Ayaklanma, kalkışma, başkaldırı, isyan, protesto, kitlesel eylem. Arapça “thawra”, devrim demek, o kadarını biliyorum. Şili, Bolivya Güney Amerika’da, Hong Kong Uzakdoğu’da, Sudan, Cezayir, Lübnan, Irak Arapça konuşan âlemde. Ve şimdi, heybedeki iri turp İran. Denebilir ki, iyi güzel de, ya Çin, ya Rusya, ya cümle Türk cumhuriyetlerinin hali?
Yerküremizde yeniden değişim rüzgârları mı esiyor? Güney Amerika’dan, hatta ABD’den de, Hong Kong’la Uzakdoğu’dan ve Ortadoğu’dan. Scorpions popüler “Wind of Change” baladını çıkardığında yıl 1990’dı. Değerli dostum Soli Özel 1989’un otuzuncu yılını bağlamına oturtan güzel yazılar yazdı son haftalarda. Duvarın yıkılmasına, SSCB’nin çökmesine, Tiananmen ıskasına, onun deyimiyle “liberal hülyaların” ayazda kalmasına değindi, okumanızı öneririm.
“Wind of Change” şarkısında “Gelecek havada / Her yerde bunu hissedebiliyorum / Değişim rüzgârıyla birlikte esiyor /Beni o anın büyüsüne götür / O kutlu gecede / Yarının çocukları hülyalar kuruyor / Değişim rüzgârında” diyordu Klaus Meine. Bazen cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşenir. Bazen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın her fırsatta aşağıladığı, kriminalize ettiği Gezi gibi bir kıvılcım denk gelir ömür boyu konuşulur, kimileri için bir ömre bedeldir zira.
Ben çocukken tek kanallı siyah-beyaz TRT haberlerinde Lübnan iç savaşı, FKÖ, uçak kaçırmalar, kara Afrika’da paralı askerlerin de karıştığı darbeler, Latin Amerika’da diktatörlükler, ABD-SSCB silahlanma yarışı, nükleer dehşet dengesi imgelemimi beslerdi. Üniversitede ve mesleğin ilk yıllarında Yugoslavya İç Savaşı, duvarın yıkılışı, SSCB’nin parçalanışı derken 11 Eylül saldırıları ve “terörle mücadele”. Kafaları belki ABD’nin tarihin en gaddar diktatörlerinden Saddam’ı devirmesi bulandırdı.
Ardından Şii-Sünni iç savaşı geldi. Sonra Ortadoğu IŞİD’i adeta “kustu”. Belki kimilerine göre IŞİD mezalimi de bir başkaldırıydı. Bugün Irak’ın başkenti Bağdat’ta aralarından üç yüzün üzerinde kayıp veren kitle, Yeşil Bölge’nin kapılarına dayanmış durumda. Kandan, dehşetten başka bir deneyim yaşamamış genç nesil, “ne Kürt, ne Arap, ne Şii, ne Sünni, ne Hristiyan, ne İranlı, hepimiz Iraklıyız” diye haykırıyor. Aralarına karışmak isteyen din adamlarını da evlerine geri kışkışlıyorlar.
İşte belki Scorpions’un “yarının çocuğu” 2008 Eylül doğumlu kızım Alaz’ın tiyatro tutkusu sayesinde Pazartesi gecesi onunla birlikte izlediğimiz Belçikalı Ultima Vez topluluğunun “Traptown” (“Kapankent” diye çevrilebilir) müzikali böyle bir şeyler anlatıyor. Kamu yararı, karar alma sürecine katılım, başkaldırı, düzen ve özgürlük, şiddet tekeli, tarihle yüzleşme, kanunun üstünlüğü gibi temaları işliyor. Kalkışmalar, isyan bastırmalarla geçen oyunun sonunda o karabasan “Kapankent”, devasa bir obrukta yok oluyor: Sifonu çekilen Dipsizgöl çarpı on gibi canlandırın gözünüzde. Anlatıcı da “ahmaklar” diye mırıldanıyor.
Söylem gerçeklerden kopuk olabiliyor. Buna “propaganda” deniliyor sanırım. Her gün, her an maruz kaldığımız propaganda mutlaka bir tortu bırakıyor zihinlerimizde. Tutup “beynimdeki su boruları elhamdülillah kaval gibi, pırıl pırıl, billur gibi düşünüyorum” demek güç. İrili, ufaklı tıkanıklıkların olması kaçınılmaz. Sözcüklerle, terimlerle, dağarcığımız kadar düşünüyoruz; alet çantasından çekip aldığımız gereçler siyasal eğilimimizi dışa vurup, betimliyor.
Ayaklanma, kalkışma, başkaldırı, isyan, protesto, kitlesel eylem. Arapça “thawra”, devrim demek, o kadarını biliyorum. Şili, Bolivya Güney Amerika’da, Hong Kong Uzakdoğu’da, Sudan, Cezayir, Lübnan, Irak Arapça konuşan âlemde. Ve şimdi, heybedeki iri turp İran. Denebilir ki, iyi güzel de, ya Çin, ya Rusya, ya cümle Türk cumhuriyetlerinin hali? Öyle de, varsayalım ya yarın yahut belirsiz bir öbür gün, Tiananmen’de tankın önünde elinde beyaz naylon torbasıyla kırılgan bir kurşun kalem gibi duran o isimsiz mangal yürekli adam Hong Kong’dan bir esin kaynağı alırsa?
Başka sözcükler, kavramlar: Meydan okuma, sınama, boyun eğme, umursamazlık, bıkkınlık, karamsarlık, bunalım. Aslında belki bu aralar bizim küçük köyde moda olan bu “şu filmi, bu oyunu gördüm, şu kitabı okudum” tarzı yazı yazmaktan kaçınmaya çabalıyorum ama bir de filmden söz edeyim. Bir bakıma bir (ilk?) #MAGA filmi olarak da okunabilecek “Ford vs. Ferrari” (bizde felâket bir tercihle “Asfaltın Kralları” adı verilmiş) baskın anlatıya meydan okuma olarak da görmeye değer bence.
Ken Miles, tankıyla Normandiya’dan Berlin’e kadar gitmiş bir İngiliz sürücü ve “mekanik”. Carroll Shelby, kendi de epik LeMans yarışını sürücü olarak kazanmış bir yarış otomobili fabrikatörü. ABD otomobil devi Ford, Ferrari’yi tahtından indirmek için bu ikiliye yatırım yapıyor. Ancak Shelby ve Miles, yalnızca pistte Ferrari’yle değil, kafkaesk Ford bürokrasisi ve onun karar alıcı kravatlı gri-adamları, taşkafa muhasebecileriyle de mücadele ediyor. Zira bunlar, oyunu onların kurallarıyla oynamayan herkesi yok etmeye yeminli, onların gerçekleri beyaz-yaka ofislerinin dokuzdan beşe sanallığı kadar.
On bir yaşındaki kızım Alaz Selcen benim onun yaşındaki halim gibi burnu televizyon ekranında yukarıda sıraladığım tarihsel olayları izlemiyor. O gelecek tahayyülünü (tahayyülde, hülya var mı?) “Traptown” gibi müzikallerle biçimlendirirken, seksen yaşındaki (1939 Ekim) annem Tülin Selcen de yeniden kemoterapiye başladı. Kemo malûm, kanserin zehirle yenilmesine dayanıyor. Bünyesini zayıflatsa da annem de tutunuyor bir biçimde yaşama, bir savaşım ortaya koyuyor. Oysa geleceği artık uzak bir geçmişte. Yine de.
İkisinin arasındaki bense, elli yaşında oyun havuzunun ortasına bırakılan yeni emeklemeye başlamış bir bebek gibi çevreme yayılmış şeyleri elime alıp bırakarak, bunları elimde evirip çevirerek, birleşiyorlar mı diye deneyimleyerek, bunlardan anlamlı bir bütün ortaya çıkar mı, çıkacak mı, diye kısıtlı kavrama kapasitemle, kısıtlı deneyim ve birikimimle düşünüyorum. Annem tutunuyorsa yaşama, kızım geleceğe umutla bakıyorsa, benim de ödevim, yenilsem de en azından oyunun içinde kalmak. Anlamlı bir uğraşı mı bu? Belki.
Bir Japon diplomatın eşinin, “bulunduğunuz yerde baharın geldiğine dikkat etmiyorsanız, artık oradan ayrılmanın zamanı gelmiştir” dediğini okumuştum, bir zamanlar bir yerlerde. Yenilmek, yenilmemek ağızlarımıza büyük gelen lâflar da, bahar her yıl yeniden gelir, onu elimizden kimse alamaz, bunu biliyoruz. Bir de bari, geldiğinde baharın belirtilerinin ayırdına varalım. “Çorap söküğü gibi” denilmiş bizde, kim bilir belki göçebe toplum olduğumuz için, ayağımıza giydiğimiz çoraptaki sökükten esinlenmişiz.
Aydın Selcen kimdir?
1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.