Tarih: 19.09.2019 01:00

ATAMIZDAN YADİGÂR BİZDE LİDER KÜLTÜ VAR

Facebook Twitter Linked-in

Lider siyasetini tartışıyoruz: ortak akıl, istişare, katılım, demokrasi kültürü vs. derken karşımıza illa ki lider kültü diyebileceğimiz kadim anlayış çıkıyor.

Bunalım zamanlarında yeni bir çıkış noktası, yeni bir yol, yeni bir yöntem değil… peşine takılıp yürüyeceğimiz yeni bir baş arıyoruz kendimize. Liderlik kurumu insanlık tarihi boyunca toplumsal yapıların işleyişinde kilit role sahip, vazgeçilemeyen, yeri doldurulamayan bir mekanizma. Ancak artık gelişmiş toplumlarda tanrısal vasıflar atfedilen kişiler değil liderler. Yetenekleriyle ve donanımlarıyla başta koordinasyon olmak üzere, belirli görevleri yerine getirmek üzere iş başına gelen kişiler bunlar.

Otorite tiplerini karizmatik-geleneksel-rasyonel olarak üç ayrı model olarak tasnif eden ve -İbn Haldun’un asabiyyet teorisindeki otorite tasnifini andıracak şekilde- bunları birer aşama olarak gören Weber’in terminolojisini biraz amacı dışında kullanacağım… İnsanlığın vaktiyle insanüstü özellikler vehmettiği liderlik kurumu giderek bu büyülü/tanrısal/karizmatik kimliğini kaybedip -tıpkı Kuhn’un ‘normal bilim’ tasnifindeki gibi- olağanlaşmıştır. Günümüzde ise bu kurum artık büsbütün rasyonel bir zeminde, neredeyse yönetim/işletme süreçlerinin mekanik bir unsuru gibi ele alınıyor.

Bizim gibi ülkelerde ise karizmatik lider arayışının halen son bulmayışını herhalde sosyo-kültürel yapımızın özellikleriyle ve buna bağlı olarak sosyo-psikolojik durumumuzla açıklamak gerekiyor.

Önceki gün de yazmıştım: Elimizdeki sosyal malzeme lider siyasetinden fazlasına el vermiyor. Onun için Özal ölünce ANAP, Demirel gidince DYP bitiyor. Onun için bugün “Erdoğan’ın partisi”nin alternatifi olarak “Babacan’ın partisi”nden, “Davutoğlu’nun partisi”nden söz ediliyor...

***

Adeta “lider kültü” özelliği gösteren siyaset anlayışımızın tarihteki “pederşahi” yönetim geleneğinin bir sonucu olduğunu düşünenler çoğunlukta. Eski çağlardaki atalar kültüne kadar uzanan bir geçmişi olan bu anlayışın insanlığın liderlik kurumuna bakışını belirleyen belli başlı faktörlerden biri olduğu muhakkak. Ancak bu hususta bizim toplumdaki hâkim anlayışın günümüzdeki sanayi ötesi toplumların bu konuya yaklaşımlarından farklılığını neyle izah edeceğiz?

İkincisi, bugünkü “lider ideolojisi”ni Osmanlı asırlarındaki padişah figürünün toplumsal rolüne veya toplumsal zihniyetteki yerine bağlamak ne kadar doğru? Osmanlı padişahının “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” gibi son derece “karizmatik” sıfatlarla anıldığı doğru ama bu tür nitelikler Ahmet, Mehmet, Süleyman vs. için değil o sırada Osmanlı tahtında oturan her kimse onun için kullanılıyor. Kişiyi değil, makamı ifade ediyor. Onun için herhangi bir padişah ölünce devlet dağılmıyor. Özal’ın ANAP’ı, Demirel’in DYP’si gibi olmuyor. Kuruma inanç, değerlere bağlılık var. Kişilere değil. Kişilerin gelip geçici olduğu bilinciyle çalışıyor sistem.

Osmanlı tarihinde siyasi otorite tam da Weber’in tasnifindeki şekliyle karizmatik olandan geleneksel olana ve nihayet rasyonel olana evrilmiştir zaten. Mesela bugün “ulu hakan, cennetmekan, gök sultan” vs gibi sıfatlarla anılıp efsaneleştirilen Abdülhamid kendi zamanında hiç de karizmatik bir yönetici değildi. Resmi metinlerde -o zamanın protokolü gereği- ulu hakan lafından çok daha övücü sıfatlarla anılıyordu ama halkın hiçbir kesiminde “Devletimizi ancak sultan Hamid’in dehası ayakta tutabilir, o giderse mahvoluruz” diye bir düşünce yoktu. 

***

Bu tarz düşünceler iki asırdır devam eden ama Abdülhamid’den hemen sonra nihai noktaya ulaşacak olan dağılma/çökme sürecinin toplumda uyandırdığı derin travmanın ürünü olarak ortaya çıktı. Daha doğrusu, çok kısa süre içinde dağılmayla sonuçlanan yenilginin sonucu olan -Yakup Kadri’nin “milli gurur yarası” diye tarif ettiği- travmanın ürettiği “kurtarıcı arama/kurtarıcı bekleme” psikolojisinin…

Yakup Kadri kendi kuşağının ve kendi ait olduğu zümrenin “kurtarıcı lider” arayışını “Atatürk” monografisinin giriş bölümünde içtenlikle anlatır. “Bizim ilk gençlik yıllarımız bir milli kahramana hasretle geçti” cümlesiyle başlayan kitabının bir yerinde kendi kuşağından aydınların gözünde Atatürk’ün yerini anlatırken şunu söyler ünlü romancımız: “Bir adam; nasıl bir millet haline girer? Bir millet, kendini bir tek adamda nasıl bulur? Fertle kollektivite arasındaki bu ‘eriyip meczoluş’ hadisesi, ne gibi esrarlı cemiyet kanunlarının tesirleri altında vuku bulur? Bütün bu noktaların izahını bilgiç ve tahlilsever tarihçilere bırakırım. Böyle bir işi, ancak, gelecek nesillerin içinden yetişecek objektif bir zekâ başarabilir.” (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, “Atatürk”, 1991, sh 38)

“Yaban” yazarının beklentisini tam anlamıyla karşılayacak bir çalışma hâlâ telif edilmiş değil. Bu biraz da sözkonusu dönemin toplumsal psikolojisinin günümüzde de devam etmekte oluşuyla, yani bahsedilen travmanın atlatılamamış olmasıyla ilgili olmalı. Ancak bugünkü sorunlarımızın da aynası olduğunu söyleyebileceğimiz karizmatik lider tutkumuzun izahı için toplumsal travmalarımızın gözden geçirilmesi gerektiği açık.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —