Dostluğun başka felsefelerdeki trajik kıtlığı, eksikliği veya yokluğu bir yana, Hz. Muhammed’in dostluğunda, mükemmel ve her zaman örnek alınabilir bir model olarak, tam bir kanıtlanmış bolluğu görülür. Başka felsefelerden hatta başka din veya peygamberlerin tecrübelerinden ayrı olarak, Hz. Peygamber’in dostluğu, ashabıyla olan ilişkisi itibariyle, trajedi içermeyen, yol arkadaşlarıyla güçlü bir biçimde desteklenen, mürüvveti bol bir hayat yoludur. Onun ashabının ona olan bağlılığı, desteği ve adanmış yol arkadaşlığı diğer peygamberlerle karşılaştırıldığında bile çok büyük bir fark ortaya koyar. O (s) bundan dolayı Allah’a şükretmiş, ashabına övgüde bulunmuştur.
Kendilerini Firavun zulmünden ve kölelikten kurtararak bir özgürlük yolunda rehberlik ettiği halde, kavminin Hz. Musa’ya yaptıklarına daha önce değinmiştik, mesela. Kendilerine bahşedilen özgürlük yolundaki azıcık zahmetli yolların ilk duraklarında hemen kölelik zamanlarının mevhum avantajlarıyla karşılaştırmaya kalkıştılar. Hiçbir zahmete talip olmadan bütün ihtiyaçlarının Musa’nın rabbi tarafından kendisine verilmesini istediler ve bütün kaprisli istekleri yerine getirildi. Kendilerine açtığı özgürlük yoluna koyulmanın emeğini peygamberlerinin başına kaktılar, bu yolun kendileri için ne kadar iyi olduğunu görmek ve şükrünü eda etmek yerine ona çekilmesi zor bir kapris yaptılar. Putperestliğe özendiler, çalışmadan, hak etmeden yiyecek ve içecek talep ettiler, su ve gölgelik istediler, hepsi de verildikten sonra bütün bunları beğenmeyip soğan ve sarımsak istediler. Bu, eski günlerini, yani kölelik günlerini özledikleri anlamına geliyordu. Yetmedi, Hz. Musa son düzlükte onları Allah’ın kendilerine yazdığı kutsal toprağa, arkalarını dönmeden girmeye çağırınca kendisine “Sen ve Rabbin gidin, savaşın, biz burada oturuyoruz!” diyerek Musa’yı kendi düşmanlarıyla başbaşa bıraktılar.
Hz. Muhammed’in ashabı ise hidayetin nimetini, kadrini kıymetini hep bildi ve buna hep şükretti. Hidayet öncesi zamanlarını da cahiliye diye kesin bir çizgiyle şimdiki hayatlarından ayırdı ve hiçbir zaman cahiliye dönemine özlem duymadı. Bilakis cahiliye dönemi her anıldığında hepsinde bir hüzün, kendi eski hallerine bir acıma hissi uyandı. Hiçbir zaman peygamberlerini savaşında düşmanla başbaşa bırakmadılar. Bilakis bütün savaşlarda kendi bedenlerini ona siper ettiler. Dostları gibi davranan peygamberin çağrısına icabet ettiklerinde asla bir fedakârlık yapıyor gibi değil, kendilerini ihya edecek bir ihsan görerek ona şükranla koştular.
Önceki peygamberlerin çok azı, etrafında kendisine inanan ve kendisine gerçek anlamda dostluk yapacak bir ashaba ulaşabildi. Elbette herbirine inanan az sayıda da olsa birileri oldu. Kur’an’da zikredilen bu peygamberlerin ashabının en önemli özelliği toplumun alt tabakalarından insanlar olması. Hatta çoğu kez daha üst tabakadakiler peygamberin dostluk halkasına dahil olmak için bu alt tabakadakileri uzaklaştırmayı bir pazarlık konusu haline getirdiler. Buna Hz. Muhammed’e inanmayı onun etrafındaki köleleri, yabancıları veya yoksulları uzaklaştırma şartına bağlayan Kureyşliler de dahil. Ashab olma keyfiyeti böyle bir pazarlığa bağlanabilir miydi?
Sıradan hayatta dostluklarla ilgili en büyük imtihanlardan biri de dostlukları bu tür sınıfsal veya zümresel kayıtlara bağlamak değil midir? Dostumuzun dostlarını beğenmediğimiz olmuyor mu? Onları dostumuzun etrafından uzaklaştırmak için sergilediğimiz çabanın gerçek motivasyonunu ve anlamını sorguladık mı hiç? Dostumuzun dostu neden koşulsuz dostumuz olmuyor? Bu, dostumuzun yanlış tercihlerinden mi kaynaklanıyor bizim aslında dost olmanın sorumluluklarını yüklenmeye hazır olmamamızdan mı?
Hz. Muhammed’den veya diğer peygamberlerden, yola birlikte koyulmuş olduğu ashabını uzaklaştırmayı kendi katılımları için bir şart olarak ileri sürenlerin katılımlarının ne faydası olurdu dostluğa, ashablığa? “Müşkülperestlikleriyle senin yükünü daha fazla artırmaktan başka” ne yapabilirlerdi?
Doğrusu yoksulların, kölelerin, yabancıların, farklı olanların bulunduğu o dostluk halkasındaki kaliteyi görecek gözleri de yoktu, ona katılacak yürekleri de. Onlar öne sürdükleri pazarlıkla kendilerini ihya edecek dostluğu katlederken, aynı zamanda kendi kendilerini de diri diri gömmüş oluyorlardı.
Peygamber de onların bu dost katili taraflarını görmezden gelip mevkide, makamda, tabakada üstün görünen yanlarına uyarak yanındakileri onlar uğruna uzaklaştırsa onlardan kendisine ashap olmayacağı gibi, o güzide ashabından da olurdu. Zira “arınmaya talip olan, öğüt alacak ve aldığı öğüt kendisine bir fayda verecek, dostluğun kadrini kıymetini bilip ona koşa koşa gelmekte” olanlar kendini müstağni gören ve dostluğu pazarlık konusu yapanların kapris ve kibirlerine feda edilemezdi.
Yolda bulduklarımız veya yolda bizi bulmuş olanlar, yola birlikte çıktıklarımızın yerine geçmek mi isterler? Biz onlarda daha kadim dostluklarımızın yerine geçecek bir üstünlük mü buluruz? Bu yol tabii ki hiçbir zaman yeni dostların katılımına kapalı değildir, ancak yeni dostların eski dostları neden ve nasıl kovduklarına, uzaklaştırmak istediklerine dikkat kesilmek lazım.
Nitekim Peygamberlerin ashabı sürekli bir artış içinde oldu. Davetlerine icabet edenler oldu. Yola çıktıklarında yanlarındaki az sayıda insana karşılık zamanla dostlarının sayısı arttı, ama hiçbir zaman gelen bir dostun eski bir dostu kovmasına bir mahal olmadı. Yeni dostlar eski dostları da dost bildi, eskiler yeni katılanları garipsemedi, kıskanmadı. Ashab sadece canlarını, mallarını bütün varlıklarını peygamberle dostluklarına feda eden bir sahabet içinde olmadı, aynı zamanda birbirlerine de ashab oldular, birbirlerini veli edindiler.
Bedir’de bu velayetin kan bağına dayalı olmayan, tamamen erdemlere dayalı şeklinin en üst örneğini, destansı bir biçimde ortaya koydular. Böylece ortaya dostluğun bu çok özel şeklinin, bu imkânsız görünen pratiğinin imkân dahilinde ortaya koydular. İnsanlar için ortaya çıkmış en hayırlı topluluk oldular, iyilikleri emredip kötülükten sakındıran, kınayanların kınamasından hiç çekinmeyen hayırlı bir dostlar topluluğu.