Coğrafya ve kader
İbn Haldun’a atfedilen “coğrafya kaderdir” sözü onun tarafından söylenmiş midir bilinmez ama sonuçta yazdıklarını imbiklediğimizde ortaya çıkacak birkaç özlü sözden birisi de bu olacaktır.
Anlamı yeterince idrak edilemese de, bu sözün mahiyetine en uygun coğrafyalardan birisi de, kuşkusuz ki Anadolu’dur.
Zira bu coğrafya kelimenin tam anlamıyla bir arâftır. Ama kavramın anlamının tersine çevrildiği bir arada kalmışlık anlamıyla değil de, Kur’ân’daki anlamıyla, yani ârifliğin mekânı (arâf) olması hasebiyle.
Zira Kur’ân’daki tanımıyla arâftakiler, arada dursalar da, arada kalmış değildirler. Onlar, esas itibarıyla, kendilerini belli bir irtifaya, cehennemlikler (kötüler) kadar cennetlikler (iyiler)’in de yükseğine taşıyan bir bakışın derinliğine ve yüceliğine sahip olanlardır.
Fotoğraf: Pixabay
Anadolu da, Batı ile Doğu arasında bir kıstak (berzah), bir geçiş/ara bölge olması hasebiyle, burada yaşayanlara o arâfta olmanın bilincini ve sorumluluğunu yükleyen bir coğrafya.
Dolayısıyla tarih boyunca bunu kavrayan yerleşikler, Batı ile Doğu arasında adalete dayanan bir dengeyi kurabildikleri ölçüde bir medeniyet üretebildikleri halde, buna riayet etmeyenler/edemeyenler ise bu sorumluluk kadar egemenliklerini de sürdürememişlerdir.
Osmanlı’nın yıkımı sonrası, bu yıkıntılar arasında hayat bulmaya çalışan Türkiye de, Osmanlı’nın her şeye rağmen üstlenmeye çalıştığı, hiç değilse bu uğurda savaşım verdiği Batı ile Doğu arasındaki (arâftaki) duruşunu sürdürme çabasına karşı, karşılaştığı o “yok oluş” tehdidinden kurtulabilmek için Batı’ya yanaşmaktan başka bir çare üretemedi.
Gerçekte ise içerisine girdiği kriz, sahici bir yok olma halinden ziyade, buna dair bir algı olsa da, toplumun bu algıya sürüklenmesi ister istemez travmatik bir sonuca yol açtı ve içerisinde bulunulan durum çok da sağlıklı bir biçimde değerlendirilemedi.
Süreç içerisinde şartlar değişse de, Türkiye’nin duruşunda temel anlamda bir değişiklik olmadı.
Osmanlı’nın sürdürmeye çalıştığı o “ara”daki duruşu üstlenmenin maliyetinin farkındaydı ve bunu üstlenmek yerine, Batı sistemine bende olmayı kabullendi.
Tabi ki bu da tüm sistemini etkilediği kadar toplumunun da ciddi bir biçimde yozlaşmasına ve bunalımına yol açtı.
Bu bunalım da doğal olarak hâlâ aşılabilmiş değil. Hatta mevcut sistemi ayakta tutan, bir açıdan da doğrudan bu bunalım.
İmparatorluk mirasını üstlenmek hususunda mütereddit olan Türklerin, “bir yandan imparatorluk mirasını taşımak, bir yandan da genel bir güvensizlik kaynağı olmak gibi çifte sorunları vardı ve bu yüzden son derece karmaşık olan bir kendi kendini haklı kılma sürecine girdiler.
İlk aşamada Cumhuriyet Türkiye’si Osmanlı mirasını reddetti. Daha sonra rejimin laikliğini pekiştirerek Arap-Müslüman kültürünün mirasını da reddetmeye çalıştı ki bu, Türkiye açısından belirli bir sınırın öte yanına geçme çabasına karşılık geliyordu.
Tabi bu kapsamlı yadsıma, başka bir yerde aranması gereken köken sorununu gündeme getirmekte gecikmedi ve Anadolu Türklerinin Orta Asya’da var olduğu hayal edilen, hem çok eski hem de evrensel bir uygarlığın bugünkü temsilcileri oldukları ileri sürüldü.
Ancak, bu entelektüel çabalar Türkiye’yi Batı kuşağına dahil etmeye de, ara bölgeyi (arâf-ÜA) diriltmeye de yetmedi. Ne Batılı ne de İslami olan Türkiye, bu dünyaların arasında bile yer almıyordu; başka bir yerdeydi… Bu durumda Türklere Batılılaşma isteklerini olgularla kanıtlamaktan başka çıkar yol kalmıyordu.” 1
Ne Doğu ne Batı / Hem Doğu hem Batı
Doğu-Batı karşı-t-laşması ise sadece siyasî veya coğrafî değil, zihniyet itibariyle de temel bir karşı-t-laşmadır.
Meselenin özü ise, bir açıdan coğrafyanın icbar ettiği bu karşıtlaşmayı bir karşılaşmaya çevirebilmektir. Bu ise temelde medeniyetle barbarlık arasındaki bir bakış ve duruş farklılığına dayanır.
Zira Doğu ve Batı arasında neşvünema bulan ve özü adalete dayanan bir sistem açısından egemenlik, bir tür güç temerküzüyle halka tasallut için kullanılan bir araç olmayıp, topluma karşı sorumluluğunu her şeyin önüne alan bir adalet arayışıdır.
Adalete dayanan bu toplumsal sorumluluk, çiğnenmesi halinde, tüm meşruiyetini ve gücünü yitireceği bir ahitleşmeye dayanır.
Esasında ise bu tür bir zihniyet, Balkanlar, Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasında (bir başka adlandırmayla Afro-Avrasya’da) sürdürülmekte olan belli bir tarihsel ve kültürel derinliğin yenilenerek hayata geçirilmesidir.
Çünkü bu coğrafyanın selameti, Doğu ile Batı “ara”sındaki duruşuyla, sadece aradaki dengeyi korumaktan öte, buluşmayı da sağlamaya dayanan bir irfanı gerektirmekte. Yani ne Doğulu ne de Batılı; ama hem Doğulu hem de Batılı olmayı.
Bu ara durumun sağlanması ve muhafazası ise, Kur’ân’da da tanımlandığı gibi, arâf’ta olmak, yani âriflik anlamına gelir.
Coğrafyanın kader oluşunun anlamının olumsuzdan olumluya doğru çevrilişi de, ancak bu bilinçle sağlanır.
Zira coğrafya, “tarihsel forma sadece bir madde ve değişken ortamlar sağlamakla yetinmez. Yalnızca fizik ve insan coğrafyası değildir o, ama tıpkı manzara gibi, zihinseldir de. Olağanlığın yok edilmezliğini yüceltmek için, zorunluluğa tapınmaktan koparır tarihi. Onu, bir ‘ortam’ın gücünü dile getirebilsin diye kökenlerine tapınmaktan koparır.” 2
Coğrafya ve yurt
Bir yeri salt bir coğrafya olmaktan yurtluğa dönüştüren, yani oraya bir “anlam” kazandıran ise, bir açıdan orada yurtlanan göçebeliğin irfanıdır.
Zira göçebelik sadece mekânsal bir muhaceratın değil, zihinsel bir muhaceratın da tanımladığı ve tamamladığı bir durumdur.
Öyle ki Toynbee kadar Şeriati’ye göre de, hemen tüm uygarlıklar bir muhaceratın ürünüdürler. Nitekim bu toprakları yurtlaştıran da, savaşçıların kılıçlarından ziyade, buraya hicret eden dervişlerin, fütüvvet erlerinin irfanıdır.
Nitekim kılıcın egemenliğinin çekildiği yerlerde bu irfanın etkileri hâlâ sürmektedir. Bu irfan ise, kökeni Hz. İbrahim’in muhecaratına dayanan daha derin bir arayışa: nebevî bilgeliğin özü fıtrata dayanan ahlakına, toplumsal sorumluluğa ve adalete dayanır.
İnsan ise esasında sürekli bir yurtlanma ve yenilenme çabası içerisindedir. Yurtlanma ise her şeyden önce bir anlam arayışı, bir tamamına erme (kemâlât) çabasıdır.
Ve insan asıl bu çabadan koptuğunda kaybeder yurdunu, bu çaba içerisine girdiğinde değil.
Çünkü bu çaba içindelik bir kriz halinde tezahür eder ve bunun duyumu bir varoluş kaygısına yol açabilir.
Varoluşun yeniden değerlendirildiği bu duruma, ister istemez bir düşmenin yol açtığı düşünme süreci de eşlik eder.
Genel bir altüst oluşun zorunlulaştırdığı bu düşünsellik, gönül isterdi ki sürekli bir hâl olsun ama maalesef düşmenin icbarına dayandığı için, büyük ölçüde bir varoluş (ayakta kalma) kaygısı ve bundan çıkış çabasıyla sınırlanır.
Egemenlik mi, sorumluluk mu?
Osmanlılar da, gelişimlerinin belli bir kertesinde, benzeri durumlarda çokça karşılaşıldığı gibi, büyük ölçüde yarattıkları ihtişamın kibri nedeniyle, yani o temel anlam arayışından koptukları için kopmuşlardır yurtlanma (yenilenme) çabasından da.
Dolayısıyla yurtlarının daralması bir anlamda gönüllerinin daralmasıyla da ilgili de bir durumdur.
Çünkü aslî yurtlanma mekânını ihya etmek, buradaki kalpleri fethetmek yerine, aşkın coğrafyaların fütuhatının peşine düşmeleri, Osmanlıların en temel sorunuydu.
Coğrafyanın “doğal” sınırlarını aşmak, aslında bir tür haddini aşmaktı.
Kendi toplumuna karşı sorumluluğun askıya ya da hafife alındığı bu durumda ise bu coğrafya da bir yurt olma vasfını yitirecek ve giderek bir yurtlanma krizi ortaya çıkacaktır.
Tıpkı Bizans’ın coğrafyasında Osmanlıların yurtlandığı süreç gibi. Çünkü Osmanlılar yerleşmeden önce, Bizans da yurdunu kavramsal olarak kaybetmişti.
Coğrafya ise kendisine sürekli yeni kavramlar arar; daha doğrusu yeni kavramlarla yenilenmeli, yeniden yurtlanılmalıdır. Yani kavramsal dönüşümler geçirerek yeniden hayat bulunmalıdır.
Yaşadığımız coğrafyada ise toplumsal bir dirlik, “bu bölgeyi oluşturan ve yaşatan dine dayalı imparatorluklara gönderme yapmayı” 3 zorunlu kılar.
Ama bu “imparatorluk” göndermesi, emperyal (egemenlikçi) olmaktan öte, “adl”a ve ârifliğe (sorumluluğa) yapılan bir göndermedir.
Yani Atina-Roma ekseninin egemenlikçi ve dolayısıyla topluma karşı değil de üretim araçlarına karşı sorumluluğu esas alan mülkiyetçi siyasal anlayışına karşıt olarak, Mekke-Kudüs ekseninin toplumsal sorumluluğa ve özü nebevî adalet anlayışına dayanan siyasetini gözetebilmeye yapılan bir gönderme.
Ancak bu sorumlulukçu siyasetin, olumlu yönü olan korumacılıktan baskıcılığa kayma riski olduğu kadar, olumlu yönü rekabetçilik olan mülkiyetçi siyasetin de sınıflaşmacılıktan kaynaklanan çatışma/tedhiş haline düşme ihtimali de vardır.
Çünkü salt egemenlikçi siyaset, bu egemenliğe mugayir her kavramı ve edimi siyasetten dışlamaya çalışır.
Oysa sorumlulukçu siyaset açısından bu dışlama, adaletin inkârı anlamına gelir.
Sorumlulukçu siyaset, Tanrı ile olduğu kadar, tanrısal sorumluluğun yeryüzündeki yüzü olan toplum (ümmet4)’la da bir ahde dayanır.
Tevrat ve İncil’in adlarının aynı zamanda Eski Ahit ve Yeni Ahit olması da bu anlama gelir.
Bu açıdan Kur’ân da, tanrısal ahdin insanlıkla yenilenmiş olan son halidir. Ve bu yenilenme hali, ârif (âlim, aydın, düşünür…)’lerin çabaları ve yol göstericiliğiyle, bu temel metne (ilahî metinlerin sürekliliğine) dayanılarak ve Doğu ile Batı arasındaki dengeyi koruyarak sürdürülmelidir.
Sonuç
Elan içerisinde bulunduğumuz/geldiğimiz noktada, sorumluluk ile egemenlik arasında korunması gereken denge, sadece birtakım biçimsel performanslarla, güç gösterileriyle kanıtlanmaya ya da zaman zaman yapılan kimi olumlu çıkışlarla, en azından biçimsel olarak durulan o “ara” konumun avantajları kullanılarak sürdürülmeye çalışılmakta.
Bu durum ise, geçmiş günlerine özenen, bunun yerine yenisini koyamayan, başka, daha olumlu ve adil bir çizgiye yönelemeyen bir çaresizliğin, dahası bir akıl tutulmasının işareti.
Bu bakışa göre, “Batı’nın arâfı olan bu ara bölgeye aidiyet, sık sık ‘Balkanlılık’ diye adlandırılan bir zillettir ve bir an önce ondan kurtulmak gerekir.” 5
Türkiye ise bundan kurtulmuşa benzemekte ve hatta sadece orada kalmayıp, bir “bataklık” olarak tanımlanan “Ortadoğu”dan da kurtulmuş, bir bakıma “Anadolu”nun insafına sığınmıştır.
…Batı Avrupa ile İslam dünyası arasındaki bu ara bölgeyi geçmişin bir kalıntısı gibi göstermek mümkündür. Ama bu durumda, izlerin derin olduğunu ve kaybolmaları için hayli zaman geçmesi gerektiği söylenmelidir. Öte yandan bu bölgenin, varlığını şu veya bu biçimde sürdürecek olan bir gerçeklik olduğunu düşünmek de mümkündür. Ancak her iki şıkta da, bölgenin iyi bilinmesinde yarar vardır; çünkü bu yapılmadığında, bölgede olabilecek gelişmeler konusunda ciddi biçimde yanılabiliriz. 6
Türkiye, her ne kadar Osmanlılığın coğrafi olarak bir daralması olsa da, sorun tam olarak bunda değil, kavramsallaşmadadır.
Bunun içinse nasıl ki Osmanlılık Bizans’ın yanlışlarını düzelterek ve bir ölçüde de zenginleştirip yenileştirerek ihya etmişse, Türkiye de Osmanlı tarihinin üzerinde benzeri bir bilinci yeniden ihya edebilmelidir.
Bu ise doğrudan bir Osmanlılığa dönüş ya da çığırından çıkmış bir Batılılaşma çabası içerisine girmek değildir elbette.
Çağının farkına vararak ve bunu dikkate alarak, yeni bir “darüladl/darüsselam”ı inşa etmek; Batı ile Doğu arasındaki o kadim dengeyi ve ilişkiselliği kurabilmektir.
Öyle ki buradaki adalet, hukuktan olduğu kadar eşitlikten de daha derin bir bilgeliğe, yani irfana dayan-malıd-ır. Barış ise karşılıklı tanınmalara ve farklılıkların bir arada yaşamasının bilgeliğine.
Mekke’nin adaleti ve Kudüs’ün barışıyla dengelenen bu sorumluluk siyaseti ise, ahlakla siyaseti, bilimle maneviyatı birbirinden koparmayan kavramsal bir bütünlük içerisindedir.
___________________
1. Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar, Balkanlar, Kafkasya ve Orta-Doğu, İletişim Y. s. 23
2. G. Deleuze, F. Guattari, Felsefe Nedir, YKY, s. 89
3. Age, s. 31
4. Medine Sözleşmesine göre ümmet, farklı ırk, din, kültür ve dili içeren çoğulcu bir toplumsallığı tanımlar.
5. Yerasimos, Age, s. 2
6. Age, s. 33
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.