Avrupa’nın Sınırları

Robert D. Kaplan’ın “Avrupa’nın Sınırları” adlı makalesi…

Avrupa’nın Sınırları

Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı Batı’nın galibiyetiyle sonuçlanırsa; Ukrayna, altyapısındaki büyük yıkımlar, yolsuzluk, zayıf kurumlar gibi tüm sorunlarına rağmen NATO’ya katılabilir ve Avrupa Birliği’ne (AB) üye olabilir mi? Avrupa’nın 2000 yılı aşan geçmişi dikkate alındığında, böyle bir gelişme şaşırtıcı olmaz.

Avrupa geçmişten bugüne hep çeperine göre tanımlandı ve çeperinden etkilendi. Haritadaki konumunu da buna göre değiştirdi. Soğuk Savaş’tan sonra NATO’nun eski Varşova Paktı ülkelerini kapsayacak şekilde doğuya doğru hareketi (bu karar tartışmalı olmayı sürdürse de) Avrupa tarihinde büyük bir yankı uyandırmış, Orta ve Doğu Avrupa’ya uzanan Rusya doğal gaz hattının inşası da aynı etkiyi yaratmıştı. Amerikalı tarihçi Henry Adams, 100 yıldan daha uzun bir zaman önce, Avrupa’nın temel sorununun çeşitli Rusya topraklarını “Atlantik bileşimi” olarak adlandırdığı şeye nasıl entegre edeceği olduğunu ve öyle de kalacağını yazmıştı.

Yakın dönemin Savaş sonrası Avrupa tarihçilerinden Tony Judt ise genişlemenin AB’nin “kurucu mitlerinden” olduğunu belirtiyor. AB başlangıcından itibaren, her birinin ayrı bir geçmişi ve kendine özgü bir gelişim modeli olan eski Karolenj, Prusya, Habsburg, Bizans ve Osmanlı topraklarını yavaş yavaş içine alacak biçimde genişlemeye çalışan, oldukça hırslı bir oluşum. Başka bir ifadeyle, Avrupa daima olduğundan daha geniş ve ileri konuşlanmış olmanın bir yolunu bulmak ve deyim yerindeyse sürekli hırslı olmak zorunda. Zira Avrupa’nın etkisi sınır bölgelerinde güçlü bir biçimde hissedilmezse, Rusya gibi düşmanlar tehdit oluşturmayı sürdürür.

Yunanistan ve Türkiye’nin 1952’de NATO’ya katılması, o dönem iki ülkenin gelişmemişliği ve karşılıklı olarak birbirine düşmanlık beslediği düşünüldüğünde cesur bir hareketti. İspanya ve Portekiz 1986’da, o zamanlar Avrupa Topluluğu olan birliğe katıldıklarında, İberya’nın nispi yoksulluğu ve yakın geçmişindeki diktatörlük Avrupa’nın Pireneler’in ötesine genişlemesini de aynı derecede cesur kılıyordu. Bugün bu gelişmeler daha büyük bir Avrupa projesinin olmazsa olmazı olarak görülüyor. Türkiye; Avrupa, Rusya ve Ortadoğu’daki radikal güçler karşısındaki tarafsız tutumu nedeniyle tek uç örnek olmayı sürdürüyor. Yine de giderek daha da güç bir duruma düşen ve ekonomisini feci bir biçimde kötü yöneten Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığının ardından yeniden Batı’ya yönelebilir.

Çeper, Rusya’nın askeri saldırganlığı, komşu Ortadoğu’da anarşi ve AB’ye katılmaya çalışan komşu devletler formunda Avrupa’ya doğru ilerlemeyi sürdürüyor. Ukrayna, Avrupa’nın kurumlarıyla kozmopolit şemsiyesi altında özgürlüğe kavuşma özlemi duyan, yakın ülke örneklerinden biri.

Birkaç yıl önce Arnavutluk’a gittiğimde, Adriyatik Denizi’nden çok uzakta olmayan Berat Hisarı’na rastlamıştım. Orada gördüm ki, aslında Bizans Ortodoks kiliseleriyle Osmanlı camilerinin kalıntıları birbirine değiyor, her yol Orta Akdeniz’i İstanbul’a bağlayan eski bir ticaret yoluna çıkıyor. Berat’taki bir kilisede, her iki yanında cami tasvirleri yer alan 18’inci yüzyıldan kalan bir Meryem Ana ikonuna rastladım, kutsamak için ellerini iki yana uzatmıştı. AB’ye katılmaya can atan bir NATO üyesi olan Arnavutluk’ta, kurumları zayıf olsa ve örgütlü suç kol gezse de, Ortodoksluk, İslam ve Katolikliğin tümü bir arada. Sadece Arnavutluk değil; Sırbistan, Karadağ, Kosova, Bosna-Hersek ve Kuzey Makedonya da, Rusya ve Türkiye’nin ekonomilerinde oynadığı role rağmen, coğrafi olarak Avrupa’nın bir parçası olan ve AB’ye üye olmaya çalışan Doğu’nun Ortadoks ve İslam dünyasının kırılgan devletleri.

 

Avrupa’nın Temelini Doğu Attı

Günümüz Avrupa’sının temelini önemli ölçüde Doğu attı aslında. Polonya’nın güneyinden Balkanlar’a kadar uzanan alanda yer alan devletlerde yaşayan insanların kökeni, 5’inci yüzyıldan başlayarak 7’nci yüzyıla kadar süren Asya içlerinden Avrupa’ya doğru Slav göçüne dayanıyor. 9’uncu yüzyılda Urallardan başlayan Macar göçü Macaristan’ı oluşturdu. Daha sonra Osmanlı Türkleri ve Rus çarlarından oluşan kuvvetler geldi. Osmanlı kumandanı Kara Mustafa komutasındaki Osmanlılar 17’nci yüzyılın sonlarında Viyana kapılarına ulaştı, Büyük Petro komutasındaki Rusya da aynı dönemde Baltık Denizi bölgesini fethetti. Avrupa sıklıkla çevresindeki infilaklara bağlı olarak değişti.

Aslında Avrupa haritasındaki en büyük ve en dramatik altüst oluş geç antik dönemde olmuş, bu da Doğu’dan kaynaklanmıştı. Bir Pers imparatorluğu olan Sasaniler, Bizans İmparatorluğu ile çatışarak (ve böylece ikisinin de zayıflamasına neden olarak) Arapların sadece Ortadoğu’yu değil, Akdeniz’in tüm güney kıyılarını fethetmesini mümkün kılmıştı. Araplar Kuzey Afrika’ya ulaştığında, Avrupa da yavaş yavaş kuzeye ve Akdeniz’den uzağa hareket etti. Gotlar ve Lombardlar da dahil olmak üzere Germen halkları Batı’nın demografik ve kültürel yapı taşlarını oluştururken, Orta Çağ Hristiyanlığına yol açan Franko-Germen yüzü daha soğuk bir hal aldı.

Bunun olacağı tabii ki garanti değildi. Roma’nın düşüşünden çok sonra, 7’nci yüzyıla kadar, antik çağ boyunca Kuzey Afrika’nın ortak dilinin Latince olduğu dikkate alınmalı. Yüzlerce yıl Akdeniz Havzası’nı çevreleyen eski Roma haritası birdenbire yok oldu ve bugün bildiğimiz haliyle Avrupa, Karanlık Çağ denen dönemde şekillenmeye başladı.

20’nci yüzyılın büyük Fransız coğrafyacısı Fernand Braudel, Akdeniz’in aslında Avrupa’nın güney sınırı olmadığını ima ediyordu. Braudel’e göre Avrupa, Sahra Çölü’nün başladığı yerde son buluyordu. Yani Arap Kuzey Afrika’sı ve Levant bölgesinin büyük kentleri ve kıyılarındaki halklar aslında Avrupa’nın parçasıydı. Akdeniz bir ayırıcı değil, birleştiriciydi. Bu tarihin anlaşılmasının 21’inci yüzyıla etkisi de muazzam olur. Çünkü Avrupa’ya entegre olmuş bir Ukrayna bile, önümüzdeki on yıllarda kıtanın akıbeti üzerindeki en etkili unsur olmayabilir.

Örneğin, Ortadoğu’da Muammer Kaddafi’nin Libya’sı ve bir zamanlar Güney ve Güneydoğu Avrupa’ya insan göçünü engelleyen Baas Suriye’si gibi hapishane devletleri yıkıldı. Birleşmiş Milletler’e göre 2050’de Afrika’nın nüfusu iki katına çıkarak 2,5 milyara ulaşacak. 2100’de ise 4,5 milyarı bulabilir. 21’inci yüzyılın başında Avrupa ve Afrika’nın nüfus büyüklüğü aşağı yukarı aynıydı. Yüzyılın sonundaysa, her bir Avrupalı başına yedi Afrikalı düşebilir.

Nüfus artışı ve dünya genelinde aşırı yoksulluğun azalması, 21’inci yüzyılda insanların şimdi olduğundan daha fazla hareket halinde olacakları anlamına geliyor. Göç etmeyi tercih eden Afrikalıların çoğu kendi kıtalarının sınırları içinde kalmayı sürdürecek olsa da, birçok Afrika ülkesinde artmakta olan orta sınıflar sadece Sahra’yı geçerek Akdeniz limanlarına göçü yoğunlaştırabilir. Beklentilere tutunanların artmasıyla demografik dalgalanma sürdükçe, daha fazla Afrikalının ülkeleri dışına göç etme imkânı olacak. Bu da, Mali, Burkina Faso ve Nijer gibi Sahra’nın hemen güneyindeki Sahel bölgesi boyunca, başarısız ve yarı başarısız devletlerin neden olduğu devam eden göçe ek olacaktır. Sahra’nın güney ve doğusundan gelerek 2015’te İtalya ve Yunanistan’a yerleşmeye başlayan Afrikalı göçmenler yalnızca Akdeniz’in bir birleştirici olduğunun değil, Sahra Çölü’nün de artık Braudel’in değerlendirmesinin aksine bir ayırıcı olmadığının işareti.

 

Devamı >>>

 

D