarak 2002’deki ilk Ak Parti meclisinde, o da kısmen bulundular ve daha sonra ya tasfiye edildiler ya da Ak Partinin gidişatına ayak uydurdular. Tabi ki bu gidişatı İslamcılık olarak tanımlamak, bazı sol çevreler açısından oldukça cazibeli olduğu gibi, bir taşla birkaç kuş vurma kolaycılığına ve fırsatçılığına da dayanmakta. Geleneksel bazı imgelere bağlılığın İslamcılıkla ifadesi ise bazı anlayış darlıklarına dayandığı kadar kimi ideolojik faydalar da sağlamakta. Ne var ki CHP’nin bir alternatife dönüşmesi salt Ak Parti’nin aymazlıklarına bağlanamaz. Pozitif bir tutumun da ortaya konulması gerekirdi ki bu da muhalif partileri uzlaştırma becerisi yanında, Kemalist tabularından bir ölçüde uzaklaşması ve hatta dine karşı tutumundan sıyrılmasıyla ortaya çıkan bir gelişme. Bu ise demokratik siyaset açısından oldukça doğal bir yönelim. Ama İrfan Aktan’ın tüm bu değişimleri dikkate almayan söylemsel ezberleri devam etmekte: Laiklik, gericilik, dincilik, Kemalizm’in yükselişi…
Bozarslan’ın cevabı da benzer bir eda içerisinde devam etmekte: “Aslında Kemalizm’e karşı alternatif olarak yine Kemalizm sunuluyor. Az çok okumuş birisi Kemalizmin ne kadar radikal milliyetçi, Sosyal Darwinist olduğunu bilir. Eğer Türkiye demografik olarak İslamcılaştırıldıysa, bunda İttihatçılığın ve onun devamcısı olarak Kemalizm’in çok önemli bir rolü var. Ayrıca en azından bir Kürt olarak benim açımdan Kemalizm, faşizmin alternatifi olamaz.” Yine aynı ezber; Müslümanlaşmayla İslamcılaşmayı eşitleyen bir dikkatsizlik ya da yanlış anlama mahareti.
Mahçupyan ise sözlerini belirgin bir karamsarlıkla bitirmekte: “Açıkçası Türklerin büyük çoğunluğunu bu halde görmek biz Türk olmayanları enerjisiz bırakıyor ve kendi dünyalarımıza dönmeye itiyor. Ermeniler artık konu değil… Ama Kürtler bu açıdan çok kritik. Eğer Türkler kendi sorumluluklarını sahiplenmezler ve birlikte yaşamayı Kürtlerin basiretinden beklerlerse, tarihin sayfalarına hatırlanmak istenmeyecek yeni bölümler eklenebilir… Bozarslan’ın hissiyatını bilmiyorum ama benimkine benzediğini sanıyorum… Gerçekçi bir analiz yaptığımızda karamsar bir tablo çizmiş oluyoruz. Ama aslında bunun değişebilme potansiyelini de güçlü bir şekilde destekliyoruz. İyimserliğimizi yitirmiyor, ama beklentimizi düşük tutuyoruz… Türk kimliğini taşıyanların da artık beklentilerini normalleştirmesi, kendi gerçekliklerine daha mesafeli ve serinkanlı bakması, sıradanlığı içselleştirmesi lazım. Enerjilerini hayallere değil gerçeklere ayırmaları, gerçeklerden kaçmak için değil onları göğüslemek için kullanmaları lazım… Aksi halde bu ülke daha çok uzun yıllar zamanını aynı zihniyet kalıbının içinde ‘patinaj’ yaparak ve kendini kandırarak geçirir.”
Söylenmek istenilen belki şu: geçmişteki şaşaalı günlere dönme arzusu yerine verili gerçekliğin kabullenilmesi ve âleme nizam verme hayali yerine kendi şartlarının içselleştirilmesidir. Ama bu neden bir “sıradanlığın içselleştirilmesi” olsun ki? Ve hatta neden gelecekten umut kesilmeye yol açsın ki? Mahçupyan’ın asıl korkusu ise Ak Parti MHP işbirliğinin, faşizme teşne bir İttihatçılık biçimine evrilmesi: “Modernliğin kendi içinde sorun yaşadığı ve aynı zamanda küreselleşme dinamiği içinde olan bir dünyada çeper ülkelerin potansiyel işlev ve öneminin artmasına tanık oluyoruz. Türkiye de bu dönemden avantajlı çıkmaya aday. Ne var ki bu aynı zamanda belirsizlik ortamı demek ve güçlü devlet iradesine davet çıkarıyor. Böyle bir tarihsel momentte Türkiye’nin en azından toplumun çoğunluğunu kuşatacak ve taşıyacak bir ideolojiye ihtiyacı var. Ancak ne Kemalizm’in ne de muhafazakârlığın bunu beceremeyeceği belli… Açıkça itiraf edilemese de son yüzyıl ideolojik açıdan bir iflas tablosu ortaya koyuyor. Dolayısıyla devlet rasyonalitesi Cumhuriyet’in öncesine giderek, bugüne benzeyen bir ortamda neşet eden İttihatçılığı ihya etmenin peşine düşüyor.” Bu “ihya” çabasıyla ilgili olarak bilmem ki Mahçupyan, birlikte hareket ettiği Davutoğlu’nun siyasal anlayışını ve stratejisini de sorgulamakta mı? Özellikle de Suriye meselesi ve Kürt siyasetindeki tutumunu ve rolünü nasıl değerlendirmekte?