Prof. Dr. Cengiz Tomar’ın AA’da yayımlanan analizini ilginize sunuyoruz:
20. yüzyılda Soğuk Savaş’ın hitama ermesinin ardından, 21. yüzyıl başlarında ortaya çıkan ve bütün Orta Doğu’ya sirayet eden “Arap Baharı” isyanlarına karşı ancien regimeler (köhne rejim) Batı’nın da büyük desteğiyle direnmeye devam ediyor. Hatta bugünlerde Lübnan, Irak ve İran’da gördüğümüz özellikle yolsuzluk, fakirlik ve sosyal adaletsizliğe dayalı halk isyanlarını, daha ideolojik ve politik tabanlı “Arap Baharı” isyanlarının ikinci dalgası veya perdesi olarak adlandırmak bile mümkün. Bu manada Orta Doğu’da "eski" ile "yeni", 20. yüzyılın köhnemiş rejimleri ile 21. yüzyılın gecikmiş modernitesi arasındaki savaşın pek çok veçhesi var.
Bir "yumuşak güç" unsuru olarak büyük bir ehemmiyeti haiz olan sinema ve diziler de bu savaştan hâli kalmadı. 2000’li yılların başlarından itibaren Türkiye’nin İslam dünyasında demokratik ve gelişmiş lider bir ülke olarak görülmesine ek olarak, Türk TV dizilerinin de tüm dünyanın yanı sıra Arap sokağındaki etkisi önemli bir yer tutuyor.
Propaganda amaçlı diziler dünya sahnesine çıkamıyor
İşte bugünlerde Birleşik Arap Emirlikleri’nden (BAE) yayın yapan, Arap dünyasının özellikle film ve diziler konusunda en popüler ve iddialı kanallarından Suudi patronajlı MBC’nin yayınlamaya başladığı, yüksek bütçeli “Memâlikü’n-nâr” (Ateş Devletleri veya Krallıkları) adlı dizi, Türkiye’nin bu etkisine karşı bir "diziler savaşı" başlatmış görünüyor: "Diriliş Ertuğrul" ve "Kuruluş Osman"a karşı "Ateş Krallıkları". On dört bölümlük ve 40 milyon dolar bütçeli diziyi (kendileri yönetemeyeceklerinden) Peter Webber adlı (çok da parlak bir kariyeri olmayan) bir İngiliz'e yaptırmışlar. Dizinin yapımcıları İngiliz yönetmeni maddi açıdan ihya etmiş olmalarına rağmen, dizi (en azından yayımlanan ilk dört bölümü itibarıyla) sinematografik açıdan pek başarılı görünmüyor.
Tarihi gerçeklik açısından ise ömrü savaşlarda geçmiş Kanuni’yi haremden çıkartmayan, Osmanlı sultanlarının validelerini ve eşlerini ise Maria Therasa veya Kraliçe Victoria kıvamında sunan, asırlık anakronizmler içerip birbirinden yüz yıl arayla farklı coğrafyalarda yaşamış insanları bir araya getiren bizim tarihi dizilerimizden çok daha başarısız. Tabii tarihi dizileri temaşa ederken, aslında tarihçiliğin bir inşa, dizi ve filmlerin ise birer kurgu olduğunu, yayıncı ve yapımcıların amacının tarihi gerçekleri ortaya koymak değil yüksek reyting alıp kâr elde etmek olduğunu, bunun için de bu tür yapımlara mutlaka aşk, kin, ihtiras, entrika gibi sosları eklediklerini unutuyoruz hep.
Arap ülkeleri, özellikle Mısır, Suriye ve Lübnan gibi devletler uzun zamandır (hatta Türkiye’den çok daha önce) önemli tarihi diziler yapmakla birlikte, merhum Mustafa Akkad’ın “Çağrı” ve “Ömer Muhtar” gibi şaheser filmlerini bir kenara bırakırsak, bu dizileri dünya piyasasına asla çıkaramadılar. Türkiye ise son yirmi yıldır dizileriyle Latin Amerika’dan Asya’ya, Orta Doğu’dan Balkanlara bütün dünyayı fethetmiş durumda ve şu an Türkiye ABD’den sonra dizi ihracında ikinci sırada. Arap dünyasında çekilen tarih dizileri, hâlihazırda büyük bir bunalım içinde olan Arap halklarına eski parlak günlerini hatırlatarak bir ulusal kimlik oluşturma amacına matuf ve çoğunlukla propaganda amacıyla yapılıyorlar; "Midnight Express" (Geceyarısı Ekspresi) kıvamındaki, Henry Barakat direktörlüğünde başrollerinde Feyruz’un da yer aldığı 1967 yapımı “Seferberlik” filmi gibi.
Anakronizm ve tarihi çarpıtma
Arap dünyasındaki yapımcıların çoğu başka alanlarda para kazanan tüccarlar ve iş adamlarından oluşuyor. Film eleştirileri ise daha ziyade oyuncular, yapımcı ve yönetmenler üzerinden yapılıyor. Senaryo ve bunun tarihi gerçeklere uygun olup olmadığı ise pek tartışılan bir husus değil. Ancak bu sefer Arap entelijansiyasının bir kısmı da bu diziyle ilgili olumsuz görüş belirtiyor.
Geçen yıl MBC’nin Türk dizilerini ekrandan kaldırmasının ardından, yapımcısının “Osmanlı idaresinin arkasındaki vahşet dolu tarihi ifşa edeceğini” iddia ettiği dizinin fragmanında “lanet, kanlı bir hukukun cari olduğu Osmanlı Devleti’ni kovalıyordu” mottosunu görüyoruz. Zaten bu girişten, gelişme ve sonucun nasıl olacağı aşikâr. Dizide Yavuz Sultan Selim çocukluğundan itibaren “dengesiz” ve “agresif” biri olarak gösterilirken Memluk Sultanı Tomanbay ise bir “sevgi pıtırcığı” olarak tasvir ediliyor. Böylece başından itibaren Osmanlılar dizinin kötü adamı, Memlukler ise iyi adamı olarak resmediliyor. Yavuz Sultan Selim’i oynayan Suriyeli aktör Abdülmun’im Amâyirî daha önce hep kötü, entrikacı ve kaba-saba adam rolllerini oynamaktaydı. Böylece Arap seyircisinin zihnine kötü adamın(!) Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim olduğu fikri baştan kazınmış oluyor.
Daha başında, Fatih Sultan Mehmed’in üç kardeşini öldürterek tahta çıkması gibi büyük bir tarihi hatayla başlayan dizinin yayınlanan ilk bölümlerinde, 13-15. yüzyıllarda Orta Doğu’da çok önemli bir Türk devleti olan Memlukler bir Arap devleti gibi sunularak, Osmanlı-Memluk mücadelesi bir Türk-Arap rekabeti olarak takdim ediliyor. Bu yönüyle dizi, sinematografik açıdan çok başarılı olmasa da, anakronizm ve tarihin çarpıtılmasının şaheseri(!) unvanını şimdiden hak etmiş durumda. Halbuki Memluk sultanları Kıpçak Türkçesiyle konuşan, Kafkasya bölgesinden getirilmiş askerlerden oluşmaktaydı. Memluk devleti resmi yazılarında ve tarih kaynaklarında kendisini ed-Devletü’t-Türkiyye (Türk Devleti) şeklinde tanımlayan ilk devletlerdendi. “Memluk” ismi ise onlara 20. yüzyılda modern tarihçiler tarafından verilmişti. Memlukler Osmanlı öncesinde Orta Doğu’yu Haçlılar, Moğollar ve güneyden Portekizlilere karşı korumakta önemli başarılara imza atmışlardı.