Ayasofya ibadete açıldı, yani duvarları arasında artık namaz kılınabilecek.
Peki, hepsi bu kadar mı? Gelişen bu olayı nasıl izah edeceğiz? Namaz kılanların çoğalması ve mevcut camilerin kifayetsizliği ile mi? Elbette ki hayır! Olay mekân darlığı ile değil ruhsal genişleme ile alakalı.
Ayasofya’nın aslına çevrilmesi, toplumsal zihniyet ve toplumsal psikoloji açısından “sosyolojik” bir değişime gebe olduğumuzu gösteriyor.
Değişen dünyada yerimizi ve safımızı tekrar belirlediğimizi gösteriyor.
Tıpkı Ayasofya’nın müze haline getirilmesinde olduğu gibi...
Birileri diyebilir: “Müze haline getirilirken toplum bugünkünden daha dindardı” diye. Haklıdır. Lakin o vakitler ruhunu kaybetmiş cesedini taşıyordu. Şimdi ise bedenine yeni ruh aşılamakla meşgul...
Bu bakımdan Ayasofya toplumsal bedenin ruh’udur. Cihan harbi neticesi gelişen dünya şartları o “ruh”u işe yaramaz saymış ve müzeye tıkmıştı. Dünyanın müstekbir güçleri demeye getiriyordu ki sizin ruhunuz öldü. Artık bize mâni olamazsınız. Müzelik olan ruhunuzu içerinizde hissetmeyin. Onu bir nesne gibi karşınıza alın ve zaman zaman müzeye gelerek seyredin... Nostaljik takılın...
Böylece kendinizi daha sıhhatli bir şekilde Batıcı bir “özne” olarak algılayabilirsiniz.
Ama insanımız kendisine biçilen bu yeni rolü pek benimsemedi. Devlet ise Batının ruhundan bile bihaber taklitçiliğin dibine vurdu.
Başka bir deyimle ruhsuzluğun zirvesine yürüdü. Tek yaptığı eylem bindikleri Batı treninden inmemek ve rahatsız olan halka parmak sallamak...
İrtica mirtica; Kemalizm memalizm ayaklarıyla.
Oysa yaşanan varoluşsal bunalımdı.
Osmanlı hakkında toplumda uyanan merak aslında toplumun yarınları hakkında duyduğu endişeden kaynaklanıyordu. Toplum yarını için tasavvurda bulunuyor ve kendine tarihinden rol biçiyordu.
Gardırop artık tatmin etmez olmuştu. Boynundaki “senden adam olmaz, sen yapamazsın” yaftası da cabası.
Oysa Cumhuriyet seçkinleri ile başlayan tarih anlatısı Selçuklu ve Osmanlıyı es geçiyor hatta söz Osmanlıya gelince düşmanca tavır takınıyordu. Amaç: ortak geçmişimizi silmek, her şeyi 19 Mayıs 1919 ile başlatmak idi. Değişik bir ifade ile zihinleri silip yeni bir format atmak içindi bütün gayretler.
Böylece daha iyi batıcı, tüketici ve taklitçi olacağımız hesap ediliyordu... Hem bunun ne sakıncası vardı ki “hars” milli, “medeniyet” beynelmilel değil miydi? Üstelik medeniyet İslam öncesi Türkler vasıtasıyla bütün dünyaya dağılmış değil miydi?
Yapılanlar ve söylenenler beyhude bir çaba idi, tutması imkânsızdı, tutmadı da.
Unutulmamalıdır ki tarihte karakter rolünü oynamış toplumlara çağdaş sahnelerde biçilen “figüran” rolü fazla sürmez. Geçmişi musallat olur; sönük, önemsiz ve etkisiz rolünü layığı veçhile yerine getiremez. Getiremez çünkü tarihi müktesebatı olan gizilgüç onu rahatsız eder. Ondan etkinlik yani fail olmasını ister; etkinlik özlemi onda istence yani iradeye sebebiyet verir.
İradede eyleme...
Kısacası şuur altının şuur halini almasıdır olmakta olan.
Ayrıca mukallitlik döneminde İslam Coğrafyası Batının bütün ideolojilerini deneye deneye bir hâl oldu ama derdine çare bulamadı. Müslümanlar her alanda tam bir zelillik yaşıyorlar. Zenginlikleri yağmalanıyor, dünyanın müstekbirleri bilek güreşlerini bu coğrafyada tutuşuyorlar. Yakıyor, yıkıyor, öldürüyorlar. Yetmezmiş gibi birde İslam’ı ve Müslümanları hakir görülüyorlar. Bunu inandırıcı kılmak için kendilerine hizmet eden örgütler kurup adına da “cihatçı” diyorlar.
Kısacası Müslümanlar hayatlarından ve gidişattan memnun değiller. Elbette ki başlarındaki işbirlikçi yöneticileri müstesna...
Müslüman olmayan mazlum halkların da durumu bundan çok farklı değil.
Müstekbirlerde eski gücünde değiller. Güç kaybettikçe birbirlerine sarıyor ve günlerini kurtarmaya bakıyorlar.
Şu anda aklı başında hangi insan Avrupa Birliğinden şifa umabilir ki?
Kısacası dünya yeni oluşumlara muhtaç
Cihan savaşı ile yüz yıl önce kaybettiklerimize yeniden kavuşabilir ve insanlığa tevhid, adalet, ahlâk ve saygınlık dolu bir medeniyetin varlığının, işaret fişeği görevini üstlenebiliriz.
Yeter ki anlamsız ideolojilerle enerjimizi boşa harcamayalım... Harcayarak beden ile ruhun vuslatını geciktirmeyelim.
Ve Batının bize sunduğu reçetelerin ayak bağımız olduğunu asla unutmayalım...