Tarih: 23.04.2025 22:15

“Avro-faşizm” söylevi ve karşı-gerçekler

Facebook Twitter Linked-in

Geçtiğimiz günlerde Rusya Dış İstihbarat Başkanlığı’nın resmî internet sitesinde bir metin yayımlandı. “Avro-faşizm tıpkı 80 yıl önceki gibi Moskova ve Washington’un ortak düşmanı” başlığıyla servis edilen metne Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in Svastika biçimini almış ağzı kanlı bir cadı şeklindeki tasviri eşlik etti.

Devam eden propaganda savaşlarında yeni ve farklı bir merhaleye geçiliyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) yeniden Başkan seçilen Donald J. Trump’ın gerek Ukrayna Savaşı özelinde gerekse gümrük vergileri bahsinde izlediği “aykırı” politikalar, uluslararası bir “yeniden hizâlanma”yı da tetiklemiş oldu.

Moskova, yeni konjonktürün müspet etkileriyle birlikte, hem “Trump’ın ABD’sini” cezbetmek hem de Avrupa Birliği’ni (AB) gözden düşürmek amacıyla gittikçe daha agresif bir retoriğe başvuruyor. “Avro-faşizm” etiketlemesi de “tek taşla iki kuş” stratejisine uygun.

Şüphesiz ki, “Avro-faşizm” kavramına yapılan müracaat masumâne değil. 1940’lara atıf açık ve keskin. Dahası, sözün sahibi de dikkate alındığında, Bolşevik terminolojiyi andırıyor.

Fakat en önemlisi, söz konusu kalıp Avrupa içindeki sağ-popülistlere “ivme” kazandırmayı, onların siyâsetine hariçten bir çeşit “ahlâkî dayanak” sunuyor.

Nitekim, benzer bir hamleyi ABD Başkan Yardımcısı J.D. Vance geçtiğimiz şubat ayında katıldığı Münih Güvenlik Zirvesi’nde yaptığı konuşmayla gerçekleştirmişti. Vance, konuşmasında Avrupa’ya tehdidin “içeriden” geldiğini, Avrupa müesses nizâmının “farklı” seslere tahammül etmediğini vurgulamıştı.

Hâl böyleyken, her fırsatta “Brüksel diktatörlüğüne” karşı “seferber” olduğunu söyleyen Avrupa sağ-popülizmi için Washington ve Moskova’nın bu üslupları yelkenlerine rüzgâr dolduran cinsten.

Hatırlanacaktır, İtalya Savunma Bakanı Guido Crosetto geçtiğimiz mart ayında yaptığı bir açıklamada, “önümüzdeki yıllar büyük demokrasilerin değil büyük kuvvetlerin yılları olacak ve artık belirleyici olan zenginlik, nüfus, askerî ağırlık ve hammadde sayısı olacak” demişti. Çok haklı.

Peki, ama bu tespitin Avrupa açısından “gereği” nedir? Başka bir ifâdeyle, geleceği tâyin edici faktörler gerçekten yukarıda sıralananlarsa Avrupa (coğrafî ve periferik dâhil) ulusları açısından “rasyonel” adımlar hangileri olur?

 

Rusya-ABD kıskacındaki Avrupa’nın gerçekliği

Rusya’da yayımlanan metin ve bünyesindeki karikatür, bir yandan olası bir Putin-Trump ittifakının “kaçınılmazlığı”nı fısıldarken, diğer yandan da Yalta’ya ve onun mühürlediği “nüfuz alanları”na göndermede bulunuyor.

Doğrusu, söz konusu metnin NATO’ya eleştirel sözlerini günden güne katlayan, Kanada’yı ve Grönland’ı “ilhâk” etmenin hesabını güden bir Trump’da yankı bulabileceği açık.

Hedef bence çok berrak: Avrupa’yı iç kavgalarından istifâde ederek lime lime doğramak.

 Alman AfD’den Fransız Ulusal Birlik’e değin Avrupa sağ-popülistlerin neredeyse tamamı Moskova’yla ve yeni yeni Washington’la aynı noktaları aynı çerçevelerden siyasallaştırıyorlar: Bürokratik-federal Avrupa tasavvurunun ilgası ile onun “Uluslar Avrupa’sı” anlayışınca ikamesinin gerekliliği.

Oysa Avrupa’daki en cüsseli “alternatif” konumundaki sağ-popülizm, 1930’lu yılların milliyetçiliklerinin “hegemonya” amaçlarından bütünüyle mahrum vaziyette. Bunun için ne entelektüel bir altyapısı yahut birikimi ne de kendi uhdesinde bir “içgüdüsü” var.

Eskilerin – tarihsel milliyetçilerin – aksine, “Avrupa” adına bir “siyâsî blok” hayalleri yok. Kiminin varsa bile bu, “ulusal” tasarruflarının çok ardından geliyor. Dahası, çoğunun ancak tanım-açılım noktalarında alabildiğine muğlâk ve düşsel bir “kültürel direnç”te ortaklaşma ülküsü var.

Hâlbuki İtalyan Bakan Crosetto’nun dediği gibi, devir artık saf “güç” devri ve bu “güç”e erişmenin belli koşulları var. Koşulların birincisi ise “birlik” olmak şüphesiz. “Kültür” ögesinin ise günümüz sıkışmalarında “çerez” kadar yer tutmadığı-tutamayacağı çok açık.

Sağ-popülistlerde bu yakıcı meselenin idrâkinde olan siyâsetçilerin sayısı iki elin parmak sayısını geçmez. Moskova ve Washington da tam bu “ân”da devreye giriyor zaten. İç fayların kışkırtılması suretiyle “monoblok Avrupa”yı zayıflatmak ve zayıflamış Avrupa’nın aynasında kabaran iştahlarını tatmin etmek.

 

Sağ-popülistlerin çıkmazları

Sağ-popülistler birer “mimar” değil, büyük ölçüde birer “sıvacı”.

Yasaklı Marine Le Pen her ne kadar Ukrayna Savaşı ertesinde Moskova’yla arasına mesafe koyduysa da bu yalnızca Fransa iç kamuoyuna yönelik bir konjonktürel manevra idi. Trump’la gayet iyi anlaşıyorlar.

Almanya’da AfD anketlerde artık birinci parti gösteriliyor. Moskova’yla da yeni Washington’la da mükemmel sayılabilecek bir diyaloğa sahip.

 

Macaristan’da ise Orbán yeni dönemin “en hararetli pasifisti” oldu.

Söz konusu hareketler Brüksel’i yaylım ateşine tutarken (ki gerekçelerine bir sonraki bölümde bakacağız), Moskova ve Washington’un gündemlerine – isteyerek veya istemeyerek –hizâlanıyorlar.

Tarihsel olarak ne Moskova ne de Washington “güçlü, hür ve tek” bir Avrupa istemiştir.

Şimdi ise sağ-popülistlerin varlığı (ki, 2000-sonrası dönemde nasıl palazlandırıldıkları iyi okunmalıdır), her iki başkent için de bir nevî “can simidi” mahiyetinde.

Zira hem Avrupa’nın “birliği”ne karşı pratik duruşları hem de “anti-göçmen” (“anti-İslâm” ve “anti-Müslüman” demek daha isabetli) radikallikleri onları fevkalâde “kullanışlı” hâle getiriyor

 

Liberal Avrupa’nın katılığı ve “kutuplaşma” istenci

Krizler karşısında Avrupa liberalizminin geliştirdiği yegâne metot sert bir “titizlik” oluyor. Bu titizlik ise hem müesses nizâma muhalif olan aktörlerde hem de halkın bir kesiminde bir “teknokratik eğilim” ve hatta bir “neo-totalitarizm” şeklinde algılanabiliyor.

Örneğin Avrupa Yeşil Mutabakatı’nın (Green Deal) yüklediği ekolojik mecburiyetler-sorumluluklar kitlesel eylemlere sebebiyet vermişti. Keza Dijital Hizmetler Yasası (Digital Services Act) “sansürün normalleşmesi” şeklinde telakki edilmiş, ciddi protestolara tâbi tutulmuştu. Benzer misalleri çoğaltmak pekâlâ mümkün.

 Şahsen, AB’nin muhtelif başlıklarda sergilediği aşırılıklara – ki, ben de çoğunu eleştirdim ve eleştiriyorum – rağmen “Avrupa’yı (Rusya ve ABD’den hariç) kutuplaştırmak” noktasında ortaya koyduğu disiplinli yaklaşımda önemli bir “erdem” görüyorum.

Kestirilemez bir Rusya ve ABD örnekliği karşısında AB’nin “yeniden silâhlanma” gayreti ve kendi “güvenlik/savunma tasarımı”nı somutlaştırma teşebbüsü söz konusu “disiplinli yaklaşım”ın meyveleri.

Öte yandan sağ-popülistlerin Avrupa sathındaki olası bir “kolektif” zaferi – İslâm düşmanı söylevleri ve diğer öngörülemez “modus operandi”leri de dikkate alındığında – Avrupa’nın gerilim hatlarını geri döndürülemez biçimde aktifleştirebilir.

Böylesi bir “tırmanış”ın hem Avrupa’yı aşkın bir “medeniyetler savaşı”na sevk edebilecek hem de Avrupa içlerini dağıtarak onu Moskova ile Washington’un merhametine terk edebilecek potansiyelle kuşandığı üç aşağı beş yukarı belli.

AB’nin hâkim eliti, liberalleri, velhâsıl güncelde “birleşik Avrupa”ya inanan unsurların tamamı böylesi bir tabloyu istemiyorlar. İstemedikleri için, “Avrupa liberalizmi”ni de 21’inci yüzyılın şartlarına uygun olarak eskisinden daha “çatık kaşlı” ve “diri” (hatta paradoksal olarak “otoriter”) bir şekle sokmaktan çekinmiyorlar.

 

Gelen günlere hızlı bir bakış

Önümüzdeki süreçte Eski Kıta’nın Birleşik Krallık, Çin Halk Cumhuriyeti ve elbette Türkiye’nin de içinde bulunduğu ülkelerle – farklı saiklerle ve farklı alanlarda – “karşı-ağırlık” kümeleri teşkil etmek adına davranabileceği görülüyor.

Moskova’nın “Avro-faşizm” söylemi ve Washington’un yeni “anti-AB”ciliği Avrupa sağ-popülizmlerinin propagandasıyla birleşince ufukta bir “jeopolitik kırılma” riskini doğuruyor.

Kendi payıma liberal Avrupa’nın artan katılığını “birleşik kalmak-kutuplaşmak” bâbındaki içgüdüsünün bir tezahürü şeklinde okuyorum.

İçeriden infilâk etmemek, Yalta’nın “nüfuz alanları”na dönmemek ve kendine egemen bir gelecek kurgulamak açısından Avrupa’nın önündeki en gerçekçi yol siyâsî kararlılık-askerî güçlenme-ekonomik (ortaklıkları-kaynakları) çeşitlendirme teslisinden geçiyor.

Tüm bunları yaparken, Avrupa müesses nizâmı kendi halklarından tepki çeken kimi aşırılıklarının “gülün dikeni” olduğuna ikna edebilecek mi, işte en can alıcı sorulardan biri de bu sanırım.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —