Tarih: 15.02.2023 21:12

Anlaşıldı mı ‘beka’ sorunu?

Facebook Twitter Linked-in

Bizim milli ayıbımız, hükümetten hükümete, başbakandan başbakana intikal eden, aradaki darbecileri de kapsayan bir ucu da halka dokunan milli ayıbımız 17 Ağustos 1999 depreminde ortaya çıktı.

Evlerimizi, binalarımızı depremde yıkılacak şekilde inşa ediyormuşuz.

Binaların duvarlarını örelim, duruyor mu ayakta? Çocukken kibrit çöpünden yaptığımız evcikler gibi.

Duruyor. Tamam, başka bir şeye lüzum yok. Sok kafanı içeri.

İnşaat dikmeye dair mevzuatımız dahi muhtemel depremleri hesaba katmıyormuş.

Sanki memlekette mühendis yok, mimar yok, jeolog hiç yok.

Jeologların farkına depremden sonra vardık.

Mevzuatımızı olabilecek depremlere uyarladık.

Daha çok demir, daha çok çimento.

Beton kalitesi diye bir şeyden haberdar olduk. Kullanılabilecek en düşük beton kalitesi C25’miş. C 40’a kadar yükseliyormuş. Bizim betonlarımız C 10, C15.

Meğer deniz kumuyla yapıyormuşuz inşaatlarımızı. Deniz kumunun içindeki tuz çimentodaki kireçle reaksiyona girip betonu gevşetiyormuş.

Bunları hep 17 Ağustos’tan sonra öğrendik.

Zeminlerin de depremin yıkıcılığını arttırabildiğini, sağlam zeminde birkaç saniye sallanan binaların gevşek zeminde dakikalarca sallandığını, yıkıldığını… Bu yüzden evlerin, çarşıların depreme uygun, sağlam malzemeyle ve sağlam zemine yapılması gerektiğini…

Öğrenince ne yapmak lazım?

Bundan sonraki evleri sağlam zemine ve deprem mevzuatına uygun olarak yapmak lazım.

Bundan önce yapılmış evleri ne yapmak lazım?

Ya takviye edip, güçlendirip depreme dayanıklı hale getirmek ya da yıkıp yeniden yapmak lazım.

17 Ağustos’un ardından kendi kendime diyordum ki, eski binaları yeniden yapmak çok zaman alır. Belki 1 milyon ev var elden geçirilecek.

10 senede yapılabilir mi acaba?

Belki 15 sene, 20 sene.

Büyük iş. Uzun zaman. Ama yapmak lazım. Herhalde yaparlar.

Yapmadılar.

Yandan çarklı bir ‘kentsel dönüşüm’ faaliyeti başlattılar ama dostlar alışverişte görsün.

İstanbul depreminden korkuyorduk daha çok.

İstanbul olduğu için mi, kalabalık olduğu için mi?

Geldi, Kahramanmaraş’tan vurdu deprem.

İstanbul depremi ‘geliyorum’ demişti, henüz gelmedi.

Maraş depremi de ‘geliyorum’ demiş, jeoloji hocaları anlatıyor.

Söylemişler. Yetkililerimiz dinlememiş.

Betonların arasına sıkışmış kımıldayacak yeri olmayan insanlar; gece mi gündüz mü? Bilemez ki. Daima zifiri karanlık. Ölüp ölmediğini bile bilemezsin.

Daima iliklerine işleyen öldürücü soğuk.

Çığlıklar geliyor enkazdan. Hele ilk günler, gelen yok, giden yok.

Gazeteci Mehmet Akif Ersoy ayak sesimi duyarlar, ümit ederler diye yere basmağa korkuyor. Böyle acı.

Kaç kişi dondu soğuktan, kaç kişi öldü açlıktan, kaç kişi öldü beton yarasından?

Kaç para lazım yıkılan şehirlerimizi ayağa kaldırmak için? Kahramanmaraş’ı, Hatay’ı, Adıyaman’ı, Gaziantep’i, Malatya’yı, Şanlıurfa’yı…

10 milyar mı? 20 milyar mı? 50 milyar mı?

Ya yıkılan insanlarımızı ayağa kaldırmak için?

Ölenleri demiyorum. Onları kimse geri getiremez.

Dostlarını, kardeşlerini, annelerini, babalarını, oğullarını, kızlarını betonların altında kaybederek yıkılanları… Anılarını, evlerini kaybederek yıkılanları ayağa kaldırabilmek için kaç para lazım?
Bunun pahası yok.

Sabah Naci Görür Hoca’yı dinledim.

Bu şehirleri imar etmek için lazım olan paranın çok azıyla Türkiye’deki bütün binaların depreme dayanıklı hale getirilebileceğini söylüyor.

Yapılabilirdi; İstanbul için de Kahramanmaraş için de…

Marmara depreminden sonra “30 yıl içinde İstanbul depreminin gerçekleşme ihtimali yüzde 60” diyorlardı.

24 yılı bitti, kaç yıl kaldı?

24 yıl bittikten sonra, bugün İstanbul’da deprem ihtimali yüzde kaç?

Hesap etmek bile fazlasıyla korkutucu.

Prof. Dr. Cenk Yaltırak “Türkiye’nin gerçek beka sorunu depremdir” diyordu. Kimse oralı olmadı.

Şimdi neymiş anlaşıldı mı beka sorunu?

Kendi bekalarını mı düşünüyormuş büyüklerimiz memleketin bekasını mı?

Anlaşıldı mı?

Henüz bir alamet yok anlaşıldığına dair.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —