Bugünlerde Türkiye’nin gündeminde Ayasofya’nın ibadete açılması meselesi var.
Takdir edeceğiniz gibi Türkiye gibi çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede ibadete açılmasının anlamı eskiden olduğu gibi tekrar cami olarak hizmet görmesidir.
Tabi mesele bu kadar basit değil.
Siyasal ve en önemlisi de uluslararası boyutları var ve tartışma da büyük ölçüde bu bağlamda yürütülüyor.
Yani cami iken müzeye çevrilmiş, şimdi de tekrar camiye çevrilecek şeklinde formüle edilecek basitlikte değil.
Çünkü Ayasofya ilkin kilise olarak yapılmış ve Fatih’in İstanbul’u fethetmesine kadar da kilise olarak kalmış.
Bu yüzden doğal olarak Hristiyanlar da bu mabet üzerinde işte bu tarihsel gerekçelerden hareketle hak iddia ediyorlar ve 'İbadete açılacaksa eğer kilise olması gerekir' demektedirler.
Bu olmayacaksa en azından müze olarak devam etsin diyenler de var.
Yani Ayasofya’nın müze olarak kalması ya da kilise olarak ibadete açılması yönünde uluslararası bir baskı söz konusudur, Cumhuriyet'in ilk yıllarında olduğu gibi.
Birinci Dünya Savaşı'nda yenik düşmüş, Kurtuluş Savaşı'nı kazanmış; ama eskisinden çok daha zayıf bir durumda olan Türkiye’nin bu uluslararası baskılardan kurtulmak için çareyi Ayasofya’yı müze yapmakta bulduğu anlaşılıyor.
Ayasofya’nın cami olmaktan çıkarılırken kilise yapılmaması, bunun yerine müze yapılması bilinçli bir tercihti.
Cumhuriyet'i kuranların batı medeniyetinin benimsedikleri laik yüzüyle irtibatlıydı.
Şimdi ise Ayasofya bağlamında farklı bir durumla karşı karşıyayız.
Anlaşıldığı kadarıyla Türkiye son yıllarda uluslararası baskıları belli ölçülerde dikkate almaya gerek duymayacak güçte olduğunu düşünüyor.
Bütün bunların kuşkusuz haklı sebepleri ve dikkate alınması gereken argümanları var.
Ama bugün eğer Türkiye Ayasofya’yı cami olarak hizmete açacak güçte hissediyorsa kendini, açar ve uluslararası baskıları da dikkate almaz.
Yok, eğer bu yönde atılacak adımların doğuracağı riskleri göze alamayacaksa mesele bu haliyle kapatılır.
Siyasal olarak baktığınız zaman bu kadar nettir mesele.
Ancak Ayasofya meselesinin siyasetin, uluslararası ilişkilerin, şu veya bu ülkenin güçlü veya zayıf oluşunun ötesinde İslam dininin tarihsel teamülüyle irtibatlı bir boyutu vardır.
Peygamber efendimiz ve ondan sonra halifeler orduları sefere gönderirken “Sizinle savaşmayanlara, yaşlılara, kadınlara, çocuklara, tarlalarında çalışan çiftçilere, mabetlerde ibadet eden din adamlarına (dolayısıyla mabetlere) dokunmayın” diye emrettiklerini hepimiz biliyoruz.
Yine gerek peygamberimiz zamanında (Kabe gibi) gerekse ondan sonra halifeler zamanında fethedilen topraklardaki bazı mabetlerin (Kudüs’te Mescid-i Aksa, Şam’da Emevi Camii) camiye çevrildiğini de biliyoruz.
Soru şu:
Orduları sefere gönderirken yukarıdaki tavsiyede bulunan bir dinin mensupları, başta Hz. Peygamberin kendisi olmak üzere neden bazı mabetleri camiye çevirmişlerdir?
Bu soruya cevap vermek için İslam’ın kendini konumlandırdığı yeri bilmek lazım.
İslam dini ilk tarih sahnesine çıktığı günlerde kendilerini tevhidi geçmişe nispet eden; ama farklı düzeylerde de olsa şirke bulaşmış üç toplulukla karşılaştı.
İbrahim peygamberin dinini temsil ettiklerini iddia eden müşrik Araplar.
Musa peygamberin ümmeti olduklarını söyleyen Yahudiler.
İsa peygamberin yolunu takip ettiklerini iddia eden Hristiyanlar.
İslam dini tevhitten sapmalarının niteliğini merkeze alarak bu üç topluluğun her biriyle teolojik ve tarihsel bir tartışmaya girdi ve iddialarını çürüttü.
Mesela Müşrik Arapların, İbrahim peygamberle olan münasebetlerini “İbrahim hanif bir Müslümandı, müşriklerden değildi” diyerek iddialarını ve Kabe üzerindeki egemenliklerini temelden sarstı.
Hac, namaz gibi İbrahim peygamberden kalan tevhidi ibadetlere karıştırdıkları şirk unsurlarını yüzlerine vurdu ve pratikte üstünlük sağlamadan önce söylemde ve teoride ahlaki bir üstünlük elde etti.
Neticede müşrik Araplar topyekun tevhide dönerek gerçek İbrahimi çizgiyi benimsediler ve Kabe de fetihten sonra gerçek konumuna avdet etti.
Yahudilerde ise “Üzeyir Allah’ın oğludur” şeklindeki marjinal sapmanın dışında aslında akidede şirk sayılacak unsurlar pek yoktu.
Bu yüzden Yahudilere karşı verilen mücadele onların tevhit inancıyla bağdaşmayan sapkın gelenekleri, tarihleri uzun uzadıya eleştiri konusu yapıldı.
Peygamberleriyle, özellikle Musa peygamberle çelişkiye düştükleri ve kendilerini nispet ettikleri bu peygamberlere eziyet ettikleri, iftira attıkları, bazılarını öldürdükleri tarihlerinden örneklerle önlerine konuldu ve İbrahim’e, Musa’ya ve diğer peygamberlere onlardan daha yakın olduğunu, onların mirasını devralması gerektiğini vurguladı ve neticede bunun pratikteki ifadesi olarak Kudüs fethinde tevhit mabedi olarak kurulan Mescid-i Aksa yeniden tevhidi temsil eden ve pratikte yaşayan asıl sahiplerine avdet etti.
Hristiyanlarla da Müşriklerinki kadar yoğun olmasa da inançlarındaki şirk unsurları merkeze alan bir mücadele yürütüldü.
“Allah üçün üçüncüsüdür”, “İsa Mesih, Allah’ın oğludur” gibi inançlarına ağır ve sert eleştiriler yöneltildi.
Bizzat İsa’nın dilinde onların bu iddiaları yalanlandı:
Allah: ey Meryem oğlu İsa, insanlara beni ve annemi Allah’ı bırakarak iki ilah edinin, diye sen mi söyledin? dediğinde: seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz…dedi.
İsa peygamberi temsil etmekten uzak oldukları vurgulanarak tevhidi temsil etme misyonunun sadece Müslümanlarda olacağı ifade edildi.
Neticede Hristiyan diyarları fethedilirken, özellikle ilk kuşak muvahhit Hristiyanların inşa ettikleri mabetler şirk inancının unsurlarından arındırılarak tevhidi mabetler, yani mescitler haline getirildi.
Müşriklere ait topraklar fethedilirken, baştan itibaren tevhidin merkezi olarak inşa edilenlerin dışında (Kabe gibi) herhangi bir mabet mescide çevrilmedi.
Mesela İran toprakları baştan başa fethedilirken Medain’de ve İran’ın başka şehirlerinde var olan görkemli mabetler, ateşkedeler kesinlikle mescit haline getirilmedi.
Çünkü İslam dini Müslümanlara “takva esasına dayalı olarak inşa edilen mescitler”de namaz kılmalarını emreder.
Bu açıdan Süleyman Mabedi (Mescid-i Aksa), Şam’daki mabed ve tabi ki Ayasofya Yahudilik ve Hristiyanlık dönemlerinde ilk kuşak muvahhitler tarafından takva esası üzerine bina edildikleri için yeniden tevhide mal edilmişlerdir.
Bu nitelikte olan mabetlerin dışında herhangi bir havra veya kilise sonraki sapma dönemlerinde inşa edildikleri için tevhide aidiyetin ifadesi olarak mescide çevrilmemiştir.
Dolayısıyla İslam, tevhidi geleneğin son halkasıdır.
Bu gün size dininizi tamamladım…
Hz. Peygamber de “son peygamber”dir. Yani İslam dini, kendisinden önce gönderilmiş diğer tevhidi (semavi) dinlerin devamı, Hz. Peygamber de kendisinden önce gönderilmiş peygamberlerin misyonunun tamamlayıcısıdır.
Bu nedenle İslam dini önceki dinlerin özellikle Museviliğin ve İseviliğin mirasçısı konumundadır.
Onlara ait olan kitapları tahriflerden, şirk unsurlarından ayıklamak, mabetlerini ilk kuruluş amaçlarına uygun hale getirme hakkını görür kendisinde.
Ayasofya’nın Fatih tarafından camiye çevrilmesini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Ayasofya inşa edildiği dönemde İslam dini henüz tarih sahnesine çıkmamıştı ve peygamberler silsilesinin bir halkası olarak İsa peygamberin müntesipleri tevhidi temsil ediyorlardı.
Dolayısıyla Ayasofya tevhid ve takva esasına dayalı olarak inşa edilmişti.
Hristiyanlıkta sapmalar baş gösterip Müslümanlar tevhidin temsilciliği misyonunu devralınca Ayasofya’nın fetihten sonra camiye çevrilmesi bu misyonun doğal bir sonucuydu.
Müslümanlar evrensel tevhidin bütün mirasının kendilerine ait olduğunu ilan ettikten sonra geri kalan başka mabetlere dokunulmamıştır.
Nitekim Kudüs’te, Şam’da, İstanbul’da ve dünyanın fethedilen başka yerlerinde gerek havralar, gerekse kiliseler günümüze kadar Müslümanların egemenlikleri altında varlıklarını devam ettirmişlerdir.
Bugün eğer sembol mabetlerin dışında başka kiliseler veya havralar zaman içinde camiye çevrilmişse, bu, mabetleri müntesiplerinin elinden almak şeklinde değil, artık Hristiyan veya Yahudi kalmadığı içindir.
Şimdi temel soru şudur:
Biz bugün tevhidin mirasçıları gibi duruyor muyuz?