Abdulaziz Tantik Analiz Etti...
Ayasofya’nın yeniden camiye dönüştürülmesi ile başlayan tartışma zemininin entelektüel bir derinlikten yoksun olduğu açıkça gözlemlenmektedir. Yorumlar, daha çok, kişinin/kurumun durduğu yerden hareketle yapılıyor. Bu yüzden ortalıkta ‘körler, sağırlar, birbirini ağırlar’ deyimi baskın karaktere dönüşüyor.
Hâlbuki semboller, medeniyetlerin, kültürlerin, tarihin, düşüncenin, siyasetin ve milletin katında haklı bir kıymete ve derinliğe sahiptirler. Siyasal zeminde de sembolün tarihsel kırılmalara tekabül eden işlevsellikleri söz konusudur. Ayasofya gibi bu toprakların ruhunu işaret eden ve temsil eden ender yapılar söz konusu edilebilir. Ayasofya, Ortodoks yapının bel kemiğini oluşturuyor. Bir dönem Roma’nın egemenlik ve ihtişamını gösterirken daha sonra İstanbul fethedildikten sonra ise Osmanlı’nın çağ kapatıp çağ açan siyasal başarısının temsiliyetini üstlendi. İstanbul tek başına fethedilse idi bu kadar ses çıkarmazdı. Ama Roma imparatorluğunun yıkılışının ilanı ve kültürün temel göstergesi olan Ayasofya’nın cami olarak yeniden yeni bir göstergeye dönüştürülmesi bu tarihsel kırılmaya işaret ettiğinin teminatıdır.
Tarihte her zaman yenilgiler, düşüşler ve daha birçok bozgun meydana gelmiştir. Ancak onlar, o durumu işaret ederler, o durumu aşan bir yapıya gönderme yapmazlar. Milyarlarca insan doğuyor. Ama Muhammed (sav)in doğuşu tarih değiştiriyor. Ya da bir sürü general ölümden dönmüş olabilir. Veya savaşlar kazanabilir. Ancak Napolyon’un idamdan kurtulup, kendisini idam edeceklerin idam fermanını imzaladığında tarihin akışını değiştirdi. Tarihte bu tarz kırılmalar pek azdır. Bu kırılmaları daha öznel tarihsel göstergelerde de bulma imkânı vardır. 1071 Malazgirt meydan muharebesini kazanan Alparslan, tarihe altın harflerle kendini yazdırmış ve Anadolu tarihi için tarihin akışını değiştirmiştir. Yani bir kişi, kurum, sanatsal simge, ibadet mekânları, kendilerini ancak kendilerinden sonra büyük bir değişime kapı araladıklarında kendi cinsleri içinde özel bir yere/simgesel değere sahip olabilirler.
Bu bakış, düşünce ve yazarlar içinde geçerli… Bir düşünce veya yazar, ortaya koyduğu bakış, vizyon ve çözüm yolu önerisi ile kendisinden sonrasını belirleyebildiği oranda öne çıkar ve tarihi bir şahsiyet veya değişimi başlatan düşünce olmayı hak eder. O zaman adını altın harflerle tarihe yazdırır. Ayrıca her yüzyılda büyük değişimler olacağına dair ciddi bir öngörü ve tarihsel sürekliliğe haiz yaklaşım biçimi vardır. Hadislerde bu konuya atıflar bulunmaktadır. Her yüz yılda bir müceddid gelecek ve her şeyi yeniden yorumlayarak yeni ufuklara kapı aralayacak denmesini de bu çerçeve içinde değerlendirmek lazımdır.
Meselemiz Ayasofya olunca doğal olarak kendi tarihimize dikkat kesilmek durumundayız. Tanzimat Fermanı 1839 yılında okunduğunda Osmanlı açısından tarihi bir kırılmanın eşiğine gelindiğini işaret ediyordu. Yepyeni bir duruma yönelen tarihi akış, o yüz yıl boyunca sürekli gerilemeler eşliğinde o yüz yılın sonuna doğru yıkıldı. Ama asıl yıkılışı Ayasofya’nın Cami olmaktan çıkartılarak müzeye dönüştürülmesiydi. Tarihi karar 1934. 1935 te ise müze olarak açılıyor. Daha öncesinden 1922 de saltanatın kaldırılması, hilafetin ilgası ise 1924 olarak görülüyor. Ancak Ayasofya müzeye dönüştürüldüğü zaman kendi beka sorununu hallettiğini düşünüyor. Ancak doğurduğu sonuçlar açısından bakıldığında olumlu ve olumsuz bir sürü örneklem verilebilir. Örneğin, modernleşmenin içselleştirilmesi ve modern kabullerin kabulünü sağlaması önemliydi. Batılı anlamda eğitim, formasyon, iş ahlakı, siyaset yapma biçimi vesaire ile müslüman ahlakının yobazlık, gericilik olarak tesmiye edilmesi ve sürekli batıyı taklit ederek var olma mücadelesi devam etti… Anadolu toprakları açısından bir geriye dönüşü simgeleştirdi.
Birinci dünya savaşı sonrası ile bugün arasında tam bir yüz yıla varan zaman var. Yeni bir başlangıç olduğu tartışmaları hararetle devam ediyor. Soğuk savaş dönemi bitti, çoklu güç dönemi başlayamadı. Yeni arayışlar, yeni stratejiler ve yeni siyaset biçimleri istiyor. Ortada tam bir kaos var. Türkiye bu çerçeve içinde yeni bir arayışı dillendiriyor. Kendi halkı ile barışık olmayı başarmaya çalışırken, tarihten devir aldığı sorunları kısmi olarak çözüme kavuşturma iradesini ortaya koyarken son on yılda maruz kaldığı siyasi hamleler hepimizin gözleri önünde gerçekleşiyor. Cumhuriyet tarihini, tek parti dönemi ve darbeler dönemi olarak isimlendirebiliriz. Ak Parti iktidarında bile e darbe diyeceğimiz bir 27 Nisan muhtıra darbesi gerçekleştirilmek istendi. İlk kez iktidar, darbeye karşı kendini koruma refleksi göstererek karşı duruş sağlandı. Bu ilk hamleydi ve önemliydi. Kırılmanın başlangıç noktası olarak işaret edilebilir. Ama daha büyük bir darbenin önü alınamadı. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi, halkın karşı çıkması, iktidarın sert bir tepki ile halkı sokağa davet etmesi ve püskürtme iradesi birleşince askeri darbe yenilgiye uğratıldı.
Cumhuriyet tarihi açısından bu ilkti. Askeriye üzerinden batılı güç odakları darbeye teşebbüs ediyor. Ama geri püskürtülüyor. Bu tarihin en önemli kırılma anı olarak tarihe geçecektir. Cumhuriyet tarihi bağlamında bu ilk başarı, Türkiye’nin bağımsızlaşması yolunda en önemli adımı işaret eder. Artık, yeni bir darbe girişimi asla kendine meşru bir alan oluşturamaz. Darbe olsa bile kabulü sağlanamayacağı için uzun ömürlü olma ihtimali kalmamıştır. Bu yüzden darbeler Türkiye de anlamlı olmaktan çıkmıştır. Bu süreç devam ederken 2020 yılında yine bir temmuz ayında Ayasofya Cami olarak yeniden açılışının yapılması karara bağlandı. 24 Temmuz da ilk kez Cuma namazı ile normaline dönecektir.
Burada şu noktaya dikkat çekelim: tarihsel kırılmalar ve onarmalar her zaman bir sürece mebni işlerlik kazanırlar. Sabahtan akşama her hangi bir şey değişime uğramaz. Kırılmalar ne kadar keskin olursa olsun, o kırılmaların neden olacağı yeni durumun işlerlik kazanması için belirli bir sürenin varlığına ihtiyaç vardır. Türkiye kendi beka sorununu aşma eğilimi, Ortadoğu için düşünülen parçalanmışlığın bu dönemde hayata geçirilmesinin taktik, stratejik kararlarının verildiğinin ayyuka çıkması üzerinedir. Bu parçalanmışlıktan kurtulmanın ilk adımı, Türkiye’nin bugüne kadar kendisine küstürdüğü dindarlar, Kürtler, Aleviler ve Azınlıklarla bir uzlaşı ve bütünlük arayışını siyasal çabaya dönüştürdü. İşte bu arayışların uzantısı olarak Ak Parti, iktidar olarak yeni Türkiye’nin kurucu partisi oldu. Bu iktidar süreci içinde sürekli bağımsızlığı ilke olarak öne çıkartan siyasi yaklaşımlar öncelendi. Siyasi ittifakları da bu çerçeve içinde tercih etti…
Kırılma, devlet ile iktidar arasındaki beka sorununu çözmede oluşan ittifakın varlığı ile belirginlik kazandı. İç çatışma alevlendirildi. On beş temmuza giden süreç böylece başlamış oldu. Ama kırılma bir kere yaşanmış ve yeni bir tarihe doğru yola çıkılmıştı. Ayasofya kararı ile bu yolun döşenmesi tamama ererken, artık bu tarihsel kırılmayı besleyecek yeni kültürel atılımlar, medeniyet çalışmaları, toplumsal barışın ikamesi ve iktidar, siyaset ve toplumsal bütünlüğün sağlandığı bir zeminin kurulmasıdır. Suriye ve Libya örneklerinde ve daha sonra atılacak adımlarda da bu tercihin izlerini göreceğiz.
Yeni bir tarih yazılıyor. Bu yeni tarih hem dünya çapında bir tarih yazımını işaret ediyor. Artık modernliğin karanlık yüzü, yeni düşüncenin yüzü ile yer değiştiriyor. Dünya yeni bir sistem arayışında… Zaman alacağı aşikâr… Ama Türkiye için de yeni bir tarih dilimi başlıyor. Kaybettiği şeyleri yeniden kazanabileceği bir zemin kuruluyor. Görülen o ki Türkiye emin adımlarla yolunu döşüyor ve adımlarını yeni döşediği yola uygun bir şekilde atmaya devam ediyor. İnsanlık modernleşme ile ciddi bir kırılmaya uğramıştı. Anlamsız ve Tanrısız bir dünya kurulacağı umudu vardı. Sonuç; büyük bir hüsran ve bu kırılmanın başlangıcını oluşturdu. Modernliğin savunuculuğunu yapan aydınlar, artık modernliğin duvara tosladığını ve anlam ile değer konularında sınıfta kaldığını açıkça dillendiriyorlar.
Yeni durumu kavramak için ufkun yönelimini dikkate almak lazım. Hemen bütün davranış kodlarının ve alışkanlıklarının değişeceği beklentisi ham hayalden öteye geçmez. Ancak, yeni yönelim, belirli bir süreç içinde yeni alışkanlıklar, yeni kültürler ve hatta yeni bir medeniyet kuruluşuna zemin oluşturacaktır. Türkiye, dünya tarihi içinde kendi tarihi dayanaklarına dayanarak varlığını koruma altına alacağı gibi insanlığa da yeni bir anlamın ve değerin, yaşam kültürünün imkânlarını sunacaktır. Biraz zaman alsa da bunu gerçekleştirecek adımların atılacağı aşikâr…
Bu temel gerçekliği görebilmek için biraz hafızamıza yönelerek son on yılda olup biten gelişmeler ile son yüz yılın mukayesesi yeterli fikri kazandırır. Ayrıca kendi tarihsel serüvenimiz içinde de bunu gözlemleyebiliriz: şöyle ki; seksenli, doksanlı yıllarda var olan kültürel doku ile iki bin yirmili yıllardaki kültürel doku mukayese yapılamaz, bilgi ve teknoloji düzeyinde de bu böyledir. Yayınlanan ve ortaya konan eserlerin mukayesesinde de durum bundan farklı değil…
O zaman Ayasofya, sadece Ayasofya değil bir tarihin sonunun ilanı ile yeni bir tarihin başlangıcının ilanı anlamına gelmektedir. Bu yeni durumu içselleştirmeyi beklemek beyhude bir çaba olabilir. Ancak, meseleyi ciddiye alan ve entelektüel derinlik arayan kişiler, ana hatlarını dikkate alan siyasal bir okumaya yönelmeli, iç siyasal tartışmalar ve kısır çatışmaların dışında kalarak yeni ufkun uzandığı yeni dokuyu görmeye çalışmalılar. Böylece yeni dönemin daha sağlıklı bir işlerliğe kavuşmasına katkı yapılabilir.
Şöyle bir itiraz gelebilir: Ama dünya sistemi var, ABD ve Nato’suz bir şey yapılamaz. Çin, Rusya ekseni var vesaire denebilir. Ancak bu demode bir dönemin argümanlarıdır. Artık bu argümanlar ile siyasi okumalar gerçekleştirilemez. Bunu şimdiden görebiliriz. Türkiye kendi eksenini oluşturacak adımlar atmaya çalışırken çelme takılabilir, önü kesilmek istenebilir. Ama her seferinde kendi ayakları üzerinde durmayı başararak kendi iradesini hayata geçirmeye ve bunu siyasal dile tercüme ederek siyasal olanı belirlemeye devam edecektir. Tarihsel süreklilik devam ediyor. İçerde yapılanlara yönelik yığınla eleştiri yapılabilir. Ancak bu eleştirileri ortadan kaldırmak için siyasi irade yeterli ortamı bulduğunda harekete geçerek düzeltmeyi yapabilir. Bu zor bir şey değil!
Meselenin en zor yönü; dip akıntı ile yüzeydeki akıntı arasındaki gerilimin dikkate alınmadan dip akıntıyı göz ardı ederek yüzeydeki akıntıyı dikkate almaktan geçiyor. Bu yüzden dip akıntı yüzeydeki akıntıyı etkileyecek düzeye doğru yürüyüşünü sürdürmektedir. Bize düşen bu yürüyüşün devamına katkı sunmaktır, önünde engel olup durdurma çabasına yeltenmemektir.
Son yüzyıldır ilk kez tarih yüzünü Türkiye’ye döndü. İçerdeki karmaşa ve keşmekeşe rağmen, yönü belirleyecek önemli adımların atılmasına devam ediliyor. Dünya sisteminde kendi konumunu oluştururken sağlam adımlarla yoluna devam ediyor. Sadece son dönemde uluslar arası toplantılarda Türkiyeli siyasetçilerin açıklamalarına bakmak yeterlidir. Uluslar arası siyasal sistemde Türkiye son beş yıldır aradığını bulan bir ülke olma yolunda emin adımlarla yürümektedir. Özellikle Amerikan başkanının Kudüs ile ilgili yaptığı açıklamaya Türkiye’nin etkin rol oynayarak yaptığı davet sonunda yapılan toplantıda Amerikan başkanın kararının uluslar arası bir karşılığının olmadığını ve uluslar arası hukuki meşruiyeti yoktur, kararını aldırdı. Bu başarı Türkiye’nin durduğu yeri gösterir. Karşısında yeni politik arayışlara yönelen kesimleri ve devletleri dikkate aldığımızda Türkiye’nin önünde duracak bir gücün varlığının görülmediğidir.
Bu bakışım, çok romantik görülebilir, çok umut var görülebilir, uzak bir ihtimal görülebilir. Ancak, son on yılın Türkiye ve dünya siyasetinin temel kodlarını dikkatle izler ve olagelen siyasi gelişmeleri doğru bir şekilde okumaya başlarsanız, aslında yakın gelecekte olabilecek bir siyasi değişimler dizgesi olduğu belirginlik kazanır…