eşitli yazılarımda, “Batı” ve “Avrupa” kavramlarının mütecânis olmadığını, kendi içlerinde derin farklılık; hattâ bölünmeleri içerdiğine işâret ettim. Meselâ Avrupa’ya bir bakalım. Avrupa dediğimizde bahsettiğimiz Lâtin Katolik ağırlıklı bir Avrupa mıdır? Değilse Alp’lerin merkezde olduğu bir Orta Avrupa kuşağından mı bahsetmiş oluyoruz? Akdeniz Avrupası ile Doğu veyâ İskandinav Avrupası kültürel olarak o kadar mühim farklılıklar taşır ki.. Coğrafî olmaktan ziyâde kültürel vurguları daha yoğun olan Batı‘dan bahsedildiğinde ise farklılıklar daha da büyüyecektir…. Yeri değil; uzun uzun girmeyelim..Ama Afganistan üzerinden yaşanan dönüşümlerin dünyâda doğurduğu tepkilere bakıldığında bu faklılıkları ağırlığınca hatırlamak yerinde olacaktır. Bu farklılıklar veyâ mevhum-u muhalifinden gidelim örtüşmelerin, artık bölgesel bir güç hâline gelen Türkiye’nin siyâset geliştirmesi açısından da hayâtî bir ehemmiyet taşımaktadır.
Modern târih dikkâte alındığında Avrupa’nın yaşadığı temel kırılmalardan birisinin Ada Avrupası ile Kara veyâ Kıt’a Avrupası arasında meydana geldiğini görüyoruz. Britanya ile Fransa arasındaki mesâfe son derecede dardır. Londra ile Paris, kuş uçumu, sekiz on dakikadır. Denver ile Calais arasındaki geçiş, neredeyse bizim İstanbul’da Anadolu Yakası’ndan Avrupa yakasına geçiş gibidir. Lâkin bu geçişteki kültürel, zihinsel farklılık son derecede çarpıcıdır. Daha çok vurgulanan, Ada Avrupası ile Kuzey Amerika arasındaki benzerlik ve yakınlıklardır. Ama bunu da bir ezber hâline getirmemek gerekir. Unutmayalım ki ABD mevcûdiyetini, Britanya Krallığı’na karşı yükselttiği mücâdeleden almıştır. Burada tuhaf olan, Kurucu Babalar olarak yâd edilen çevreler başta olmak üzere Amerikalı “yurtseverlerin”, Fransız entelektüellerinden aldıkları desteklerdir. Beğenelim veyâ beğenmeyelim, modern dünyânın kurucu değerleri bir şekilde Fransız ve Amerikalı entelektüellerin teşrik-i mesâisinin mahsûlüdür. Bir şekilde Amerikalarda Britanya’ya kaybetmiş, Lousiana, Québec gibi mahallerde sıkışmış olan Fransa, Amerika’da Britanya’ya karşı gelişen istiklâl hareketini destekliyor, bir rövanşa çeviriyordu. Lâkin, bu değerlerin Fransa’daki yorumu ile yeni oluşan ABD’deki yorumu farklı oldu. Fransa bu değerleri ilk olarak siyâsal; Napoleon sonrasında ise askerî düzlemde radikalleştirirken, Amerikalılar onları Britanya değerleri ve metodları ile “yumuşatarak” melezlendirdi. Neticede “Angloamerikan” bir örüntü ortaya çıktı. Bilhassa II.Genel Savaş sonrası ABD ile Britanya çıkarlar temelinde de biraraya geldi.
Fransa kendisini, kültürel üstünlükleri üzerinden Kıt’a Avrupasının tek patronu gibi hissetti. Ama bu saltanat uzun süremedi. Kıt’anın derinliklerinden bir başka güç daha türedi. Meş’alesini Fransa’nın elinde tuttuğu Aydınlanma değerlerine, Romantik târihçi,sanatçı ve filozoflarıyla meydan okuyan, sermâye birikimini tamamlamış, siyâsal ve askerî gücünü zirveye çıkarmış Almanya’ydı bu. Almanya’yı, Petro sonrası temâyüz eden Rusya tâkip etti. Britanya ise bunu dâima bir fırsata çevirdi. “Fransa -Almanya-Rusya” arasında, askerî yapılarının derinliği yüzünden kolayca savaşa dönüşen rekâbetleri körükleyerek dünyâ hâkimiyetini ayakta tuttu.
II.Genel Savaş sonrası NATO örgütlenmesinin derinliklerinde, Angloamerikan Bloku’nun Kıt’a Avrupasını baskılaması yatar. De Gaulle ve Adenaure gibi karizmatik liderlerin çabalarıyla sağlanan Fransa-Almanya ittifâkı üzerinden tecessüm eden AB, Angloamerikan baskıya bir tepkiden doğdu. Elbette bu baskılama, “Sovyet tehditini” aşarak ideolojik-kültürel düzlemde açığa çıkmadı. Ama ekonomik zarûretlerden dolayı başlayan ve Brandt Doktrini ile taçlanan Almanya-Sovyetler Birliği ilişkileri NATO disiplinini aşındırdı. Elyevm de bu bağ Almanya-Rusya arasında, karşılıklı ikirciklenmelere rağmen devâm ediyor.
Soğuk Savaş sonrasında NATO’nun boşluğa düşüp güç kaybetmesi, kapitalist krizler, Çin’in yükselişi , ABD’yi dünyâyı yönetemeyen bir güç hâline getirdi. ABD işi bir mâceraperestliğe taşıdı. Sanal düşmanlarla idâre etti. Yarattığı canavarları da bir noktadan sonra kontrol edemedi. Britanya’nın ABD’nin yıpranma sürecini uzaktan seyrettiğini ve olgunlaşmasını beklediğini düşünüyorum.
Son NATO Zirvesi aslında tam bir fiyaskoydu. Hızla bir NATO sonrası dünyâya evriliyoruz. ABD gücünü tâzelemek için geri çekiliyor. Bundan sonra ABD çekilişinin doğurduğu boşlukta ortaya çıkacak krizleri ve yeni yapılanmaları tâkip edeceğiz. Brexit ile berâber Britanya yeniden sahnede. Afganistan bunun ilk halkasıdır. AB ise kendi ordusunu inşâ ederek Britanya’ya rakip olmak yolunda. “Türkiye-İran-Pakistan-Afganistan Kuşağı” yeni bir iktidar paylaşımı için merkezî bir konumda. Bu coğrafyada yeni bir “Kıt’a Avrupası -Ada Avrupası” savaşı başlıyor. Mesele kimin Çin’i kontrol edeceği ve oradaki birikimi kendi lehine çevireceği ile alâkalı. Britanya tercihini yaptı. Yola, Katar destekli olarak Türkiye-Azerbaycan ve Pâkistan ile devâm etmek istiyor. AB’nin tercihinin ise şimdilik İran-Ermenistan olacağını kestirmek zor değil. Sıkı anlaşmalarla Çin’in kontrol ettiğini düşündüğümüz Pâkistan ve İran ve Afganistan’da yeni bir Kıt’a Avrupası-Ada Avrupası savaşı start alıyor…