Sait Alioğlu Yazdı;
Asimilasyon, çoğunluğun düşüncelerinin bir azınlığa kabul ettirilmesi olayı olup, karşı tarafın kendini baskı altında hissetmesi şeklinde değerlendirilir. Aslında ise, karşı tarafın, kendini baskı altında hissetmesinden ziyade, bizzat bu baskının varlığının adına “asimilasyon” denilebilir.
Asimilasyon olayı, tarih boyunca, mutlak bir güce dayalı olan tahakküm ehli tarafından insan topluluklarına karşı uygulanmış olup, aydınlanma felsefesinin de etkisiyle modern ve bu postmodern dönemde, o da, seküler ontoloji adına bilimsellik saikiyle uygulanmış bulunmaktadır.
Dünde olduğu üzere, bugünde asimilasyon politikaları hız kesmeden devam etmektedir.
Günümüzde daha çok-genellikle de ulus devlet adına- uygulandığı bilinen asimilasyonun, ulus devletle birlikte, bazı açılardan ondan farkı, bazı açılardan ise uygulaması ona yarayan “sıradan insanlar tarafından” uygulanan asimilasyon halleri de söz konusu…
Bu “sıradan insanlar” mevzuunda, öyle çok trajikomik haller kendine yer bulabiliyor ki, adeta ulus devlete bir iş düşmeden “ülkenin selâmeti adına” asimilasyon halleri sürüp gitmekte…
Bize dayatılan ulus devletin, asimilasyon alanında yaptığı kötülüklere karşı, Osmanlı barışını (Pak Ottomana) ve onun üç kıtada “hak ve hukuk adına” toplumlara yönelik uyguladığı “iyi ve yerinde uygulamaların” kabulünün yanında, onu kabul eden zevatın, bu kez jakoben uygulamaları kendi dışında bulunan insanlara karşı uygulama düşünce ve eylemi nasıl izah edilebilir? Şaşmamak ve ironik davranmamak elde değil…
Asimilasyon politikaları, vatandaş katmanında uygulanması içerik olarak ırkçı, şoven ve “dinî bağlamda da” var olan mezhep çeşitliliğini yok sayması açısından ilkel ve irrasyonel olarak ele alınırken, bu politikanın devlet katmanında uygulanmasının ise, “toplumsal beraberlik, bütünlük” açısından rasyonellik kalıpları içerisinde değerlendirilir ve öylece uygulama alanına kavuşturulmuş olur.
Bize de arız olan ulus devletin ona yönelik politikalarına rağmen, konu, birçok açıdan gözden kaçtığı halde, AB’nin, en başta kendi vatandaşı olan yabancılara(Müslümanlar, göçmenler) yönelik, “gayet insanî görünen” uyum politikaları içerisine gizlenmiş bulunan asimilasyon uygulamaları kendi hâkimiyetleri açısından makul addedilmektedir.
AB ülkelerine herhangi bir sebepten dolayı gidip oraya yerleşen ve büyük bir ihtimalle “oranın insanı” olmayı düşünen bir kişinin, ya da toplumun; oraların yüzlerce yıldır süregelen gelenekleri çerçevesinde oraya uyum sağlaması ne kadar anlamlı ise, asimilasyonda o derecede bir zorluğa işaret eder.
Bu zorluk, her şeyden önce, bir takım toplumsal kurallara uymanın, uyumlu olmanın ötesinde düpedüz insanın kendi inancını yaşayamaması, kendi kültüründen uzak kalması ve en önemlisi de onu hemen herkesten biricik kılan ana dilini kullanamaması; dolayısıyla dil üzerinden kendine özgü bir kimliği yitirmesi demek olur.
Bu konuda AB’ne bağlı ülkelere gidip oralarda yaşayan Müslüman azınlıklar, oraların yasal hale gelmiş uyum politikalarına yönelik pek bir sıkıntıları yoksa- özellikle de dinî inanç konusunda- yaşamaları sorun hale gelmez iken, en önemli sorunun ana dil konusunda olduğu, belli zamanlarda yayınlanan uluslar arası raporlara yansımaktadır.
Yayınlanan o raporlara bakıldığında, kendi ana dilini çocuklarına aktarmaya azami gayret gösteren yegâne topluluğun Arap topluluğu olduğu öne çıkmakta olup Türkler ile Kürtlerin bu konuda ciddi bir uğraşlarının olmadığı, pek de mücadele etmediklerine dair bilgiler yine o raporlar üzerinden elde edilmektedir.
Bu durum bir parça makul görülecek olsa da, kendi ana diline özen göstermeyen azınlıkların, yine “azınlık içerisinde kalmalarına rağmen” dil üzerinden asimile olması demektir. Bu da, bir nevi “oto asimilasyon” olarak değerlendirilmeyi gerektirir.
Kendi kültürüne, inancına tamamen yabancı bir diyarda, onu da makul sebeplere dayanıyor ise uyum politikalarına uymak ne kadar gerekli ise, asimilasyon üzerinden “aline olmak” anlamında kendine ve dolayısıyla kültürüne, inanç değerlerine yabancılaşmak da o kadar hayırhah değildir.
Bir an, ülkemize çeşitli sebeplerle gelip yerleşmiş bulunan –onları pek azınlık saymayacak olsak da- toplumsal gruplara yönelik direkt ulusalcı ve aynı zamanda şoven siyasi parti ve grupların, onları asimile etmek diye bir dertlerinden ziyade, onlara yönelik “yıkıcı eylem ve söylemleri” asimilasyondan da daha beter her iki tarafın toplumsal belleğinde yer edecektir.
Bunda ne uyum, ne de asimilasyon var, olsa olsa ulusalcılığı da aşan ve tarafları asırlar boyu kendi cenderesi altına alacak olan kin ve nefret duygusu söz konusu olacaktır. Bunlar, AB ve ülkemize herhangi bir sebepten dolayı gelip yerleşme durumunda olan, çoğunluğu da Müslüman olan topluklar için elde edilen verilere dayandığı bilinen bilgilerden ibaret.
Bir de, ülkemizde bizi kendi cenderesi altına almış bulunan ulus devlet çatısı altında, o da, Türk ulusalcılığı adına Müslüman halklardan başlamak üzere diğer halkların, dilden dine ve oradan da kültüre varıncaya dek koca bir alanda asimilasyon politikalarının uygulanması gerçeği de gözden kaçmamalı..
Var olan bu durumu asimilasyon saymayıp, o da “elde kalan” vatan toprağında, emperyalizme karşı verilen bir mücadele sonrasında, gayr-i Müslim azınlıkların olmadığı; başta Türkler olmak üzere Kürt, Arap, Laz, Çerkez vs. Müslüman halklardan oluşan ve üst kimlik olarak da İslam yerine “Türk üst kimliğinin” bulunduğu bir ülke fikri, iyi niyetle düşünüldüğünde, ileri sürülen maksat açısından anlamlı geliyor.
Ama iş, zamanla Türk üst kimliği üzerinden diğer hakların varlığı göz ardı edildiğinde, her şeyden önce insanı kimlik sahibi kılan kendi ana dilini kullanmaktan alıkoyup, onu kimliksizleştir.
Gerçi, bu sakil durum, AK Parti sürecinde Kemalist oligarşinin yıkıldığı intibaı üzerinden olumlu bir durumu işaret edecek olsa da, var olan zihniyet değişimi karşısında topyekûn ulusalcıların, göçmenler, sığınmacılar üzerinden icra etmeye çalıştıkları politikaları ile söylem ve eylemleri üzerinden okunduğunda yerli, yerinde durmaktadır.
Şirretliği ayan beyan ortada olan “küçük” ulusalcı şoven partilerle birlikte CHP’nin bu konuda tarihsel açıdan şerbetli olduğu gerçeği, yabancılardan ziyade bu ülkenin Kürd’ü ve Türk’ü ile vs. Müslüman toplumuna karşı kaba bir asimilasyona teşne olup, fırsat ele geçtiğinde onu uygulayacağı akıldan uzak tutulmamalıdır.
En azından, 31 Mart seçimleri dolayısıyla sosyal medyada yayınlanan ulusalcı şoven duygu ve düşünceler biz Müslümanlara vız gelip tırıs gidecek olsa da, bir hakikati de ortaya koymaktadır.
Bu böyle olmakla birlikte, beka kaygısı üzerinden ülkenin ve insanının birliği ve dirliğinin o da “yeniden” sağlanması uğruna “soft asimilasyon” yani bu işin gayet sert olmayan bir şekilde uygulanıyor olması da insanı gelecek açısından kaygılandırmaktadır.
En başta Kürt sorununun çözümü sadedinde, ilk ve orta dereceli okullarda, Türkçe dışında, bu ülkede toplum sathında kullanılan birçok dille birlikte Kürtçenin de okullarda seçmeli olarak okutulmasına yönelik anayasal taleplerin çoğunlukla görmezden gelindiği, iktidar açısından olmasa da, “bir irade tarafından” Kürt toplumunun dil üzerinden tamamen asimile edilmesinin arzulandığı intibaını kuvvetlendirmektedir.
Böyle bir sakil eylemin ulusalcı zevat tarafından bir karşılığı var olmasına rağmen, “sözde” ulusalcı olmayan; yetkili ve yetkisiz epey insanında bu konuya dair niyet ve düşüncelerine toplumsal planda denk geldiğimizde ürpermemiz ve bir hakikatin inkârının söz konusu olduğunu akıldan çıkarmamamız gerekir.
Burada Rum Suresi 22. Âyet ile Hucurat Suresi 13. Âyetin hilafına hareket ermemiz ve var olan o hakikatleri yok saymamız anlamına gelir ki, espriyi kaçırdığımızda hayatın anlamı ile birlikte kendi anlam dünyamızı da es geçip inkâr etmiş oluruz.
Asimilasyona ve inkâra hayır demek dilek, temenni ve gayreti ile…
Kaynak. hertaraf.com