Rast Haber'den Sadık Çelik Üstad Atasoy Müftüoğlu ile İslamcılıkı üzerine bir söyleşi yapmıştı..
Önemine binaen yeniden yayınlıyoruz..
S. Çelik: Bismillahirrahmanirrahim. Öncelikle kıymetli vaktinizi ayırarak bu söyleşiyi yapma fırsatı verdiğiniz için size, Rasthaber ve takipçileri adına teşekkür ederim. Son dönemde ortaya çıkan bir takım yeni bir takım kavramlar var. Bu kavramlar üzerinden İslam tanımlanmaya çalışılıyor. Muhafazakar İslam, radikal İslam, ılımlı İslam, yani sinir ve tepkimelerinden arınmış siyasi söylemleri olmayan, Rahmetli İmam Humeyni’nin tabiri ile Amerikancı İslam. İslamcılığın gerçekten bu kadar çeşidi olabilir mi, İslamcılık nedir?
A. Müftüoğlu: İslamcılığın bu kadar çeşidi olamaz. İslam bir bütünlüğü temsil etmekle başlar. Bir bütünlüğü temsil etmek, bir bütünlük bilincini yansıtmak, bir bütünlük tasavvuruna öncülük etmek ve bir bütünlüğü bu günün dünyasının dikkatine kazandırmak, bütün adına konuşmakla başlar. Bir parçadan yola çıkarak İslam’ı tanımlayamayız. Hiçbir parçanın İslam’ı tanımlamak gibi ayrıcalığı ve imtiyazı olamaz. Bu şu anlama gelmez, İslam tek bir örnekleştirilmiş, tekdüze edilmiş, basmakalıplaştırılmış bir bütün değildir. Kuşkusuz İslam kimi farklılıklar içerebilir, yani kültürel farklılılar olabilir, dil ve renk farklılıkları olabilir. Ancak bu farklılıkları da kuşatan şey, özellikle İslam medeniyeti bu farklılıkları kuşatan şeyin adıdır. Bir medeniyet perspektifi içerisinden bakıldığında bu farklılıklar bir sorun olmaktan çıkar. Farklılıkları sorun haline getirmemiz medeniyetten uzaklaştığımızın bir göstergesidir. Medeniyetten uzaklaştığımızda farklılıklar sorun olur. Daha doğrusu bu sorun kültürsüzleşme ve medeniyetten uzaklaşmakla başlar. Kültürsüzlük aynı zamanda bir bağnazlığın, ön yargıların da ifadesidir. Dolayısı ile bu kadar fazla kategorinin ortaya çıkması demek, bunların koşullara göre ortaya çıkmış olması anlamına gelir. Koşullara göre ve koşullar için ve aynı zamanda koşullarla hizmet etmek üzere bunların icat edildiğini gösterir. Fakat İslam, İslami bütün, hiçbir zaman koşullara boyun eğmez, koşulları değiştirmek, koşulları kontrol etmek, koşullara müdahale etmek için vardır. Dolayısıyla o bütünlük bilincini temsil ediyor olsaydık, ne olmayacaktı, bu kadar farklı parçalar olmayacaktı. Ya da İslam dünyasının bütününü etkileyen bir bilimsel kadro, hikemli bir kadro, politik bir kadro olmuş olsaydı, yani İslami bütüne hizmet etmeyi şiar edinen bir kadro olmuş olsaydı, hiç kimse böylesi parçaları icat etmeye cesaret edemeyecekti. Yani bu parçaların icat edilmesi, bir anlamda İslam dünyası tablosunun çok ciddi bir takım patolojik sorunlarla malül olduğu anlamına gelir. Çünkü eğer kültürel bir yetkinlik, medeni bir yetkinlik olsaydı, bu parçalanmışlığa itiraz edilmiş olunacaktı.
S. Çelik: 1900 yılların başlarında İslam coğrafyasının, Batı ve Batı tarzı düşüncenin güçlü bir şekilde saldırı ve etkilerine maruz kaldığını görmekteyiz. Muhammed İkbal, Cemaleddin Afgani ve Türkiye’de Mehmed Akif gibi mütefekkir ve aydınlar bunun karşısında İslami düşünce ve medeniyeti inşa ve tecdid adına mücadele verdiler. Sizin de bu konudaki hassasiyetinizi, düşünce ve fikir ürettiğinizi biliyoruz. Siyasetten, sanata, her alanda, düşünce ve fikir planında, İslami Medeniyet inşası noktasında şu anki gelmiş olduğumuz noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
A. Müftüoğlu: Şu anki gelmiş olduğumuz nokta, kelimenin gerçek anlamıyla utanç verici noktadır. Bulunduğumuz noktanın İslami herhangi bir dille açıklanması mümkün değildir. Yani nasların diliyle, Kitab-ı Kerim’in diliyle, Sünnet-i Rasulullah’ın diliyle bu içinde bulunduğumuz durumun açıklanması, mazur görülmesi, gerekçelendirilmesi, savunulması asla ve kata mümkün değildir. Bu durum anormal bir durumdur. Fakat biz içinde bulunduğumuz patolojik sorunlar nedeni ile bu anormal durumu normalleştiren garip bir topluluğa dönüşmüş bulunuyoruz. Anormallikleri normalleştiriyor, uzlaşıyor, anormalliklerle barışıyoruz. Anormallikleri mazur görüyoruz. Tüm bunların nedeni üzerinde sağlıklı bir değerlendirme yapmak için bizim bütüncül bir tarih felsefesi perspektifine ihtiyacımız var. Ama biz bugün İslam tarihinin bütününe de gereği gibi nüfuz edebilmiş değiliz. Çünkü İslam tarihini, Arap’ların tarihi, Fars’ların tarihi, Türk’lerin tarihi Kürt’lerin tarihi gibi, parçalara bölerek anlayan bir gelenek var. Önce bu geleneğin aşılması iktiza ediyor. İslami bütünün tarihi, yani bir tarih felsefesi perspektifine ihtiyacımız var. Düşünce tarihi perspektifine ihtiyacımız var. Şimdi 19. Yüzyıl Seyyid Cemaleddin, M. İkbal, M. Akif kendi dönemlerinin vicdanı ve bilinci olmak adına önemli şeyler söylediler. Fakat onlar sürece, topluma müdahale edebilecek, ölçüde bir fikrin, toplumsallaşmasını ve siyasallaşmasını sağlayamadılar. Örneğin, Türkiye’den hareket edecek olursak bugün düşünsel anlamda, Mehmet Akif hala aşılabilmiş değildir. Aşılabilmeliydi, aşılabilirdi ama aşılabilmiş değildir. Mehmet Akif’in İslam’ın sorunlarına bakışta gelmiş olduğu noktaya, bu günün düşünce hayatı, fikir hayatı, şiir hayatı ve sanat hayatı daha gelebilmiş değildir. Çünkü bugün düşünce hayatı, kültür hayatı, sanat hayatı suya sabuna dokunmuyor. Tarihe tanıklık etmiyor, tarihsel sorumluluklar almıyor. Mehmet Akif geleneğin tiranlığına karşı ne yapmıştı? meydan okuyan bir dil gerçekleştirmişti. Muhammed İkbal, keza, kaçın bu Müslümanlardan sığının İslam’a, çağrısını yapmıştı. Seyyid Cemaleddin Batı sömürgeciliğini sarsan bir dil gerçekleştirmişti, fakat bu dil sadece politik boyutla sınırlı bir dil olduğu için, gereği kadar ne yapmadı, yankısını bulmadı. Sorun şudur, kolonyalistler İslam dünyasını sömürgeleştirmeden önce toplumlarımızın zihinlerini sömürgeleştirdiler. Bu zihnin isyan üretmesini, eleştiri üretmesini, bu zihnin sorgulama üretmesine engel oldular. Onlar, kolonyalistler, sömürgeleştirdikleri toplumların tarihlerini onlar adına kendi çıkarları doğrultusunda yazdılar ve onların bu tarihe inanmasını sağladılar. Dolayısı ile İslam dünyası toplumlarının önceliği her şeyden önce zihinsel sömürüye karşı mücadele vermeleri gerekiyor idi. Fakat biz, bu zihinsel sömürgeye maruz kaldığımız için hiçbir zaman kendi önceliğimizi belirleme liyakatine sahip olamadık. Hep ayrıntıları konuştuk. İslam dünyası toplumları, son birkaç yüzyıldır Batının aydınlanma mutlakiyetçiliğinin baskısı, terörü şiddeti altında geçirdiler ve hala geçirmeye devam ediyorlar. İslam dünyası toplumları şu anda ontolojik ve epistemolojik bir emperyalizme maruz kaldıkları halde bunun farkına varmayacak ölçüde zihinsel bir malüliyet ile karşı karşıyadır.
Şimdi aydınlama mutlakiyetçiliğine ve modern burjuva uygarlığının, modern burjuva kültürünün tahakküm üreten diline karşı, modern zamanlardaki ilk büyük meydan okuma İran’da İslam devrimi ile gerçekleşti. Şunu herkesin hatırlaması gerekmektedir ki burası çok önemlidir. Bütün kültürlerin şunu dikkate alması gerekir, modern dünya yani aydınlanma mutlakiyetçiliğinin, diktatörlüğünü ilan ederek, kendi kavram ve kurumlarını bütün dünyaya sömürgecilik yoluyla dayattığı, bütün dünyaya bu kavramları dokunulmaz olduğunu ilan ederek evrenselleştirdiği bir dönemde, yani bütün dünyanın zihinsel anlamda hizaya getirildiği bir dönemde İran’da İslam devrimi ortaya çıktı. Bu İslam’ın tarihte ikinci kez ortaya çıkışı anlamına geliyor idi. Yani bu meydan okumayı Avrupa merkezci hayat tarzı böyle bir şey beklemiyordu. Dolayısıyla bununla ilgili derin bir sarsıntı yaşadı ve yaşamaya hala devam ediyor.
S. Çelik: Onlar İslam devrimini Batı ve Batı tarzı yaşama bir meydan okuma olarak mı gördüler, o yüzden mi böylesine şiddetli bir tepki verdiler?
A. Müftüoğlu: Gayet tabi, bu hiç beklenmiyordu. Şöyle söyleyelim bu tartışmasız böyledir. Her iki Batı, Avrupa ve Amerika modern tarihte yalnızca İslam devriminden şiddetli rahatsızlık duymuşlardır. Onları rahatsız eden bir başka olay yoktur. Çünkü İran’da yapısal bir değişim olmuştur. İran’da tarihin son beş yüz yılının görmediği yeni bir şey olmuştur. Yani bu meydan okuma yeni bir değer sisteminin ortaya çıkışı demektir. Yeni bir politik sistemin ortaya çıkışı demektir. Yeni bir dünya görüşünün ortaya çıkması demektir. Yeni bir hayat tarzının ortaya çıkması demektir. Halbuki Batılılar İran’da devrim gerçekleştiği dönemde tarihin sonunu konuşuyor idiler. Tarihin sonunu konuşmak demek neoliberal, kapitalist, demokratik dünya görüşünün nihai zaferi anlamına geliyordu. İslam devrimi gerçekleşince onlar tarihin sonuna gelinmediğini dehşetle düşündüler ve artık bu defa yeni bir devrim olmaması için ne yapılması konusunda çok yoğun çalışmalar yaptılar. Ve sonunda çözümü de buldular. Yeni bir devrim olmaması için yapılması iktiza eden şey, dünya Müslümanlarını devrimin Şiiliğe özgü bir icat olduğuna ikna etmeye çalıştılar. Evet devrimi Şii’liğe özgü olduğuna ikna etmenin yanında, Sünni Müslümanlara, Sünniliğin devrimci bir düşünce içermediğini, değişim ve dönüşüm düşüncesini içermediğini, Sünniliğin statüko ile birleşmek demek olduğunu, konformizm ile bütünleşmek demek olduğunu, Sünniliğin aynı zamanda her hangi bir toplumun istikrarsızlaştırılması durumunda, her otoriter rejimi kabule müsait olduğunu, yani istikrardan yana olduğunu ve istikrar için her türlü otoriter rejimi kabule müsait olduğunu telkin etmeye başladılar. Bu gün gelmiş olduğumuz nokta şudur. Hala içinde bulunduğumuz çatışmalar, gerilimler, karşıtlıklar ile ilgili şöyle bir durumdayız, biz ayrıntıları konuşuyoruz, derinlikleri konuşmuyoruz, sonuçları konuşuyoruz, nedenleri konuşmuyoruz. Yüzeyleri konuşuyoruz, olayları konuşuyoruz, olayların nedenine ilişkin hiçbir çözümleme yapmıyoruz. Çünkü hepimiz hergün medya uyuşturucuları alıyoruz. Bir de geleneksel tiranlık, geleneğin tiranlığı, toplumlarımızı, yani İslam toplumlarını bütünüyle sıradanlaştırmıştır. Halbuki devrim sıradışı bir dikkatin, sıradışı bir bilincin, sıradışı bir duyarlılığın, sıradışı bir öfkenin, hesaplaşmanın ifadesidir. Devrim yeniden hayata tarihe, dünyaya, siyasete yapısal anlamda müdahale amacı taşıyor. Halbuki sıradanlık ise hiçbir değişim talebini yapmıyor, içermiyor. O sadece ve sadece konjöktürel tercihler yapıyor, konjöktür ile bütünleşiyor. Koşullar böyle gerektiriyor diye başlayan her cümle hiçbir şey yapmamak anlamına geliyor. Yani devrim koşulların değiştirilebileceğini, tarihe müdahale edilebileceğini, siyasete müdahale edilebileceğini, yeni bir modelin mümkün olabileceğini, pekala toplumun onu benimsemesi durumunda pekala küresel sisteme meydan okuyabileceğini göstermesi açısından son derece çarpıcı bir örnektir. Bugün İslam dünyası devrimi konuşmak yerine mezhep karşıtlıklarını konuşuyor.
S. Çelik: Burada nokta koyalım isterseniz, zira söyleşimizin ilerleyen kısımlarında mezhep ve mezhepçilik konusuna değineceğiz.
Müslümanlar bugün bir sorun ile karşı karşıyalar. Müslümanlar artık Batının belirlemiş olduğu kavramlar üzerinden konuşuyor, siyasetten tutun da fikir planında her alanda Batının belirlemiş olduğu kavramlar, kalıplar ve sistemler içerisinde mücadele ediyor, bu yaklaşım doğru mu, Müslümanların bu kavramlarla ilişkisi nasıl olmalıdır?
A. Müftüoğlu: Bu konuda şunu söylemek durumundayız. Özellikle Avrupa merkezci dil bir takım kavramları sloganlaştırarak, dünya ölçeğinde kullanılabilir hale getiriyor propaganda yoluyla. Bu kavramlar örneğin insan hakları kavramı, demokrasi, özgürlük kavramları gibi. Bu kavramlarla ilgili olarak toplumlarda devrimci bir çözümleme yapılmamıştır. Bu kavramlar özellikle özgürlük kavramı son derece istismar edilen bir kavramdır ve insan hakları kavramı da böyledir. Demokrasi zaten hiçbir ciddiyeti olmayan bir kavramdır. Çünkü demokrasiler her türlü yozlaşmaya, bayağılaşmaya, her türlü kirliliğe müsait düzenlerin adıdır. Çünkü demokrasiler kendilerini sayılarla temsil ederler. Demokrasiler niteliklerle temsil edilmezler. Demokrasilerin niteliğe saygısı yoktur. Demokrasiler sayıların ilgisine ihtiyaç duyarlar. Niceliksel sayıların ilgisine ihtiyaç duyarlar. Buradan şu noktaya gelmek gerekiyor. Bu kavramların yücelttiği bir şey var, neoliberal dünya görüşü. Bu Neoliberal dünya görüşü, bugünün dünyasının en büyük diktatörlüğünün ifadesidir. Neoliberal diktatörlük, kendi kutsadığı ve takdis etiği kavramlar dışında farklı herhangi bir modelin, herhangi bir yerde gündeme gelmesine izin vermiyor. Nasıl izin vermiyor, zihinlerimizi terörize ederek izin vermiyor. Bu gün Türkiye neoliberal kavramları ithal ediyor. Kullandığımız, Müslümanlar da dahil olmak üzere şuan gündemdeki bütün kavramlar neoliberal dünya görüşünün ihraç ettiği kavramlardır. Mesela İnsan hakları bunlardan bir tanesidir, sivil toplum bunlardan bir tanesidir. Halbuki İslam toplumlarında sivil toplum kuruluşları camilerdir. Yani devlet ile toplumun ilişkisini düzenleyen kurumlar camilerdir. Çünkü camiler günde beş kez toplumun nabzını tutarlar halkın taleplerini, hassasiyetleri, beklentilerini yansıtırlar.
S. Çelik: Cuma namazı Müslümanların sorun ve problemlerinin konuşulduğu siyasi bir namaz değil midir bu bağlamda?
A. Müftüoğlu: Gayet tabi, Cuma namazı bir siyasal namazdır aynı zamanda. Bugün sivil toplumların Türkiye örneğinden yola çıkarak, İslam dünyası diğer toplumlarından yola çıkarak, hiçbir bağımsız insiyatif geliştirdikleri görülmemiştir. Sivil toplumların sömürgeci bir müdahale ile karşı karşıya oldukları halde, kendi ülkelerinin, kendi toplumlarının, kendi kültürlerinin, hukukunun temsil sadedinde ortaya koymuş oldukları hiçbir bağımsız insiyatif söz konusu değildir. Çünkü bu kavramlar o neoliberal dünya görüşünün kontrolü altındadır. Nerede, ne kadar, nasıl kullanılacağına ilişkin çözümlerle birlikte bu kavramlar ihraç ediliyor. Onun için bu neoliberal kavramların zihinlerimizdeki işgali ile ilgili şu ana kadar yapılmış entelektüel bir sorgulama yapılabilmiş değildir. Çünkü az önce de arz ettiğim gibi bizim entelektüel dünyamız suya sabuna dokunmayan bir dünyadır. Ve Avrupa merkezci tahakkümün, üreten dilin sınırlarını aşabilme liyakatine sahip değildir.
S. Çelik: Bugün Müslümanlara sorduğumuzda, Kuran’ı ve Nebevi sünneti ölçü-referans aldıklarını söylüyorlar. Fakat biz Müslümanların Kur’an’dan ve Nebevi sünnetten hayatlarına realize edeceği, pratize edeceği bir hareket, düşünce ve yaşam tarzını hayatlarına hakim kılamadıklarını görüyoruz. Sorun nerede ?
A. Müftüoğlu: Sorun şurada, burada bir çelişki var. Sürekli naslara atıf yapan Müslümanların, Kuran ve Sünnete atıf yapan Müslümanların yine Türkiye örneğinden yola çıkarak şunu düşünmeleri gerekir. Bizim sürekli atıfta bulunduğumuz Kitab-ı Kerim Kitab-ı Mecid referans kaynağı olmaktan çıkarılmıştır. Peki yerine ne ikame edilmiştir, demokrasi referans kaynağı edinilmiştir. Kapitalizm, sekülarizm referans kaynağı haline getirilmiştir. Kuran ve Sünnete atıfta bulunan bir topluluk eğer samimi ise ve kendisini İslam’a nispet ediyorsa, bütünüyle İslam’a nispet ediyorsa, yapması gereken bir şey vardır. Kendisini İslam’a nispet eden bir topluluk, seküler bilginin tahakküm üreten iktidarına karşı, Seküler bilginin Müslümanları araçsallaştıran iktidarına karşı ne yapması gerekir, bir meydan okuması gerekir, reddiye gerçekleştirmesi gerekir. Çünkü İslam ile Sekülerizm arasında büyük bir uçurum vardır. Şu anda Müslümanların sekülerizm ile uzlaşması demek, uçurumla uzlaşması, büyük bir uçurumla uzlaşması demektir. Bu iki kavramı ya da dünya görüşünü bir arada değerlendirmek asla ve kata mümkün değildir. Çünkü sekülerizmin İslam dünyası toplumlarıyla temasına ilşkin hiçbir İslami gerekçe bulunamaz, savunulamaz ve meşrulaştırılamaz. Sekülerizmin ortaya çıktığı Avrupa’da, o dönemim tarihsel gerçeklikleri sebebi ile daha doğrusu Hristiyanlığın kendi bünyesinde yaşadığı sorunlara bir cevap sadedinde ortaya çıktığı kabul edilebilir.
S. Çelik: Yani, İslam toplumunun Sekülerizmi yaşamaya, onunla barışmaya, yani kısacası İslam’ın kimyası buna müsait değil doğru mu?
A. Müftüoğlu: Hayır değil, sekülerizmin İslam dünyasına ihracı kadar büyük bir patoloji ve manyaklık olamaz. İslam dünyasına sekülerizmi ihracı ya da ithali kadar ve bunun kurumsallaştırılması kadar kabul edilemez bir durum yoktur. Bu gün Ku’ran’a ve Sünnete atıf yaparak çalışan bütün gurupların şunu düşünmesi lazım, sekülerizm Türkiye’de referans kaynağıdır, fakat İslam referans kaynağı değildir. İslam bugün sadece folklördür folklör, o kadar. Evet İslam Türkiye’de yalnızca bir folklördür, çünkü, kapitalizm bir belirleyicidir, bütün kavram ve kurumları ile tahakküm edicidir. Sekülerizm bütün kavram ve kurumları ile tayin edici ve belirleyicidir. Neoliberalizim, demokrasi bütün kavram ve kurumları ile tayin edici ve belirleyicidir. Fakat İslam hiçbir kavramı ile tayin edici ve belirleyici değildir. Yani İslam bu hali ile sadece folklorik olarak durmaktadır. Bugün Türkiye’de kendilerini Kuran’a, İslam’a nispet edenlerin, neden İslam’ın hukukuyla, emir ve nehiyleri ile amel edemiyoruz ile ilgili bir rahatsızlıkları olmalıyken, yoktur. Neden İslami eğitimi hayat kazandırmak gibi bir çözümleme üzerinden çalışmıyoruz. Neden hayatın her alanında seküler bilginin tahakkümüne boyun eğmiş durumdayız, diye sorgulamaları gerekirdi. Seküler hukuk, seküler eğitim, seküler siyaset, kapitalizm gibi her şeyi metalaştırdığı gibi dini de metalaştırıyor. Kendilerine İslam’a nispet edenlerin hiç değilse dinin metalaştırılmasına, pazarlanmasına, bir ticaret nesnesi haline getirilmesine itiraz etmeliydiler. Ama buna itiraz etmiyorlar. Dinin Neoliberalleştirilmesine, enitinkors, yani her şey mübah anlayışına itiraz etmeliydiler. Türkiye’de fuhşiyat ve münkerat özgürdür fakat İslam özgür değildir. Fuhşiyat ve münkerat neoliberal anlayışın himayesindedir. Mesela bugün Türkiye’de ahlakı savunan İslami çevreler bir cümleyi kurmak liyakatine sahip değildirler. Bu ahlaki değildir diye bir cümle kuramazsınız, ancak bu demokratik değildir diye bir cümle kurmak zorundasınız. Dolayısıyla, sürekli olarak naslara atıfta bulunarak kendilerini ifade eden toplulukların evvela nasların dilini özgürleştirmeleri iktiza eder. Bu dilin özgür olduğunu iddia edemezler. Bu dilin kamuoyuna yönelik hiçbir iddiası yoktur. Kişisel anlama yönelik iddiaları olabilir, fakat kamusal alana yönelik, kamusal alanın değiştirilmesine yönelik bir iddiası yoktur. Bugün Türkiye’de kamusal alanı biçimlendirmeye yönelik programlı bir çalışma ve bir proje yoktur. Evet, durum budur. Bu gün Türkiye’de Müslümanların gündeminde, kamusal alanın İslami temeller noktasında dönüştürülmesi hakkında hiç bir projesi yoktur.
S. Çelik: Günümüzde İslam toplumlarında, İslam coğrafyasında bir anlayış yükseltiliyor. Adına tekfircilik denilen bu anlayış, bir diğer Müslüman’ı tekfir ederek onun haklarını zayi ediyor, hatta kanını helal biliyor. Bu kabul edilebilir mi, tekfircilik bu güne ait bir durum mudur, yoksa tarihsel bir arka planı var mıdır? Bu gün tekfirci zihniyetin ortaya koymuş olduğu tavrı nasıl değerlendiriyorsunuz?
A. Müftüoğlu: Tabi Tekfircilik anlayışının tarihsel bir arka planı vardır. Tarihte muhatapların ikili olarak birbirlerini ötekileştiren, karşıtlayan bir anlayışının türediği doğrudur. Ama günümüzdeki kadar bir fanatizme, bir militanlığa dönüşmüş değildi. Bu sorun İslami bir bütünlüğün kaybı ile alakalı bir sorundur. Yani özellikle ulus devletlerin, mezhepleri emperyal bir proje doğrultusunda şekillendirilmesi ile ilgili bir projedir ve bu bir komplo teorisi falan da değildir. Bu konuda şöyle bir örnek verilebilir; Napolyon Mısır seferi hazırlığı içindeyken, Avrupa’daki bütün oryantalist kuruluşlardan fikir ve öneriler alır. Girdiğimiz ülkede nasıl hareket edelim tarzında öneriler almak ister. Ve çok ilginç raporlar veririler kendisine. Görüş aldığı oryantalist kuruluşlardan bir tanesi şunu söyler; Mısır’a yanınızda sosyologlar, filozoflar, tarih bilimcileri, siyaset adamları, bilgelerden kadrolar götürün, onlar gittikleri ülkelerde toplumun geleneksel yapısıyla ilgili çalışmalar yapsınlar ve o toplumun nasıl değiştirilebileceğine ilişkin çözümlemeler yapsınlar. Birinci örnek budur ve Napolyon muhtemelen ikiyüz kadar bilim adamı ile Mısır’a gider. Burada Napolyon’a iki öneri sunarlar. Bu iki öneri çok önemlidir. Birincisi şudur; Burada ve girdiğiniz her ülkede Müslümanlar arasında etnik ve mezhepçi ayrılıkları derinleştirin. Evet, etnik ve mezhebi ayrılıkları derinleştirmeleri noktasında fikir verirler. İkinci olarak mistik, batıni, içrek tasavvufi ayrımları ise güçlendirin. Bu noktadan hareketle bakıldığında, Mısır’ı değerlendirirken, yapısal anlamda ve bütünsel anlamda, Napolyon’un Mısır’ı işgal ettiği dönemden bu güne gelinceye kadar, niteliksel anlamda Mısır’da büyük bir değişimin yaşanmadığını konuşmamız, tartışmamız gerekir. Bunu söylemek demek Mısır’lı Müslümanları tahkir etmek anlamına gelmez. Çünkü General Sisi’nin askeri darbesini ve faşizmini Mısır’da Nakşi tarikatleri desteklemişlerdir. Yani bunlar otoritenin yanında yer almışlardır. Otoritenin niteliğini hiç kimse tartışmamıştır. İslami bütünlüğün kaybıyla birlikte ne olmuştur, herkes İslam’ı bir parçaya indirgemiştir. Kimi İslam’ı yalnızca batıni bir parçaya indirgemiş, kimi İslam’ı yalnızca milli bir parçaya, kimi ise ulus devletçi, kimisi ise politik bir parçaya indirgemiştir. Kimisi yalnızda politik, hikemi bir parçaya, kimisi ise fıkhi bir parçaya indirgemiştir. Ve özellikle de bu parçaların niteralist okunması ile birlikte, o İslami bütünlüğün, derinliğin ve tarihsel birikimin bütünüyle yok sayılması anlamına gelmiştir. Yani tek boyutlu tek çizgili, tek boyutlu okumalar bu insanları bu tekfirci zihniyet boyutuna getirmiştir. Fakat koşullarımız kültürel bir yeterlilik içinde olmuş olsaydı, bu propagandaya alet olunmayacaktı. Bunun aynı zamanda İslami kesimlerin, İslam’ı sadece slogan düzeyinde algıladıkları ve emperyal müdahaleler tarafından sömürgeleştirilen zihinlerin kısıtlılığı yüzünden bu noktayı aşamamışlarıdır. Bu gün bu tekfircilik büyük ölçüde cahili saplantılarla, etnik ve mezhepçi saplantılarla alakalıdır. Eğer medeni bir topluluk olsaydık, hiçbir mezhebin kendisini ebedileştirmediği, dokunulmaz kılmadığı, mezhepler arasında sürekli olarak bir alışverişin mümkün olabileceği noktasında bulunuyor olacaktık. Halbuki şu anda mezhep merkezli bir dil kullanmıyor olacaktık. Mezhep merkezli bir dil kullanan bir topluluğun geleceği inşa etmesi beklenemez ve asıl mezhep merkezli bir dil kullanan toplumun ümmeti inşa etmesi beklenemez. Onun için İslami kaygısı olan hereksin mezhep merkezli bir dil yerine ümmet merkezli bir dili ne yapması gerekir, tercih etmesi gerekir.
S Çelik: Tekfirci düşünce nereden beslenir, kaynağı nedir sizce diye bir soru soracaktım, fakat siz bu sorunun cevabını verdiniz zaten, cahili saplantılardan, taassuptan ve önyargılardan, mezhebi saplantılarda beslenir dediniz, o yüzden geçiyorum..
A. Müftüoğlu: Evet aynı zamanda, tekfiriciliğin yayılmasında ulus devlet rekabetlerin de etkisi de vardır. Hiçbir olayı tek boyuta indirgeyerek çözemeyiz. Çünkü küresel bir çağda yaşıyoruz. Mesela bugün Ortadoğu’da yaşanan tüm gelişmelerin sonuç itibarı ile geldiği nokta şudur. Malesef tüm bu çatışmalar ve karışıklıklar İsrail’i daha çok rahatlatma ile sonuçlanmıştır. Yani bu baharlar, devrimler, tırnak içindeki devrimlerden söz ediyorum, İsrail’i rahatlatmaya yarayan bir sonuca dönüştü.
S. Çelik: Tekfircilerin söylemlerine baktığımız zaman Müslüman’ların vahdetini, ittihat-ı İslam’ı, ümmet düşüncesini, İslam kardeşliğini küçümsediklerini ve bunu beyhude işlerden saydıklarını fark ediyoruz. Sizce bunun ile neyi hedeflemek istiyorlar?
A. Müftüoğlu: Fanatizmin, bağnazlığın bir hedefi olamaz. Çünkü bağnazlık ufuksuzluk demektir, boyutsuzluk demektir önyargı demektir. Bağnazlar sürekli bir gerilim ortamında bulunurlar ve onlar kendi tarzları ile büyülenmişleridir. Kendi çizgileri dışında hiç kimseye saygıları yoktur, bencildirler, ufuksuzdurlar ve kendi gündemleri ile büyülendikleri için etraflarında ne olup bittiğinin farkında dahi değildirler. Mesela bugün bölgede yaşananlar dikkate alındığında, bu tekfircilerin ortaya koyduğu tavrın, ümmetin elindeki bütün imkanların imhası ile sonuçlandığını görebilmeliydiler. Mesela şu cümle üzerinde ısrarla durmalıyız; bugün Işid diye bir örgüt var ve bu örgütün, Işid’in ortaya koyduğu, İslam adına, kendisini İslam’a nispet ederek ortaya koyduğu bu vahşet barbarlık bir yüzyıl daha İslam dünyasında, Doğuda ve Batı’da İslam’ın, İslami davetin önünde bir engel olarak ortaya çıkacaktır. Yani bu örgüt İslam düşmanlarının yüz yıl boyunca rahatlıkla istifade edeceği bir malzemeyi ortaya koymuştur. İslamofobi’nin şu anda, Işid sebebiyle büyük mutluluk ve bahtiyarlık içerisinde olduğunu söylemek asla abartılı bir değerlendirme olamaz.
S. Çelik: İslam toplumu, mezheplerin çıktığı ilk dönemlerde yaşanan mezhebi ihtilafları kendi içinde kabul etmek zorunda kaldı ve entelektüel boyutta kalmak kaydıyla bu güne kadar bir şekilde kadar taşıdı. Fakat bu gün Müslüman’ların gündemine mezhep ve mezhepçiliğin şaşırtıcı ve keskin bir şekilde, şiddet ve çatışma dili kullanılarak, hız verilerek taşındığını görüyoruz. Bunu neye bağlıyorsunuz?
A. Müftüoğlu: Tabi bunu büyük bir ölçüde emperyal bir proje olduğunu düşünmemiz gerekir. Bu düşünce biçimi komplocu bir yaklaşım değildir. Noam Chomsky “Kader Üçgeni” adlı kitabında, bu gün geldiğimiz noktanın özellikle seksenli yıllara ilişkin bir takım örnekler vererek anlatır. Yeni bir devrim olmaması için ne yapmak gerekir, sorusunu sormaktadır. Yeni bir devrim olmaması için Amerika Mısır Türkiye ve Suudi Arabistan arasında bir takım temasların olduğuna dair bilgiler verir. Bu sırada şu noktaya atıfta bulunur. Yeni bir devrim olmaması için ilgili ülkelerde Müslümanların devletçi, ulus devletçi bir İslam anlayışının, milliyetçi ve mezhepçi bir İslam anlayışına kazandırılması, dönüştürülmesi gerektiği noktasında bir mutabakat hasıl olur. Yani artık ulus devlet dinden daha kutsaldır, milliyet dinden daha kutsaldır ve mezhep dinden daha kutsaldır, şeklinde, Amerika öncülüğünde, Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır arasında gerçekleşen bir mutabakat ortaya çıkar. 1981’li yıllardan söz ediyoruz. Evet, böyle bir çalışma yaparlar. Ve bunlar önlemler alırlar ve ilgili ülkelerde milliyetçi, devletçi ve mezhepçi din adamları yetiştirmeye çalışırlar. Nitekim bugün ulus devletlerin takdis edildiği her ülkede ulus devletin çıkarları, İslam’ın çıkarlarından öncedir.
S. Çelik: Tarihte iktidarlara payanda görevi sağlayan saray mollaları tabirinin bu günkü karşılığı bu din adamları olsa gerek?
A. Müftüoğlu: Elbette, tabi ki, bu gün Türkiye’deki camiler İslam’ı temsil etmekten çok, devleti temsil ederler. Devletin anlayışını, devletin çıkarlarını, kutsallarını temsil ederler. Ulus devletin sapkınlıklarını temsil ederler. Dolayısı ile orada şu çok önemlidir. Aynı dönemde Brzezinski, ABD’de Beyaz Saray’da danışmandır. Bu tür bir din anlayışının İslam dünyası toplumlarında hakimiyet sağlaması için Amerikan kongresinin milyarlarca dolar para ayırdığını söylemektedir. Bu görüşleri “Auto Control” kitabında yazılıdır. Yani Müslümanların ne tür bir dine inanacakları noktasındaki çalışmaların maliyeti Amerikan kongresi tarafından finanse edildiğini nakletmektedir. Biz şimdi sürekli olarak medya uyuşturucuları aldığımız için olayları bütün boyutları ile göremiyoruz, bütün boyutları ile nüfuz edemiyor, bütün boyutları konuşmuyoruz. Herkes sadece kendi boyutunu konuşuyor. Auto Control kitabında Brzezinski, bu tür bir din anlayışının İslam toplumuna kazandırılması için Amerikan kongresinde milyarlarca dolar para ayrıldığını söylemiştir. Ve bugün halen içinde bulunduğumuz dünyada, tırnak içinde hiçbir İslami cemaat bütüne ilişkin, temel İslam’i ilkeler, tevhidi ilkeler temelinde, kendisini ifade edemiyor. Ya bir geleneği temsil ediyor ya bir karizmaktik kişiyi temsil ediyor. Mesela bugün İslam toplumlarında ne var, kitleler ve sürüler var. Müslüman olmak ne demek, bütün bir dünyaya bakan, dikkate alan, dünyaya dair projesi olan demektir. Bizim var oluşumuz eylemle somutlaşan bir var oluş olmalıdır, mevcut olmak var olmak anlamına gelmez. İslam toplumları mevcuttur, ama var olmak başka bir şeydir. Mesela Türkiye bir varoluşsal bir duruş sergileyemiyor, çünkü kendi tercihlerinin öznesi değildir. İran bugün kendi tercihlerinin öznesidir ama diğer ülkeler kendi tercihlerinin öznesi değillerdir. İsrail kendi tercihlerinin öznesidir. Bakınız şu çok önemlidir. Biz Filistin’e ilaç yardımı yapıyoruz, para yardımı yapıyoruz, gıda yardımı yapıyoruz, iaşe yardımı yapıyoruz, ama siyasal yardımda bulunamıyoruz. Neden, onları çok sevdiğimizi söylüyoruz. Onlar için çok abartılı demeçler verebiliyoruz ama neden siyasal yardımda bulunamıyoruz. Çünkü sizin siyasal yardımda bulunacak gücünüz yok. Çünkü siz, mesela Türkiye olsun. Siz Amerikan üslerine ev sahipliği yapıyorsunuz, Nato’ya, Petriotlara ev sahipliği yapıyorsunuz, kapitalizme, sekülerizme, neoliberalizme, metaryalizme ev sahipliği yapıyorsunuz. Her şeyi her türlü yabancı ürüne ev sahipliği yapıyorsunuz ama İslam’a ev sahipliği yapmıyorsunuz. Fakat diğer tarafta ne yapıyorsunuz, çok abartılı politik retorik kullanıyorsunuz. Bu konuda Müslüman politikacıların da, Müslüman düşünce adamlarının da Müslüman entelektüellerin de çok hassas olmaları gerekir. Evvela nasıl bir ülkede yaşadıklarının ayrımında olmaları gerekir. Amerikan üslerine ev sahipliği yapıyorsunuz, Nato’ya, Patriot füzelerine ev sahipliği yapıyorsunuz, sekülarizme, kapitalizme, materyalizme ev sahipliği yapıyorsunuz, fakat İslam’a bütün kavram ve kurumları ile ev sahipliği yapamıyorsunuz; çünkü onu sadece kültürel bir folklora indirgemişsiniz. Bu halde bugünün gerçekliği karşısında konuşan Müslüman politik liderlerin, entellektüllerin ne yapması gerekir, çok dikkatli ve ölçülü bir dil kullanmaları gerekir.
S. Çelik: Bu söylemler Müslüman muhafazakarlıkla, muhafazakar kimliğe sahip olmakla izah edilebilir mi?
A. Müftüoğlu: Hayır edilemez, çünkü şöyle bir durumla karşı karşıyayız. İslam toplumları tam iki yüz yıldan beri hayali umutlar üretiyor. Neden hayali umutlar üretiyor, hiçbir zaman İslam toplumları İslam devrimi dışında hayati sorunlar ile yüzleşmeye cesaret edememişleridir, evet hayati sorunlara yüzleşmeye cesaret edememişlerdir. Asıl sorun bunlarla yüzleşmeye cesaret edememeleridir ve hala da edememektedirler. Biz hayali umutları tüketiyoruz. Sürekli olarak çok abartılı bir dil kullanıyoruz. Çok duygusal bir retorik kullanıyoruz ve popülizm yapıyoruz. Bu duygusallıklar ve popülizmler bizim gerçekleri görmemizi engelliyor ve o yüzden gerçekler ile yüzleşemiyoruz…
S. Çelik: Hocam şimdi de Ortadoğu’da yaşanan ve son süreçte hız kazanan tekfircilik akımını ve etkilerini konuşalım isterseniz.
Tekfircilerin, muhalif bir inancı ve düşünceyi şiddet, katı ve uzlaşmaz bir tepki ile bastırmaya, yok etmeye çalıştıklarını görüyoruz. Kendini İslam’a, İslam Peygamberine nispet eden bu tekfircilerin, Peygamberimizin tam aksine, ondan çok uzak tavırlar içerisine girdiğini görmekteyiz. Müşriklerin elinde bulunan Mekke’nin fethinde dahi, kan dökmeden feth edilmesini arzulayan o rahmet Peygamberinin aksine, Müslümanların yaşadığı bölgelere giren bu tekfircilerin, hiçbir inanç grubunu ayırmaksızın, girdikleri yerlerde korkunç katliamlar ve cinayetler işlediklerini görüyoruz. Bu vahşi ve saldırgan tavrın kökeni nereye dayanıyor sizce, nasıl bir ruh haline bağlıyorsunuz bu hali?
A. Müftüoğlu: Tabi bu tekfirci zihniyetin halinin, klinik bir olay olduğunu söylemek gerekiyor. Fakat burada dikkat çeken bir durum var. Bunlar şiddeti masum Müslümanlara karşı gösteriyorlar. Evet masum Müslümanlara karşı. Yani küfre karşı değil, ilhada karşı değil, tuğyana karşı değil, şikaka karşı değil, fesada karşı değil; tuğyana karşı değil, masum Müslümanlara karşı, farklı olana karşı, farklı bir yoruma karşı. Yani burada bir faşizm var. Faşizmi ne yaparsanız yapın İslam’la ilintilendiremezsiniz. Bu durum faşizan düşünce yapısıyla alakalı bir şeydir. Yani farklı bir yoruma, farklı bir düşünceye hayat hakkı tanımayan, onu mahkum etmeye çalışan bir anlayışın ancak klinik bir olay olduğu söylenilebilir. Evet, bunun tarihsel nedenleri bulunabilir, mümkündür. Bunların nedenleri ile ilgili, bölgesel rekabetler, etnik rekabetler, politik rekabetler ya da çıkar rekabetleri ile alakalı tarihte bu tür örnekler yaşanmıştır.
S. Çelik: Tarihte haricilerin Müslümanlara karşı takındıkları tavrı, bugün bu tekfircilerde görmekteyiz. Bu örneklerin başında Haricileri gösterebilir miyiz?
A. Müftüoğlu: Gayet tabi gösterilebilir. Bu gün bu olayın klinik bir olay olduğunu söylemiştik. Bu durum eksiksiz bir faşizmdir. Yani burada bilinçsiz, ufuksuzluk, niteliksizlik, derinsizlik, yüzeysellik gibi şeyleri koymak mümkündür. Olayı tek bir nedene bağlamak doğru değildir. Ama asıl neden bütünden kopmuş olmakla ilgilidir. Kendisini tek bir parçaya indirgemek bir felakettir. İslam’ın bütününden ayrılıyor, bütünü zara veriyorsunuz. Evet, farklı yorumlar olabilir. Eğer bizler ilmi meşruiyete sahip olsaydık, ahlaki meşruiyete sahip olsaydık, kültürel meşruiyete sahip olsaydık, farklı yoruma sahip kimseler olarak bir araya gelip, tarihsel farklılıkları doğuran nedenleri ne yaparlardı, konuşup fikir alışverişinde bulunabilirlerdi. Yoksa o yorumu yargılamaya, mâhkum etmeye çalışmazlardı. İslami yöntem bunu icap ettirir. İslam tarihe çıktığında bütün medeniyetler ile alış veriş yaptı, bütün medeniyetlerle alış veriş yaptı, çünkü kompleksi yoktu. Bugün bütün bunları gündemimize taşıyamıyoruz neden, bu gün bu tek boyutluluk, bu fanatizm yüzünden, bu hastalıklı, klinik durum yüzünden, bunun tezahürleri yüzünden yapamıyoruz.
S. Çelik: Bugün Batı Emperyalizminin, ABD ve İsrail’in İslam dünyasındaki tekfirci düşüncenin, tekfirci hareketlerin gelişmesinden rahatsız olduğunu söylemek mümkün değil. Bunu ne ile açıklayabiliriz?
A. Müftüoğlu: Hayır tabi ki mümkün değil. Amerika’nın kontrolü altında faaliyette bulunan bu örgütler, Rusya’nın Afganistan’ı işgal ettiği dönemde, Amerika ve Suudi Arabistan eliyle icat edilmiş örgütlerdir. Bu örgütler terhis olduktan sonra, Kafkaslar da, Balkanlar da şuralarda buralarda yine Amerika ve Suudi Arabistan’ın desteğiyle çeşitli yerlerde istihdam edilmişleridir. Cami imamlıklarında, Kur’an kurslarında, bir takım dini memuriyetlerde, istihdam edilmişlerdir. Sonra bunlara ihtiyaç duyulduğunda, yeniden sahneye çıkarılmışlardır. Bunlar yedek örgütlerdir. Bunlar yeni sistemler altında seferber edilmektedirler. Bunlar onların uygun gördüğü yerlerde, uygun gördüğü zamanlarda her zaman var olabilecek cinsten örgütlerdir. Bugün, bütün bu koordinasyonu Suudi Arabistan’ın yaptığını yüksek sesle söylemek gerekir.
S. Çelik: Yani Ortadoğu’da olup biten karışıklıların lojistik, ekonomik ve düşünsel alanda desteklendiğini söylüyorsunuz, öyle mi?
A. Müftüoğrlu: Evet her alanda destekleniyorlar. Sadece lojistik ve ekonomik değil destek değil, bunların icadı ve ortaya çıkarılması, düşünsel, stratejik ve nasıl hareket edecekleri hareket noktasında yönlendiriliyorlar.
S. Çelik: Tekfirciliğin İslam toplumunda meydana getirmiş olduğu kaos ve kargaşadan bahsettik ve zararlarını konuştuk. Peki bu kaosun, problemin, panzehiri nedir sizce?
A. Müftüoğlu: Her şeyden önce Müslümanların kendilerini Ümmete nispet eden bir ahlaka sahip olmaları lazım. Ümmeti ciddiye almaları, ümmete saygı duymaları, ümmet anlayışını bir ahlak haline dönüştürmeleri gerekir. Kendisini Müslüman olarak tanımlayan hiç kimsenin, bir diğerinin etnik ve mezhebi kökeniyle ilgili her hangi bir tecessüs, yargı gibi bir davranış içerisine girmemesi gerekir. Bütün renkleri kabul etmesi, onları dinlemeye, onlarla konuşmaya müsait olması lazım. Sürekli bir ilişki ve iletişim içerisinden olması gerekir. Bütün olumsuzlukları bir sorun haline getirmemesi gerekir. Bizde şöyle bir problem var. Düşünce hayatımız bir türlü ulus devletin sınırlarını aşmayı başaramıyor. Yani ulus devletin oluşturmuş olduğu kültürel sınırları aşamıyoruz. Küresel çağda yaşıyoruz, iletişim devrinin yaşandığı bir çağda yaşıyoruz ama bu kadar kavga, çatışmalar ve rekabetler sebebi ile konuşmuyoruz, konuşamıyoruz. Fakat bunu başarabilmeliyiz. Türkiye’deki Müslümanlar, İran’daki Müslüman’lar, Ortadoğu’daki Müslüman’lar yerel perspektiflerin, yerel bağnazlıkların gündemini, sınırlarını aşarak, ümmeti ilgilendiren öncelikler üzerinde çalışılması gerekiyor. Biz sürekli olarak aldatılıyoruz. Sürekli olarak hayali aldatılmışlıklar, yanılsamalar içerisindeyiz. Geldiğimiz noktayı arz ettim az önce. Türkiye bütün yabancılaşmaya ev sahipliği yapıyor, İslam’a ev sahipliği yapamıyor, ancak İslam’a folklorik anlamda ev sahipliği yapabiliyor. Diğer ülkeler, Mısır mesela, Mısır büyük bir trajedidir. Libya’da olanları hatırladığımızda, Suriye’de olanları hatırladığımızda, her şeyi bir yana bırakarak yeni bir başlangıç yapmanın imkanlarını bütün bir düşünce hayatının bir araya gelerek konuşmamız lazım. Politik liderler bunları konuşmaya müsait olmayabilirler. Politik liderler, belki reel politikler sebebiyle büyük güçlerle ters düşebilirler. Ama düşünce hayatının, kültür hayatının, felsefe hayatının önünde bu tür engeller yoktur. Onlar hiçbir şekilde ne yapmalıdırlar, ulus devletin iradesini tanımamalıdırlar. Yani daha doğrusu ulus devletin bu konudaki tayin edici ve belirleyici tavrını tanımamalıdırlar. Onlar ümmet anlayışının nasıl gerçek olacağı sorusu etrafında toplanmalıdırlar. Bu kimselerin böyle bir gündemi olmalı ve bu gündemi ne yapmalı, Müslüman’lara kazandırmalıyız. Mesela Hacda konuşmuyoruz, çünkü Haccın bir gündemi, bir manifestosu, deklarasyonu yok. Hacca insanlar sürüler halinde gidip geliyor.
S. Çelik: Yani bu bugün Haccın ruhunda olması gereken işlevselliğini yitirdiğini söylüyorsunuz, öyle mi?
A. Müftüoğlu: Gayet tabi bugün ifa edilen haccın bir derinliği, anlamı yok. Ben bir kez hacca gidip geldim. Bir röportaj yaptılar benimle; ben orada dedim ki, ben bir daha hacca gitmeyeceğim. Ancak bir eylemde bulunmak üzere giderim, ama orada bir sürü ile dolaşmak için Hacca gitmem. Bunu niye söylüyorum, bizim gittiğimiz yıl, dört milyon hacı vardı. Bu dört milyon Müslüman’ın içinde, belki de üç milyon dokuz yüz bininin Hacc hakkında edinilmiş bilgisi yoktu. Bu tablo Müslüman’ların büyük bir cehalet bataklığına saplandığını gösteriyor. Bu kabul edilebilir bir şey değildir.
S. Çelik: Geçmiş dönemde İslami vahdeti sağlamak ve İttihat-ı İslam düşüncesini gerçekleştirmek bazı çalışmalar yapıldığını görmekteyiz. Ayetullah Burucerdi, İmam Humeyni döneminde Daru’l takrib Beynel Mezahib çalışmalarını görmekteyiz. Ayrıca bu çalışmaların çok da iyi sonuçlar verdiği görülmüştü Son dönemde öylesine bir dil üretilmeye çalışılıyor ki, Şii ve Sünni Müslüman’ların vahdeti, İttihat-ı İslam düşüncesi mümkün olmayan, imkansız bir durummuş gibi zihinlere aşılanmaya, propaganda ve servis edilmeye çalışılıyor ve ümmetin vahdetinin önüne geçilmek isteniyor. Bununla ilgili neler söylersiniz?
A. Müftüoğlu: Tabi bu çalışmaların hayati önemi var. Öncelikle bunları konuşmalıyız. Daru’t Takrip Beynel Mezahip çalışmalarını ben yakından takip ettim. Biz bir dönem, birlikte bu konunun merkezi bir noktaya gelmesi konusunda çok ciddi bir takım çabalar harcadık. Bu gün maalesef Daru’t Takrip Beynel Mezahip çok işlevsel bir durumda değil. Burada tabi hepimizin çok ciddi bir şekilde öz eleştirel bir durum içerisinde olması gerekir. Ben burada, bu konuda İran’a çok büyük sorumluluklar düştüğü kanaatindeyim. İran’ın, o bütünün ilgisini ve dikkatine çekecek ve temsil edecek İslami bir dil kurmayı başaramamış olmasından kaynaklanan üzüntülerim var. Bütünün ilgisini ve dikkatini çekebilecek, bütünün hukukunu koruyan, temsil eden bir ümmet dili kuramamış olmasını ben üzüntüyle takip ediyorum. Bunun pek çok nedeni olabilir. Bu nedenler ayrıca konuşulabilir ve tartışılabilir. Çünkü İran’ı kendi içine kapatan bir emperyal müdahale var. İran’ı diğer toplumlardan tecrit eden bir propaganda bombardımanı var. Yani İran’ı bir kere kasıtlı bir propaganda ile şeytanileştiriyor, karalıyor, dolayısı ile herkesi İran’a karşı mesafe almaya zorluyorlar; tabi ki bu durumu da ifade etmek, göz önünde bulundurmak durumundayız.
S. Çelik: İran’ın İslam dünyasına yaptığı vahdet ve iş birliği içinde olma, İslam toplumu ile entegre olma, yakınlaşma çaba ve mesajlarını, Şii hilali oluşturma, Şiiliği propaganda etme şeklinde ithamlarla karşılaştığını görüyoruz. Bu konuda toplumları olumsuz yönde etkileme çabaları bu işi zorlaştırmıyor mu?.
A. Müftüoğlu: Tabi bunu konuşmalıyız. Ben geçtiğimiz aylarda bir yazıda, aynen şu cümleleri kullandım. Biz İran’ın İslam’ın temel ilkelerinin ihracı ile ilgili bir rahatsızlığımız yoktur. İran ile diyelim ki İsna Aşeriyye, Caferiye ile ilgili, nasların sınırları içinde kalarak yapacağı bir çalışma ile ilgili de bizim bir rahatsızlığımız yoktur. Fakat şu anda şöyle bir gelişmeyi konuşmamız gerekiyor. Nereden kaynaklandığı noktasında benim elimde çok somut veriler yok. Şimdi ben aynı zamanda Pakistan’la ve Hindistan’la bütün dünyayla görüşüyorum. Her tarafta benzer rahatsızlıklar var. Bu yeni gelişmenin adını ben o yazıda şöyle özetledim. Batıni tevillere dayalı bir Ahbari’liğin İslam’ın yerine ikame edilmesi gibi bir endişem var. Mesela buraya Şii olduğunu söyleyen bir davetçi geldi ve beni kendisinin istediği gibi bir Müslüman olmaya davet etti. Bana, bizim söylediğimiz gibi müslüman ol ve kurtul dedi. Şimdi böyle bir akım var. Yani bir tarafta Şii’liği ebedileştiren bir akım varsa, diğer tarafta da onun mukabili Sünniliği ebedileştiren bir akım var. Bu gün Türkiye’de pek çok arkadaş, kendilerine bunu yakıştıramıyoruz, Ehlisünnet ve’l Cemaat çerçevesinde mezhebi cümleler kuruyor. Bunlar utanç verici şeyler. Şii’lik merkezindeki cümleler de aynı şekilde utanç verici şeyler olarak değerlendirilmelidir. Mezheplerin konumuna ilişkin evvela ne yapılmalı, toplumlarımız tenvir edilmeli, mezhepler nedir, sınırları nereye kadardır, bunlar nasıl algılanmalı, şeklinde bilinçlendirilmelidir. Bunlar din midir, yoksa dinin anlaşılmasına yardımcı yorumlar olarak mı anlaşılmalıdır, şeklinde aydınlatılmalıdır. Yani, yeni bir kültürel çalışmaya ihtiyaç var. Mesela Türkiye’de şimdi böyle bir gelişme var. Batını tevillere dayalı Ahbari’liği mutlaklaştıran ve asla devrimci olmayan ve devrimci söylemleri olmayan bir gelişme var. Siyasal söylemi olamayan, siyasal kaygısı olamayan kendisini naslrdan soyutlayan, kendisini Ahbari gelenekle temellendiren çalışmalar var.
S. Çelik: Kendisini Şii’liğe atıf yapan, siyasal söylemi, devrimci, ümmetçi kimliği olmayan bir anlayışın hız kazandığını söylüyorsunuz? Halbuki biz İmam Humeyni’nin söylemlerine, konuşmalarına baktığımızda hep İslam ve Müslüman kavramlarını kullandığını ve mezhebi kimlikten ziyade, Şii ve Sünni kardeşliğini dile getirerek, Ümmet kimliğini ön plana çıkardığını görüyoruz, öyle değil mi, bundan yakınıyorsunuz sanırım, doğru mu?.
A. Müftüoğlu: Siz İmam Humeyni’de bu bahsettiğim tavırları bulamazsınız. Gayet tabi İmam Humeyni hep İslam’a ve Ümmet kimliğine atıf yapardı. Ben, Kelim Sıddıki, Faruki, Hamid Algar, gittiğimizde, heyetimizin en yaşlı, ve en âlimi olması hasebiyle kısa bir hutbe irade etmesini rica ettik merhum Faruki’den. Savaş yıllarıydı, 1981 yılıydı, sabah namazında İmam’ın bizi kabul edeceğini söylediler. Biz gittik ve imam kendisi bize bir tepsi içerisinde elleriyle çay ikram etti. O zaman genç muhaddislerden Reyşehri de oradaydı. Şimdi nerede bilmiyorum. O ikramları o yaptı. Sonra biz Faruki ile otelde kısa bir metin hakkında çalışma yaptık. Bu protokoler bir metin olmayacak, gerçeği yansıtacak, içimizde farklı kültürlerden insanlar var ve bu onların talepleri olacaktı. Bu metinde, talepte özellikle ümmete vurgu yapan bir talep vardı. İmam da buna cevaben; “Biz de bu metne ruhi canımızla katılıyoruz, ne doğu ne batı derken, ne Şii’lik ne Sünni’lik yalnızca İslam derken biz bunu kastediyoruz” dedi. Biz İmamın bu noktada olduğunu biliyoruz. Fakat ben bugün gelinen noktayı kast ediyorum. Bugün böyle bir akım var ve bu akım ne devrimci ne de siyasal kaygısı var ve bu akım sadece bir anlayışı yaygın hale getirmeye çalışıyor. Yani bu anlayışı sayılar bağlamında çoğaltmaya çalışıyor. Bizimle buraya gelip, bizi tahkir, tezyif ve tekfir pahasına bu konuları tartışıyorlar. Biz bugünü ve siyasal olaylarını konuşmuyoruz ve bugün bütün bu olaylardan müstağni bu gelişme. Onun için İran’ın da bu gelişmeler karşısında birşey söylemesi gerekiyor. Yani ben ortaya çıkan bu zafiyetin üstesinden gelebilecek bir dilin ortaya çıkarılmasında, İran’ın yetersiz kaldığını düşünüyorum. Bu bütünlüğü temsil sadedinde yeteri kadar dikkat sarf edilebilirdi. Fakat şunu söylememiz gerekir, İran otuz yılda fazladır kuşatma altında olan bir ülke. İran sürekli olarak istikrasızlaştırılmak isteniyor. Suriye sorununu anlamakta zorlananlara şunu söylüyorum, Suriye halledilmiş olsaydı sıra İran’a gelecekti.
S. Çelik: Gerek Ehlisünnete nispet edilen, gerekse Şii’liğe nispet edilen kimi çevreler tarafından tekfircilik anlayışı yükseltilmek istendiği ortada. Bu kesimler bazen El-Kaide, Işid gibi örgütler olarak karşımıza çıktığı gibi bazen de TV’ler kurarak medya aracılığı ile karşımıza çıkabiliyor. Londra’da yayın yapan Fedek kanalı gibi Şii görünümlü fitne unsurlarının tahribatlarına ve bu her iki kesimin fitne çabalarına karşın, İslam Devrimi Lideri Seyyid Ali Hamenei’nin bu konular çerçevesinde beyan ve fetvaları oldu. Ehlisünnetin kutsallarına ve sahabeye ve peygamber eşlerine hakaret etmenin haram olduğunu, beyan eden fetvası oldu. Bu kaygılardan yola çıkarak verilmiş bu fetva ile fitne çabalarının önünü almak ve yaygınlaşmasının önüne geçmek istedi. Bu fetvanın Lübnan ve diğer İslam ülkelerinde olumlu etkilerine şahit olduk.
S. Çelik: Tunus’ta başlayıp Suriye’ye kadar uzanan, Batılıların adına “Arap Baharı”, İran İslam İnkılabı Rehberi Seyyid Ali Hamenei’nin, Direniş Cephesinin ise “İslami Uyanış” adını verdikleri süreç yaşandı Ortadoğu’da. Bu süreç Suriye ve Irak’ta yaşananlar ile devam etmektedir. Gerçekten Arap’lara bahar oldu mu? Ya da ikinci bakış açısı ile Müslüman’lar için bu gelişmeler bir uyanış oldu mu acaba? Gerçekten uyumuş oldukları bu gaflet uykusundan uyandılar mı sizce?
A. Müftüoğlu: Önce çok önemli bir noktayı tashih etmemiz gerekir. Bu ayaklanmalar, isyanlar hiçbir yapısal değişimi gerçekleştirememiştir. Çükü bu kitlelerin hiçbir zaman yapısal bir talebi olmamıştır. Çükü bu kitlelerin her hangi bir programı yoktur ve liderlikten yoksundur. Evet, tekrar ediyorum liderlikten yoksundur. Programları yoktur, ne tür bir toplum istediklerine dair, zihinlerinde müşahhas bir tablo, bir fotoğraf da yoktur. Bunlar sadece ne istemediklerini söylemişlerdir. Ne istediklerini söylememişlerdir. Şunu istiyoruz dememişlerdir yani. Diktatörleri istemiyoruz demişlerdir. Fakat burada dikkati çeken bir şey var. Bunlar yerel diktatörleri istemiyorlar, küresel diktatörlere karşı bir tepkileri falan yok. Bendeniz Kahire’ye gittim birkaç gün, oradaki göstericilerin, neler istedikleri, sloganlarının neler olduğuna dikkat ettim. Örneğin bu kitlelerin, Amerika’ya tepki koyan, İsrail’e tepki gösteren sloganları yoktu. Sadece yerel diktatörlere tepkileri var. Bütün bu yerel diktatörler, küresel diktatörlerin bir memurudur. Siz memurlarla uğraşıyorsunuz, yani kuklalarla uğraşıyorsunuz, kuklaları yönlendiren ellerle uğraşmıyorsunuz. Burada yanıltıcı bir şey var. Bu konuyla ilgilenen herkesin bildiği bir şey var. Bunlar kanıtlanabilir şeylerdir. 2008 yılında itibaren, söyleşimizin önceki kısımlarında arz ettiğim gibi, Neoliberal dünya görüşünün ihraç ettiği, Neoliberal dünya görüşünün gündemini belirlediği cümleler ile konuşan sivil toplum kuruluşları var ettiler. Mısırda daha önce kurulan 28-30 civarında sivil toplum kuruluşu mensupları, bunları isim isim biliyoruz, Amerika’ya götürülmüşlerdir ve onlar Neoliberal bir toplumun nasıl şekillendirileceğine dair orada eğitim almışlardır. Sonra dönüp bu olayları gündeme getirmişlerdir. Bu sivil toplum örgütleri, Amerika’dan milyonlarca dolar yardım almışlardır. Bu çocuklar, bu gençler oradan eğitim almış ve bütün sloganları aldıkları eğitimle ilgilidir, sınırlıdır. Ayrıca biliyorsunuz Sırbistan’da bulunan offor örgütünün tecrübelerinden yararlanmışlardır. Fakat burada konuşulması gereken şudur. Bugün bu ayaklanmaların, baharın gerçekleştiği toplumların tümü fabrika ayarlarına geri dönmüştür. Yani daha kötü sonuçlarla karşı karşıyadırlar. Daha vahim sonuçlarla karşı karşıyadırlar. Hiç kimsenin İsrail’le mücadele edebilecek bir takati kalmamıştır, takati kalmadığı gibi böyle bir tasavvuru da kalmamıştır. Bölgedeki bütün gelişmeler, istisnasız İsrail’in işine yaramıştır ve İsrail’in kaydına geçmiştir. İsrail bugün bütün dünya Müslümanlarının mukaddesleriyle istihzada bulunuyor ve tahkir ediyor, hiç kimse de politik demeçler dışında parmağı kımıldatmıyor.
S. Çelik: Söylediğiniz çok önemli şeyler. Bu süreçten İsrail’in karlı çıkması, bu sürecin Batılılar tarafından yönlendirildiğinin ispatı değil midir, bir yerde?
A. Müftüoğlu: Gayet tabi Batılılar tarafından yönetildiği, yönlendirildiği, istikamet verildiği, aşikardır. İsrail’in işine yarayacak şekilde dizayn edildiği ortadadır.
S. Çelik: Yani bu sürecin asli etkeni İslami düşünce, İslami fikriyat, İslami devrim, ve Direniş Ekseninin tavizsiz duruşu ve tutumu olsaydı bu süreç İsrail’in işine yarayacak bir sonuca varmaz, varamazdı, öyle değil mi?
A. Müftüoğlu: Tabi bu kesinlikle böyledir. Bu kitlelerin İslami talebi yoktu. Ne Tunus’ta İslami bir talep vardı, ne Mısır’da İslami talep vardı, ne de Libya’da, hiçbir yerde İslami talep yoktu. Çünkü yok böyle bir şey. Hepsi liberal talepleri dile getiriyordu. Çünkü gençler, ya Batıya gitmek istiyorlar, ya da Batıyı kendi ülkelerine getirmek istiyorlardı. Çünkü ortada bir program yok, bir vizyon yok, bir strateji yok, bir liderlik yok ,bir kadro nitelikli bir kadro yok.
S. Çelik: Arap Baharı adı altında Ortadoğu’da Batılı güçlerin, Nato müdahaleleri ve falanca ülkenin dostları adı altında 110 ülke teşekkülü ile demokrasi getirmek adına mevcut yönetimleri değiştirme çabalarını gördük. Hakeza Libya’da Kaddafi’nin devrilmesi, Mısır’da Mübarek’in gitmesi ve Suriye’de Esad’ın devrilmek istenmesi de bu sürecin parçaları. Müslümanların kendi yöneticilerini belirleme hakları yok mudur, bu zul, bu acizlik, bu aşağılık psikolojisi değil midir? Bunu neden İslam toplumlarında Batılıların yapmasını, gerçekleştirmesini bekliyoruz, Batılılar mı bunu yapmalıdır? Batılıların, bir diğer Müslüman devletin idarecisini, değiştirmeye kalkması, bu hakkı kendinde bulması nasıl kabul edilebilir? Müslüman ülkelerin idarecilerinin de buna katılması, desteklemesi bir aşağılık kompleksinin, psikolojisinin ürünü değil midir sizce, neler söylersiniz bu konuda?
A. Müftüoğlu: Konuşmamın başında şunu söylemiştim, kolonyalistler, İslam dünyası toplumlarının sömürgeleştirmeden önce, onların zihinlerini sömürgeleştirdiler. Bu zihnin kendi modelini gerçekleştirmesine fırsat vermediler. Şuan bu yaşadıklarımız bunu gösteriyor. Oryantalizm aynı zamanda İslam toplumuna şunu söylüyor. Siz İslami anlamda kendiniz yönetemezsiniz, İslam yönetemez, biz sizi yönetebiliriz diyorlar. Bugün, bu bulunduğumuz nokta, Batıya öykünüşümüz, bunu kanıtlamıyor mu? Mesela Türkiye, Avrupa Birliği idealleri taşıyor. Şu kadar zamandan beri AB’nin peşinden koşuyor. Türkiye’nin İslami idealleri yok, Mısır’ın İslami idealleri yok, Pakistan’ın İslami idealleri yok. Bu zihinsel sömürü durumuyla alakalı bir şeydir işte. Yani bugün, post kolonyalist okuldan bahsettim. Bu post kolonyalist okul, yeni bir modelin mümkün olabileceğini söylüyor.. Bunlar İslam toplumlarına devrimci yöntemin, tırnak içinde Sünni geleneğe aykırı olduğunu noktasında ikna edilmişlerdir. Devrimciliğin, Şiiliğe ait bir şey olduğunu telkin etmişleridir. Bakınız bu konuda neler olduğunu, yakından biliyorsunuz, bunların konuşulması gerekiyor. Biz olayların, resmin bütününe bakmadığımız için ne yapıyoruz, parçalara kanalize ediyoruz. 1990’lı yıllarda Cezayir’de İslami Selamet Cephesi, demokratik anlamda iktidara gelmiş iken, Batılılar, İslamın demokrasi aracı ile iktidara gelmesine tahammül edemediler. Bu gelişmenin akabinde Cezayir’de iç savaş çıkarıldı. Sonraları, İslamcı ve radikal fanatik kılığında öne sürülenlerin tümünün Fransız gizli servisinin elemanları olduğu daha ortaya çıktı. Yani Fransız gizli servisi, fanatik Müslüman gibi, barbar, olumsuz bir Müslüman tiplemesinde ne yapıyor, faaliyet yapıyor, sahneye sürülüyor. İslam dünyası bir bilince uyanıncaya kadar bu böyle devam edecek. Bakınız size daha ilginç bir şey anlatayım. Afganistan’ın işgaline denk gelen bir dönemde, Brejezenski, Bir Fransız gazetesiyle yaptığı söyleşide çok önemli bir şeye işaret ediyor. Biz diyor, Sovyet Sosyalist sisteminin bir Vietnam’a ihtiyacı olduğunu düşündük. Evet, bu sistemin bir Vietnam’a ihtiyacı var, dedik. Rusya’ya gittik, Komünist Partiyle görüşmeler yaptık ve onlara dedik ki; siz Afganistan’da neler olup bittiğini biliyor musunuz? Onlar da yok hayır bilmiyoruz, dediler. Neler oluyor, orada biliyor musunuz? İslamcılar size karşı hazırlanıyorlar, eğitim yapıyorlar, eğitiliyorlar, şunu yapıyorlar, bunu yapıyorlar, bütün Komünistleri imha edecekler, dedik ve Komünist partisini ikna ettik Afganistan’da böyle bir gelişmenin varlığına. Sonra gittik, Afganistan’daki İslamcılarla görüştük. Onlara; Rusların ne yapmak istediklerine dair haberiniz var mı? Dedik. Gelecekler, ülkenizi işgal edecekler, sizi mahf-ı perişan edecek, siz yok edecekler, dedik. Ama siz merak etmeyin biz size para da vereceğiz, eğitim de vereceğiz, silah da vereceğiz, dedik. Sonra onlara Rusya bizim de düşmanımızdır dedik ve onları ikna ettik. Onlara para da verdik, eğitim de verdik, şeklinde anlatıyor. Ama bu bir yere kadar. Şimdi Afganistan’ın işgali sırasında, Sovyetlere karşı savaşan Müslüman’lar mücahit idiler, şimdi aynı mücahitler, Amerika’ya karşı savaşınca bu defa terörist oluyorlar. Şimdi bütün bu kategoriler noktasında dünya Müslümanlarını uyaran çok ciddi bir ne yapmak gerekiyor, çalışma yapmak gerekiyor. Biz bu çalışmaları yapmıyoruz. Biz bu konuda yeterli değiliz maalesef. Biz bu medya çağında medyayı da gereği gibi kullanamıyoruz. Bakınız bugün İslam dünyası toplumları, Müslüman kitleler, bir resmi doğruları konuşuyor, dayatılmış doğruları konuşuyor, dayatılan resmi doğruları konuşuyor. Dayatılan bu doğrular daha çok ulus devletin çıkarlarına göre şekilleniyor. Onun için İslam toplumlarının her şeyden önce ilahi hakikati temsil sadedinde, kendi doğrularını somutlaştıran bir bilince ihtiyacı var. Biz mesela diyorum ki, cami inşa etmeyelim, bilinç inşa edelim. Camiden önce bilince ihtiyacımız var. Biz şatavatlı, görkemli camiler yapıyoruz, ama içerisindeki cemaate bir bilinç vermiyoruz. Bu bilinç inşa etmek, bir bilince öncülük etmek çok önemlidir. Bilinç alanına çıkmak çok önemlidir. Çünkü bilincin bir merkezi yeri var, biz bundan uzağız. Çünkü şu anda hepimiz propaganda nesnesi konumundayız. Bunları yapabiliriz ve yapmalıyız.
S. Çelik: Müslümanlar ne zaman kendi ayakları üzerinde durup, özgür İslami bir muhiti oluşturmak isteseler, siyasal ve askeri her alanda, gelişme kaydetseler bu minvalde yaptıkları her hamle süper güçler, emperyal güçler tarafında bastırılıyor, karalanmak, iç ve dış müdahaleler ile mâhkum edilmek isteniyor. Suriye surecine, Arap baharı sürecine baktığımız zaman, Suriye’den çok İran’ın hedefe oturtulduğunu görüyoruz. Suriye sürecinde sona gelindiğinde, gerek İsrail gerekse de Amerikan makamlarından yapılan açıklamalara baktığımızda, biz aslında ve sahada daha çok İran’la savaşıyoruz şeklinde beyanatlar verdiler. Müslümanlar bunu neden fark etmiyorlar?
A. Müftüoğlu: Bunun pek çok nedeni var. Birincisi özellikle Müslüman kitleler resmi doğrulara, dayatılmış doğrulara inanıyorlar. Çünkü onlar gerçeğin ayrımına dair bir çalışma yapmıyorlar. Televizyonlar ne söylüyorsa, medya ne söylüyorsa onu kabul ediyorlar. Resmi, dayatılmış doğruları araştıracak bir bakış açısından yoksunlar. Bir de Müslümanlar için, kitleler için, ayrıntılar, alışıla gelmiş şeyler önemlidir. Farklı bir şey gördüklerinde şüphe izhar ederler ve onu kabul etmekte zorlanırlar. Suriye ile ilgili, Suriye konusunda bizler yeteri kadar somut malzeme üzerinde çalışmadık. Suriye ile ilgili Emperyal proje, 11 Eylül’den 10 gün sonra Pentagon’un gündemindeydi.
S. Çelik: Amerika’da ikiz kulelere ve Pentagon’a yapılan saldırılar sonrasında değil mi?
A. Müftüoğlu: Evet, tam on gün sonra Pentagonun önde gelen generallerinden Wesley Clark resmen açıkladı. General Wesley Clark Suriye’nin istikrasızlaştırılması, güçsüzleştirilmesi, etkisizleştirilmesi gerektiğini söyledi. Suriye’nin İsrail için ebediyen tehdit olmaktan çıkarılması ve İran yörüngesinden çıkarılarak sisteme dahil edilmesi ve Suriye’nin devrimci İslami örgütlerden boşaltılması, gerektiğini söyledi.
S. Çelik: Yani İsrail için tehdit ve tehlike oluşturan, Suriye’nin ev sahipliği yaptığı desteklediği, Hizbullah, Hamas, İslami Cihad gibi örgütlerden bahsediyor değil mi?
A. Müftüoğlu: Gayet tabi, bunları Suriye’den çıktıktan sonra gidecek yerleri yok ki. Acaba Türkiye onları oradan çıkarmak için gayret ediyor, peki neden onlara Türkiye’de faaliyet imkanı vermiyor o zaman? Bundan daha büyük bir çelişki olabilir mi?
S. Çelik: Kesinlikle çok haklı ve yerinde tespitler ve cevaplandırılması gereken sorular bunlar.
A. Müftüoğlu: Dolayısıyla ben Suriye’de muhalefetin dizayn edildiğini düşünüyorum ve görüyorum. Amaçlarına yönelik yönlendirildiklerini düşünüyorum ve madde madde şunları söylüyorum. Suriye’de muhalefet emperyal amaçlara hizmet edecek şekilde imal edilmiştir. Bunu söylemek demek Baas rejimini desteklemek, Baas’cı olmak anlamına gelmez, diyorum. Bunu söylemek demek İran ağzı ile konuşuyor anlamına gelmez. Bu muhalefet icat edilmiştir. Ve bu icadın bütün gerekleri yerine getirilmiştir. Sorum şu; bu gün hala bunu sormaya devam ediyorum, Suriye’de yüzlerce muhalif örgüt var, bu muhalif örgütler arasında hiçbir zaman bir günlük bir mutabakat bile sağlanmamıştır. Evet bir günlük bir mutabakat dahi hasıl olmamıştır. Eğer varsa gerçekten, Baas rejimi ile hesapları varsa, bunların gerçekten İslami kaygıları varsa, başta öne çıkan, çıkarılan kişilerin İslami kimlikleri olurdu. Evet bunların İslami kaygıları yoktu. Bunların hepsi Beyaz saraydan maaş alan bir takım solculardı. İlk ortaya çıkan, Suriye’de bu muhalif örgütlerin liderleri Beyaz Saray’dan maaş alan solculardı. Daha sonra İslami unsurlar da işin içine, daha doğrusu kendini İslama nispet veren unsurlar da bu sürece dahil edildiler. Fakat burada problem şu, bu unsurlar arasında bir tek gün dahi mutabakat sağlanamadı. Bu grupların hiçbir zaman Suriye’nin geleceğini inşa eden bir programları olmadı. Suriye’yi kimin ve nasıl yönetileceğine dair her hangi bir stratejileri yoktu.
S. Çelik: Sormak istediğim bir soru vardı, burayla ilintili, tamda oraya geldiniz. Bizim ya bütün sorunların kaynağını Batıda arayan ya da bütün sorunların çözümünü Batıda arayan şeklinde garip bir psikolojimiz var, ikilem içerisindeyiz. Kendinde var olan bütün sorunu, problemi, eksikliği Batıya atfetmek, ya da bütün sorunların çözümünü, kurtarıcı rolünü batıya verme aymazlığı, yanlışlığı içindeyiz. Maalesef Müslümanlar kendi sorunlarını çözmekten acizler. Siyasetten tutun da ekonomiye varana kadar bakış açısı böyle. Müslümanlar kendi içinde oluşturmuş olduğu İslam İşbirliği Teşkilatı türünden yapılar var. Fakat bu yapılar çok etkisiz, silik ve hiç bir siyasal yaptırıma haiz değiller. Tam bu kaldığımız yerden devam edelim. Bu acı durumdan nasıl çıkabiliriz, ne yapmak lazım, nasıl bir çözüm üretilebilir, nasıl bir yapılanmaya gitmek gerekir sizce?
A. Müftüoğlu: Bu durumda tek çözüm şudur. Pek çok şey yapılabilir ama bana göre tek çözüm şudur. İslami hareketlerin, daha doğrusu, siyasi hareketlerin, düşünce ve fikri hareketlerin her şeyden önce İslami bütüne ilişkin bir projeyi önce toplumsallaştırmaları ve sonra da siyasallaştırmaları gerekiyor. Bugün bu hareketlerin, toplumsallaştıkları, siyasallaştıkları söylenemez. Mısır’da İhvan örneğini verelim. İhvan geçmişi olan çok köklü bir örgüttür. Çok anlamlı, çok güzel çalışmalar yapmıştır. Fakat ihvan kitlesini siyasallaştırmayı başaramamıştır. Evet, İhvan kitlesini siyasallaştırmayı başaramamıştır.
S. Çelik: Yani İhvan sadece irşat mantığında kalmış, öteye gidememiştir, diyorsunuz öyle mi?
A. Müfüoğlu: Evet İhvan son olaylarda Mısır’da statükonun dışında, geleneksel duruşunun dışında, Sünni statükoyu ihlal pahasına yaptığı bir şey vardır, sokaklara çıkmıştır fakat bu direnişi sürdürememiştir. Çünkü toplumlarımızda şu söylenir. Mesela Cezayir’de şu söylenmiştir. Resmi dini kurumun başındaki zat Tv. ye çıkıp demiştir ki; Ey Müslümanlar evinize dönün devlet zarar görmesin. Ey Müslümanlar evlerinize dönün ordu zara görmesin, polis zarar görmesin. İslam zarar görürse görsün ama devlet, ordu ve polis zarar görmesin, demiştir. Mısır’da da Ezher de aynı şeyi yaptı bu defa. Fakat Müslüman’lar bu defa, devletin zarar görmesi pahasına, ordunun, askerin zarar görme pahasına tepkilerini ortaya koydular. En azından böyle bir başlangıç olmuştur Mısır’da. Ama bu başlangıç henüz hangi noktada bunun nabzını tutabilmiş değilim. Şu çok önemli, bu hareketlerin, İslami hareketlerin, İslami düşünce, politik hareketlerin, her şeyden önce tevhidi bir duyarlılığın toplumsallaşması ve siyasallaşması noktasında ne yapması gerekiyor, yeni bir strateji belirlemeleri gerekiyor. Çünkü İslam dünyası toplumlarında, bugün ne kadar cemaat hareketi varsa, tırnak içinde söylüyorum, ben bunların cemaat olduklarına inanmıyorum. Bunlar sürülerdir, malesef Müslüman sürülerdir bunlar. Çünkü cemaat, düşünen, üreten, tahkik eden Müslüman bireylerden oluşur. Şimdi bizdeki cemaatler, düşünmeyen tartışmayan, sadece itaat eden bireylerden oluşuyor. Bu cemaatler çok önemlidir. Biz Batı’nın üzerimizdeki tahribatını konuşuyoruz ama içimizdeki tahribatı da konuşmalıyız. Bu cemaatler, istisnasız bir şekilde, Allah’ın mübarek ve muazzez dinini vulgarize etmişlerdir. Yani kitlelerin hoşuna gidecek bir noktaya sürüklemişlerdir. Yani her şey mübah noktasına getirmişlerdir. Amerika ile iş birliği yapan cemaat sorgulanamıyor, İsrail’le iş birliği yapan cemaat sorgulanamıyor, neden? Bunların konuşulması lazım.
S. Çelik: Bunların konuşulacağı etkin mekanizmalarımız neden yok, sizinde işaret ettiğiniz gibi en önemlisi liderlik mekanizmamız yok. Bu iki eksikliğin oluşu sorunların çözümünü zorlaştırmıyor mu?
A. Müftüoğlu: Elbette çok zorlaştırıyor. Liderliğin olmayışı ve kadroların olmayışı, yani kültürel nitelikli kadrolar, entelektüel nitelikli kadrolar çok önemlidir. Bunlar evvela kitlelerin ufkunu açacaklardır. Bunlarla toplum, bir bilince uyanacak, bir duyarlılığa uyanacaklar yeni program ve tasavvur oluşturacaktır. Devamında ne yapacaklar, örgütlü bir biçime ve liderliğe dönüşecektir. Önceden yapılaması gereken hiçbir şeyi şu an yapmıyoruz. Biz hep ayrıntıları, yüzeyleri, sonuçları konuşuyoruz; derinlikleri, bütüne dair meseleleri konuşmuyoruz. Herkes kendi parçasına meşruiyet kazandırmaya çalışıyor. Bu bir faciadır. Herkes kendi parçasına dokunulmazlık kazandırmaya çalışıyor. Dolayısıyla İslami tablo paramparçadır. Şu bardağın kırıldığını düşün, ne yapamazsınız bu parçaları artık bir araya getiremezsiniz. Dolayısıyla bu bardağı yeniden imal etmek durumundasınız. Bu yapıyı imal etmek te tevhidi bir duyarlılık zemininde, hiç kimsenin etnik kökeni, mezhebi kökenini sorun haline getirmeyeceği, kültürel bir zenginlik, düşünsel bir zenginlik olarak kabul etmesiyle mümkün olabilir. Yeni bir zenginlikle mümkün olabilir, buna mecburuz ve buna mahkumuz, bunu yapmalıyız.
S. Çelik: Ufuklarımızın, düşüncelerimizin bu konuda aydınlatılması gerektiğini düşündüğüm bir soru sormak istiyorum size. Yıllardır görüyoruz, birazcık toplumsal anlamda, siyasal anlamda güç kazanan örgütler, İslamcı yapılar, cemaatler, hareketler birazcık nüfus kazandığında hilafet ilan ediyorlar. Bu gün Işid örneğinde olduğu gibi, Ebubekir el-Bağdadi denilen kişi hilafet ilan edip, kendisini de Müslümanların halifesi ilan ettiğini gördük. Geçmişte de bunun örneklerini görmüştük. Hatta Avrupa’nın göbeğinde dahi hilafet ilan edip, ben de sizin halifenizim diyen vakıalara şahit olduk. Sanırım bu belli olan bir gereklilikten, ihtiyaçtan neşet ediyor. İslam toplumu gerçek anlamda bir liderliğe, önderliğe, merkeze, merceiyete ihtiyacı yok mu? Sizin de ifade ettiğiniz gibi, bu başsızlık, bu lidersizlik sorunların kaynağı değil mi? Peygamberimiz; “Zamanının imamına biat etmeyen, cahiliye ölümü üzerine ölmüştür”, buyuruyor. Yani biatsız olmayın, başsız, lidersiz, darmadağın olmayın buyuruyor Müslümanlara. Şimdi Müslüman’ların başı nerededir ki topluluklar biat etsin, toplumlar nasıl bir yol izlesin, ne yapsınlar bu konuda neler söylersiniz?
A. Müftüoğlu: Tabi burada son derece vahim bir durumla karşı karşıya olduğumuzu belirtmemiz gerekir. Dileyen herkes kendisini halife ilan edebiliyor, Mehdi ilan edebiliyor. Mesela Türkiye’de kendisini Mehdi olarak ilan eden yüzlerce kişi var. Bu durum toplum adına korkunç bir laubaliliğin, sorumsuzluğun, kayıtsızlığın, efendim ciddiyetsizliğin normal hale geldiğini gösteriyor. Dileyen ne yapıyor, Mehdi olduğunu açıklayabiliyor. Adam kendisini kainat imamlığına tayin ediyor. Fetullah Gülen kendisini ‘Kainat İmamı’ olarak konumlandırıyor. Kimse de şunu sormuyor, bunlar bütün bunları ilan ederken, meşruiyetlerini nereden alıyorlar? Neye göre, kendilerini konumlandırıyorlar. Yani bir darbeci çıkıyor, Bağdadi olayında olduğu gibi, ben Müslümanların halifesiyim diyor. Yani bir ehliyetler, liyakatler meclisinin verdiği bir karara göre hareket etmiyor. Tamamen keyfi bir tasarrufta bulunuyor. Tüm bunlar niçin oluyor biliyor musunuz? Eğer toplumlarımızda, toplumlarımıza vaziyet eden, İslami bütünü temsil eden nitelikli kadrolar olmuş olsa idi bunlar buna cesaret edemeyecekti. Bütün bunlar niteliksizliklerle alakalıdır. Bu vulgarize edilmiş bir dini hayatın, popülizmin sonuçlarıdır. Bütün bunlar hamasi tutumların sonucudur. Bütün bunlar hayali umutlarla alakalıdır. Ümmet iki yüz yıldan beri hayali umutların peşinde sürükleniyor. Hayati sorunları ile yüzleşme ihtiyacı duymuyor. Çünkü hayati sorunlar ile yüzleşmek sorumluluk almayı gerektiriyor. Hayali umutlara yaslandığınızda sorumluluk almanız gerekmiyor. Bekliyorsunuz sadece. Şimdi sizin sözünü ettiğiniz liderlik ve merceiyet, böyle bir noktaya geldikten sonra ancak mümkün olabilir. Yani nitelikli kadrolar olması gerekir. Her alanda nitelikli kadrolar olacak. Siz kendinizi o ışığa tutacaksınız işte o zaman. Kendini Mehdi olarak ilan eden ise böyle bir şeye gerek duymuyor, böyle bir şey hissetmiyor. Maalesef böyle bir kadro yok. Yani birisi böyle bir iddia ortaya attığında, onun yakasına yapışacak bir irade yok, bir kadro, düşünsel, kültürel bir kadro yok. Felsefi irade yok. Onun için bugün bütün ülkelerin, İslami kaygı sahibi Müslüman’ların yapacağı şey, İslami bir bilincin, ufkun, duyarlılığın bir vaziyetin, bir kaygının birikimin bir müktesebatın eksiksiz bir şekilde duyarlılık temelinde inşasını sağlayacak kadrolar yetiştirmesi gerekir.
S. Çelik: Kur’an‘da ve nebevi sünnette bu konuda bize ışık tutacak ayetler ve deliller yok mudur? Mesela Kur’an’da bir ayet var: “Allah’a ve peygambere ve sizden olan ulu’l emre itaat edin”, diyor. Müslümanların gerçekten 1400 yıldır ‘ulu’l emr’i kimler olmuştur ve bu ümmet bu ayetin ışığında bugün kime itaat etmelidir ki bu sapkın iddiaları boşa çıkarabilsin?
A. Müftüoğlu: Muhakkak şüphesizi var. Fakat konu buralara gelince şunu söylemek isterim. Bunun muhatabı olarak ben bir düşünce adamıyım, kültür adamıyım, araştırmacıyım. Ben bu konuyu ilmi meşruiyete haiz âlimlere bırakıyorum. Dolayısı ile ben bu Kur’an’daki ‘ulu’l emr’ kavramının kimleri kast ettiği konusunu âlimlerin araştırması gerektiğini düşünüyorum. Fakat benim dikkat çekmek istediğim şudur; nitelikli kadroların ne yapılması lazım, oluşması lazım. Nitelikli kadrodan kastım şudur; İslami kaygılara haiz bir kişi, bir parçaya ilişkin yüzeye ilişkin, ayrıntıyı konuşmaz, esası konuşur. Peki esas neden nedir? Temel referanslarımız param parça olmuştur. Şimdi bir yığın referansımız var. Bu kabul edilebilir bir şey değildir. Esas nedir, Kur’an referans kaynağı olmaktan çıkmıştır, Demokrasi referans kaynağı haline gelmiştir, esas budur. Bugün Müslüman entelektüeller, İslamı Demokrasi ile uzlaşmaya ikna etmeye davet ediyorlar. Hatta ve hatta Müslüman entelektüel hayatın bugün geldiği nokta şudur. İslami inancı, hayatı modası geçmiş bir şey olarak gördükleri için demokrasi ile onların imtizacını sağlamaya çalışıyorlar. Bu düşüşü durdurmak lazım. Biz bu düşüşü durdurmalıyız. Biz demokrasinin kendisini tartışamıyoruz, düşünebiliyor musunuz, Demokrasinin niteliğini tartışamıyoruz. Bu topluluk nasıl bir topluluktur, sürekli itaat ediyor ve sürekli öykünüyor ve ne kendisi olmayı başarıyor ne de başkası olmayı başarabiliyor. Bugün verilen bu mücadele, zihinsel sömürgesizleştirme mücadelesi vermeden başarıya ulaşılamayacaktır, bunun bilincinde olmamız gerekiyor.
S. Çelik: Son olarak, yakın zamanda bir edebiyat dergisine bir yazı vermiştiniz. Türkiye’nin Ortadoğu politikasını, dış politikasını eleştirerek, Türkiye’nin Suriye’de izlediği dış politikayı, Emperyal projenin parçası olmak ve Suriye’nin imha edilmesinde başrolü oynamak, şeklinde yazınızda izah etmiştiniz. Bu düşünceniz bir edebiyat dergisi tarafından sansür edilmek istendi. Bu kafayı kuma gömme hali, gerçeklerden kaçma, gerçekleri gözlerden kaçırma telaşı olarak görebilir miyiz, neler söylemek istersiniz bu konuda?
A. Müftüoğlu: Gerçek Müslümanlar birbirleri ile Allahın hatırı için her şeyi konuşmaya müsaittirler. Hiç kimse kendi yorumunu bir başkasına dayatamaz. Muhataplar sonuna kadar bir birlerini dinlerler ve ona göre davranırlar. Hepimiz aynı sözcüklerle konuşmak zorunda değiliz. Medeni insanlar bunu yaparlar. Ama medeni olmayan insanlar, faşistler, barbarlar ne yaparlar, keserler sizin görüşünüzü sansür ederler. Ben orada bir görüş ortaya atıyorum. Kaldı ki bu yazıyı bu dergi benden kendisi istedi. Sadece bundan ibaret de değil, yeni sansürler ile de karşılaştım. Diğerleri de var. Yazıyı siz yayınlarsınız siz, çünkü yazıda sadece bir iddia var. Yazımda şunlar geçiyor: Türkiye emperyal bir projeye alet olmak sureti ile Suriye’nin her alanda kültürel ve medeniyet alanında, altyapı, üst yapı alanında her alanda imhasına katkıda bulunmuştur. Suriye’de cereyan eden bütün acılardan ve yıkımlardan sorumludur, diyorum. Bir dergi bunu ne yapar bunu tartışmaya açar.
S. Çelik: Bu dergini ismini vermemizde bir sakınca var mı, Okurlarımız bilmek isteyebilirler?
A. Müftüoğlu: İtibar Dergisi. Bir edebiyat dergisidir. Kaldı ki orada yazmak isteyen ben değilim, onlar benden yazı istediler ben de gönderdim. Aynı sansürün bir benzeri diğer başka bir dergide yapıldı, adı Vuslat Dergisi. Aynı konuyla ilgili, Suriye konusu ile ilgili yeni bir sansür daha yapıldı.
S. Çelik: Sizden yazı talep eden Vuslat Dergisinde de yakın zamanda bir sansür mü yapıldı sizin yazınızla ilgili?
A. Müftüoğlu: Evet yakın zamanda, yeni olan bir şey. Bunları kimse konuşmuyor, cesaret edemiyor. Biz olayları kendimiz yorumlamıyoruz, bir üst irade olayları nasıl yorumlamamızı istiyorsa öyle yorumluyoruz. Yani Allahın emrini, bizden istediği bakış açısını yansıtıyoruz. Biz doğruları ortaya koymak zorundayız. Bir de bize dayatılan doğrular var. Halbuki bütün dünyada, hangi dinden ve hangi eğilimden olursa olsun, bütün yorumcular ve gözlemciler, Türkiye’nin Suriye konusunda, bir emperyal projeye alet olduğunu biliyor. Ne kadar saklayabilirsiniz bu gerçeği? Ne kadar saklayabilir, ne kadar gizleyebilirsiniz ki?
S. Çelik: Bu sansürü uygulayan dergi ve yöneticileri, kendi okuyucu kitlelerinin bu gerçekler ile yüzleşmesinden kaygı duydukları için mi, yoksa başka siyasi kaygı ve baskılardan mı kaynaklanıyor bu tavırları?
A. Müftüoğlu: Resmi yorumun dışında hiç kimse farklı bir şey duymak istemiyor ve çekiniyorlar. Farklı bir şey söyleyenler, terörize ediliyorlar, mahkum ediliyorlar. Ama sadece bununla da alakalı değil.
S. Çelik: Bazı köşe yazarları, sizin Suriye politikasındaki tutumunuzdan rahatsız olduklarından olsa gerek, sizin otuz yıldan beri aynı çizgi ve düşüncede olduğunuzu, hiçbir değişime uğramadığınızı söyleyerek bir değişim yaşamanız gerektiğini size uygun görüyorlar, tayin ediyorlar. Sizin 30 yıldır kendinize has tutumunuz, Antiemperyalist duruşunuz ve bu konudaki tutarlılık arz eden yazı ve fikir hayatınızın artık değişmesi gerektiğini yazıyorlar. Bu durum, her türlü değişime uğramayı marifet sayan bu cenahı neden rahatsız ediyor? Söyleşimizin sonuna gelirken, bu konuda neler söylersiniz?
A. Müftüoğlu: Bunlar şu anda bir İslam ülkesinde, bir İslam devleti altında yaşadıklarını düşünüyorlar. Bu yapısal çarpıklıklarla yüzleşmeye, bunları aşmaya cesaretleri yok. Bu dili, bu tahakküm üreten dili sorgulayan birisi yok aramızda. Bu vahim bir şeydir. Bu vulgarizasyona karşı sadece Mehmet Akif karşı çıkmıştır. Onun dışında mübarek zat filan varsa, tırnak içinde, mübarek zat, üstat varsa, ne kadar varsa hepsi buna alet olmuşlardır. Bir tek Mehmet Akif cesaret etmiştir buna. Bu sözünü ettiğim dini folklorik hale getirilmesine itiraz etmiştir. Buna tahammül eden ne kadar üstat, mübarek zat varsa Türkiye’de bunlar bununla bütünleşmişlerdir. O yüzden diyorum hala Akif aşılamıyor. Mesela yüz yıldır bu toplum, Said’i Nursi tarafında esir alınmış durumdadır, tutsaktır. Toplum yüz yıl öncesini konuşuyor ve yüz yıl öncesini tartışıyor. Bu günün dünyası ile nasıl baş edeceğini bilmiyor. Çünkü biz geçmişe doğru düşünüyoruz, bu günü konuşmuyoruz. Geçmişte neler olduğunu konuşuyoruz, ama bu gün neler olması gerektiğini konuşmuyoruz. Peki neyi konuşmamız gerekiyor? Bu gün İslam nasıl tarih dışı kılındı? İran’da yeniden tarihin konusu haline nasıl geldi? Bunun için ne yapmak gerekiyor? Bu soruların cevaplarını aramıyor, bunları konuşmuyoruz. Demek ki İslam tarih dışı edilmeye mahkum olamaz. Çünkü ‘İslam Devrimi’ bunu bize gösteriyor ve öğretiyor. Bunları konuşmak demek risk almayı gerektiriyor. Bunları konuşmak demek bir bedel ödemeyi gerektiriyor. Bunları konuşmak demek sonuna kadar yürüyecek bir bilinci ne yapmak gerekiyor, canlı tutmak gerekiyor. Bunların için de ne yapmak gerekiyor, işte bunun için bütün bu taife ile savaşmak ve mücadele etmek gerekiyor.. Ves’selam…
S. Çelik: Bize, kıymetli vaktinizi ayırdığınız, bu düşünce ve fikir dünyamıza ışık tutan keyifli söyleşiyi yapma fırsatı verdiğiniz için size tekrardan çok teşekkür ediyoruz..
A. Müftüoğlu: Rice ederim efendim, bu röportajı yapma fırsatı verdiğiniz için ben de size teşekkür ederim..
Kaynak: Rasthaber