2008 küresel finansal krizinin başlangıcının üzerinden 10 yıl geçti. Krizin etkileri bazı bölgelerde yoğunlaşarak devam ediyor, Avrupa Birliği (AB) de bu bölgelerden biri. ABD ile kıyaslandığında Avrupa´da krizin etkilerinin çok daha uzun sürmesinin nedenleri üzerine farklı görüşler var. Bu görüşler, bir yanıyla Avro Krizi´nin nedenleri ile ilgili yaklaşımları da içeriyor. Bu yazıda, Avro Krizi´nin nedenleri ve krizin gidişatı ile ilgili üç farklı yaklaşımı ele alacağım.
Bu tartışma, Almanya´dan 2018´in üçüncü çeyreğinde gelen ekonomik daralma verisi ve AB Komisyonu ile İtalya hükümeti arasında yaşanan bütçe krizi bağlamında, daha önemli hale geliyor.
KRİZİN NEDENİ YAPISAL DENGESİZLİKTİR
Küresel krizin Avrupa ayağındaki sorunların tetikleyici unsurunun ABD´deki finansal çöküş olduğu biliniyor. Ancak bu unsurun tetiklediği yapı, krizi daha da derinleştirdi. Avro Birliği üyesi ülke ekonomileri arasındaki dengesizliklerin, krizin bu şekilde uzun sürmesine neden olduğu, gerek ana akım gerekse heterodoks yaklaşımlar tarafından paylaşılıyor.
Bu argümana göre yapısal dengesizliklerin kökeninde, ülkeler arasında emek üretkenliği farkının yüksek olması yatıyor. Emek üretkenliği düşük olan ülkeler cari açık verirken, yüksek olan ülkeler cari fazla veriyor. Dahası, cari açık veren ülkeler bu açığı cari fazla veren ülkelerden borçlanarak karşılıyorlar. Avrupa Komisyonu, dahili değersizleşme (internal devaluation) ve kemer sıkma tedbirlerinin uygulanmasını, bu yapısal dengesizliklerin çözümü için önerdiğini ileri sürerek meşrulaştırmaya çalışıyor.
KRİZİN NEDENİ BORÇLULUKTUR
Avro krizi ile ilgili bir diğer argüman, krizin yüksek borçluluk nedeniyle yaşandığı ve yine aynı nedenden ötürü krizin bir türlü atlatılamadığı şeklindedir. Ancak verilere baktığımızda, 2008´deki çöküşe kadar özellikle kamu borcunun artış eğiliminde olmadığını görüyoruz. Kamu borcundaki artış, krizden sonra gerçekleşiyor. Dolayısıyla, krize neden olan yüksek kamu borcunun düşürülmesi için kemer sıkma politikaları uygulanmalıdır şekildeki bir argüman, geçersiz hale geliyor.
Kriz sonrasında borçların artmasının ise iki açıklaması olabilir. İlki, pek çok batan firmanın üye ülkeler tarafından kurtarılması, özel zararın kamuya transfer edilmesini sağlamış, bu da kamu borçlarının artışına neden olmuştur. İkinci açıklama ise şu şekildedir: Kamu borçlanması çok değişmemiş olsa da, ekonomik daralma nedeniyle, oransal olarak kamu borcunun milli gelire oranı artmış olabilir.
Ancak kritik olan her iki seçeneğin de, kemer sıkma tedbirlerinin uygulanması için gerekli teorik çerçeveyi sunamamasıdır. Zira zaten daralan bir ekonomide kemer sıkma tedbirleri uygulanırsa, kamu borcunun milli gelire oranı azalmaz, artar. Fiili olarak kriz sonrasında yaşanan budur.
KRİZİN NEDENİ AB´NİN KURUMSAL YAPISIDIR
Üçüncü yaklaşıma göre, AB´nin kurucu anlaşmalarında belirlenen ekonomik çerçeve, gerek AB´nin gerekse üye ülkelerin konjonktür karşıtı ekonomik politikalar uygulamasını engeller niteliktedir. Özellikle bütçe açığının milli gelire oranının yüzde 3´ü, kamu borcunun milli gelire oranının ise yüzde 60´ı geçememesi gerektiği yönündeki mali kısıtlamalar ile enflasyon hedefinin yüzde 2 seviyesine sabitlenmesi gibi parasal kısıtlamalar, politika yapım sürecinde katılıklar yaratmaktadır. Kural temelli bu politika yapım çerçevesi, kriz sonrasında ortaya çıkan politika tepkisini de belirlemiştir: Kemer sıkma ve dahili değersizleşme, krizden çıkmanın tek yolu olarak sunulmuştur.
NEOLİBERAL AB´NİN KRİZİ
Yukarıda sıraladığım gerekçelerin hemen hepsi, yaşanan gerçekliğin bir kısmına işaret ediyor. Ancak krize girenin bir bütün olan neoliberal AB projesi olduğunu görmek gerekiyor. Konuya bu çerçeveden bakınca, hem devletlerarasıcılık (intergovermentalism) ile ulusüstücülük (supranationalism) arasına sıkışan bütünleşme tartışmalarının tıkandığı noktaları aşabiliriz hem de Avrupa´da giderek güçlenen radikal sağın neden yükseldiği ile ilgili bir açıklama zemini kurmuş oluruz.
Neoliberal AB´nin krizinin nasıl aşılacağı ile ilgili de farklı görüşler mevcut. Bunlardan ilki, mevcut krizin bütünleşmenin daha da artması ile aşılabileceği yönünde. Bir başka ifadeyle, ancak mali birliğin parasal birliği takip etmesi durumunda, yani Avrupa Birleşik Devletleri´nin kurulması durumunda sorun çözülebilir, zira böyle bir durumda cari fazla veren ülkelerden cari açık veren ülkelere transferler mümkün hale gelecektir. Ancak bu seçeneğin hayata geçmesi zor. Bunun nedeni, tam bütünleşmenin, hareket alanları zaten sınırlanmış üye devletlerin tamamen etkisizleşmesini gerektirmesidir.
Krizin üzerinden 10 yıl geçmesine rağmen halen aşılamaması, dahası, çalışmadığı bilinen bir kemer sıkma programının otoriter bir şekilde uygulanması ve sistemin sola tamamen kapalı yapısı, ister istemez seçmenlerin önüne şöyle bir tablo çıkarıyor: Piyasacı merkez sağın (ve neoliberalizmi kucaklamış sosyal demokratların) karşısına yine piyasacı aşırı sağcı seçenekler yerleşiyor. Bu bağlamda, AB´nin neoliberal yapısı değişmediği sürece, siyasi çalkantıların daha da artarak devam edeceğini öngörebiliriz.
Tüm bu sorunlara, Komisyon ile İtalya hükümeti arasındaki bütçe krizinin nasıl çözüleceği konusundaki muammayı ve Almanya´da 2018´in üçüncü çeyreğinde görülen ekonomik daralma rakamlarını da eklediğimizde, ekonomik krizin de geride bırakıldığını söylemenin mümkün olmadığını belirtmeliyiz. AB projesinin neoliberal karakteri, kendi altını oyan en temel dinamiktir.*
*Bu tartışmanın detaylarını merak eden okur iki kaynak önerebilirim.
İlki şu makale: Stockhammer, E. Constantine, C. ve S. Reissl (2016) ?Neoliberalism, trade imbalances and economic policy in the Eurozone crisis?, Nova Economia, http://dx.doi.org/10.1590/0103-6351/3551
İkincisi de şu kitap: Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kaptalizmin Geleceği, ikinci bölüm.