Fehmi Koru yazdı;
Ayağına kıymık battı diye insan ölür mü?
Ölürmüş.
Hüseyin Kobyaoğlu’nun ayağına bir ay kadar önce bahçede kıymık batmış. Rahatsızlanıp hastaneye kaldırıldığında kıymığın enfeksiyon yaptığı teşhisi konulmuş. Hastanenin yoğun bakım ünitesine kaldırılan adam önceki akşam vefat etmiş.
Kıymık enfeksiyona, enfeksiyon da ölüme yol açmış…
Ajansların duyurduğu haberi okuyunca gözümün önüne siyasi hayatımız, onun en belirgin unsurları olan siyasi partiler, iktidar ve muhalefet cepheleri, siyaset erbabının icraatları ve onlara verilen tepkiler geldi.
Kıymık-ölüm ilişkisine benzer bir takım gelişmeler siyasi hayatta da yaşanır.
Önce basit sayılan bir olay meydana gelir. Basit sayıldığı için üzerinde fazlaca duran olmaz. Ancak o basit olay çok daha karmaşık bir sorunun başlangıcıdır ve öyle olduğunu kimseler fark etmez ya da edemez. Vücutta kıymık batmasıyla meydana gelen değişime -iltihaplanmaya- benzer bir toplumsal rahatsızlık doğurur o ilk bakışta basit görülen olay.
Basit olaya göz yumulması, üzerine gidilmemesi, sorunun çözümü için çaba gösterilmemesi, bunu yapan/lar/a pahalıya mal olabiliyor.
Reklam
Siyasetçiyse o olayın kahramanı o, bir siyasi partiyse parti, sonrasında gücünü kaybediyor. Siyasette ölüm nasıl bir şeyse onların akıbeti işte öyle oluyor.
Çok partili siyasi hayata geçtiğimiz 1950’den sonrasına ‘kıymık’ metaforu açısından ve yakından baktığımızda, kıymık kadar önemsiz bir olayla başlayan geri gidiş sonucu iktidardaki varlıklarını kaybetmiş siyasi figürleri hemen keşfederiz.
Vaktiyle ülke yönetiminde yer almış partiler, onlar adına önemli görevler üstlenmiş lider konumundaki siyasiler sonradan o konumlarını kaybettiler. İktidardayken partiler, muktedirken onların yönetici kademesi bir çırpıda kişilerin hafızasından silindi, tarihin hafızasına karıştı.
Her bir örnek kurum ve kişiye “Neden?” sorusuna cevap aramak için baktığımızda, sonun başlangıcının çoğunda ‘kıymık’ kadar önemsiz bir veya birkaç olay olduğunu da fark edebiliriz.
Örnek?
Aklıma gelen ilk örnek, 1950’de çok partili siyasi hayata geçilmesiyle birlikte demokrasinin işlevsel hale geldiği ülkemizde, bu olumlu gelişmenin önünün kesilmesi -27 Mayıs 1960 ihtilali- olayıdır.
Ülkemizde demokrasinin önü askerler tarafından ilk o darbeyle kesildi.
Peki ama neden?
Reklam
Geriye dönüp bakıldığında pek çok başka sebepler ileri sürenler de oluyor ama bana en makul gelen Türkiye’nin eksen kaymasının bunda önemli bir rol oynadığıdır.
Başbakan Adnan Menderes iktidarlarının sonuna doğru işlerin ters gittiğini anlar gibi olmuştu. Bugünlerde bile birilerinin kendisinden “Gelmiş geçmiş en Amerikan yanlısı başbakan” diye söz ettiği Menderes Washington tarafından üzerinin çizildiğinden kuşkuluydu.
Emin olmak veya ikna etmek için ABD’ye de gitti Menderes. 1959 yılının Ekim ayında. Beyaz Saray’da çok kötü karşılandığını gezisini sol bir gazete adına izleyen gazeteci Orhan Karaveli’nin ‘Görgü Tanığı’ adıyla yayınlanmış anılarından öğreniyoruz. Eisenhower ile görüşmesi çok kısa -25 dakika- sürmüş, konuğunu küçük bir odada kabul eden ABD başkanı onu kocaman bir fotoğrafını eline vererek uğurlamış…
Türkiye’nin Washington büyükelçisi Suat Hayri Ürgüplü durumu ‘yazılmaması kaydıyla’ Karaveli’ye şöyle özetlemiş:
“Amerikalılar Menderes’i çoktan sildiler. Gözden çıkardılar onu! Değil 500-600 milyon dolarlık yeni bir yardım, 1 dolar bile vermemekte kararlılar. Biz bunu ‘hissettiğimizi’ kendisine ilettik. Belki o da her şeyin farkında, ama şansını deniyor. Ümidini büsbütün kestiği an Türkiye’nin dış politikasını değiştireceğinden hiç kuşkun olmasın.”
İhtilali yapan askerler böyle bir işe kim/ler/in iteklemesiyle girdiklerinin farkında bile değillerdi. Bunu da darbecilerden Sami Küçük’ün uzun yıllar sonra yayınladığı ‘Rumeli’den 27 Mayıs’a’ adlı anılarında okuyoruz.
Okuyalım:
“Ben İngiliz Harp Akademisi’ni bitirmiş, üç yıl Tokyo’da tüm personelinin Amerikalılar olduğu BM Komutanlığı’nda çalışmış, Türkiye’de Genelkurmay ve Milli Savunma bakanlığı protokol şubesinde görev yapmam nedeniyle yabancılarla ve öncelikle Amerikalılarla en sık görüşen MBK üyesiydim. Ben ve İngilizce bilen diğer MBK üyeleriyle yaptığım görüşmelerde, Amerikalıların bizi ihtilale teşvik eden söz ve imalarla karşılaşıp karşılaşmadıklarını sorduğumda hep hayır cevabı aldım…”
Ne diyor, ne diyor? İhtilali yapmışlar, etrafta “İhtilali Amerikalılar yaptırdı” söylentisi başladığında, Milli Birlik Komitesi (MBK) üyesi askerler birbirlerine “Seni Amerikalılar mı teşvik etti?” diye sorup durmuşlar.
Sorulanlar “Hayır” cevabını vermişler.
Oysa 38 üyeli MBK’nin üyelerinden hatırı sayılır bir bölümü, ABD’nin dünyaya darbeci diktatörler yetiştirmek üzere kurduğu ‘US Army School of the Americas’da (SOA) bir dönem eğitim görmüşlerdi.
[Eski bir yazımdan şu bilgiyi de aktarayım: “Mezunlarının darbeci eğilimleri ve insan hakları ihlâlseverlikleri ile şöhretli SOA için, Temsilciler Meclisi üyesi Joseph Kennedy, ‘Dünya tarihinde SOA kadar diktatör yetiştirmiş bir başka okul yok’ demişti. Manuel Noriega’dan (Panama) Roberta Viola ve Leopoldo Galtieri’ye (Arjantin) kadar tam 11 diktatör SOA’da eğitim gördü.”]
Bereket artık siyasi hayata dışarıdan -ve içeriden de- müdahale dönemlerini geride bıraktık. Daha dün, bir araya gelerek ortak bir bildiriye imza atan 10 ülkenin büyükelçisine en yetkili ağızlardan çok ağır cevaplar verildi, herbiri Dışişleri Bakanlığı’na çağrılıp azarlandı da.
Askeri vesayet de çok şükür sona erdi.
Gündemden kalkmış olsa bile, yakın siyasi tarihte olup bitenlerden habersiz kitlelere o kötü ve uğursuz günleri hatırlatmakta yarar var.
Şimdilerde siyasi hayatta ‘kıymık batması’ anlamına gelecek basitlikteki olayları başka yerlerde aramak lazım.