Vahap Coşkun Yakup Kadri'nin "Ankara" adlı romanını değerlendirdi...
Kadro, Türkiye siyasi hayatını etkileyen en önemli dergilerden biridir. Ocak 1932-Ocak 1935 arasında 36 sayı çıkan Kadro’nun temel gayesi, Kemalist inkılapları sağlam bir toplumsal zemine oturtmak ve “milli bir ideoloji” yaratmaktır. Kadro’nun teorisyeni Şevket Süreyya Aydemir derginin birinci sayısında; inkılabın ilkelerini her daim canlı tutmak, bu ilkeleri belli ölçütlere bağlayarak bir ideoloji oluşturmak, bu ideolojiyi izah etmek ve halka benimsetmek için çıktıklarını belirtir.
Kadro’nun yazarları Marksist bir geçmişten gelirler, imtiyaz sahibi ise aynı zamanda CHP Milletvekili de olan yazar Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dur. Dergi, kapatılan Serbest Fırka’nın savunduğu liberal ekonomiye karşı, iktisatta ve sanayide “devletçilik” ve halkçılık” esaslarına dayanan bir düzenin ideolojik temellerini kurmaya çalışır. Kadroculara göre, Kemalizm bir ideolojidir, ancak henüz sistemli bir hale getirilmemiştir. Onlar bu vazifeyi üstlenirler; müdahaleci ve otoriter bir devletin fikri alt yapısını oluşturmaya soyunurlar.
CHP’nin ideolojik boşluğunu doldurmayı amaçlayan Kadrocular, iki taraftan sert eleştirilere uğrar. Taraflardan biri CHP yönetimidir. Genel Sekreter Recep Peker, partiye bir ideoloji lazımsa bunu kendilerinin üreteceğini, dışarıdan bir yönlendirmeye ihtiyaç olmadığını söyler. Kadro’ya mali yardımda bulunmaz Peker ve bu derginin partinin koridorlarında dolaşmaması için teşkilatları sıkı sıkıya tembihler. 1933’te Kadro’ya karşı Ülkü dergisi çıkartılır. Böylece CHP’nin fikri ve ideolojisi hakkında bir söz söylemek hakkının Kadro’da değil doğrudan partiye bağlı bir yayın organı olan Ülkü’de olduğu gösterilir.
Kadro’ya yüklenen diğer taraf özel sektördür. Atatürk’ün çok önem verdiği İş Bankası ile çalışan iş adamları, Kadro’nun devletçi tutumundan rahatsızlıklarını her vesileyle iktidar katlarına taşırlar. Öyle ki Kadro’dan duyulan rahatsızlık, Çankaya sofralarının temel konularından biri olur. Gerek partiden ve gerek iş çevrelerinden yükselen hoşnutsuzluk, Kadro için sona gelindiğinin işaretidir. Arkasında herhangi bir toplumsal kesimin desteği bulunmayan ve Atatürk’ün el vermesiyle yola çıkan Kadro’nun yayın hayatı yine Atatürk’ün müdahalesiyle biter. Yakup Kadri de Tiran’a büyükelçi olarak tayin edilir.
Ankara da Yaban gibi Yakup Kadri’nin Kadro dergisini çıkarttığı dönemin ürünüdür; Yaban 1932’de, Ankara 1934’te yayınlanır. Her iki roman da Kadro’nun fikriyatını yansıtır; Yaban, aydınlar ile halk arasındaki uçurumu işler. Ankara ise, bir değerlendirme raporudur. Yakup Kadri ideal ve gerçek arasında kapanması zor bir makas görür ve sürüklendiği yeisten çıkışı hayallerindeki Türkiye’de bulur.
“İstanbul adetlerini unutmak lazım”
İstanbullu bir ailenin kızı olan Selma Hanım üzerinden Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk yıllarını anlatan Ankara, üç bölümden oluşur. İlk bölümde, bir taraftan Cumhuriyet eliti ile halk arasındaki kopukluk, diğer taraftan da bu elitin herhangi bir şahsi menfaat gözetmeden vatan için fedakârca mücadeleleri ele alınır.
Bir İstanbul kızı olarak Selma Hanım, bankacı eşi Nazif Bey’in vazifesi nedeniyle geldiği ve “bir çölün ortasında bir kaya parçasından hiçbir farkı olmayan” Ankara’dan ilk başlarda çok sıkılır. İstanbul’un cerbezesi karşısında bu bozkır ona çok yavan gelir. İstanbul’da her şeyin dili varken, her şey çok canlıyken burası çok sessizdir, üzerine ölü toprak serpilmiş gibidir. Vatan İstanbul’dur; geri kalan her yer, bütün bir Anadolu ise gurbettir. Onun için, İstanbul’dan getirdiği eşyalarla süslediği ve kendisine İstanbul’u hatırlatan odasına sığınır.
Salt coğrafya değil, sosyal ilişkiler de boğar onu. Erkeklerle aynı odada oturmasına, birlikte gezmesine, ata binmesine ve bir şeyler yiyip içmesine oturduğu muhafazakâr muhitte hoş bakılmaz. Selma Hanım’ın yaşam tarzı, varlıklı ve dindar ev sahibinin asabını bozar. Bir keresinde kocası onu nazikçe uyarır. Ankara’dan başka gidecek yerleri kalmadığını, onlarla iyi geçinmeye mecbur olduklarını anlatır. “Şimdiden İstanbul adetlerini yavaş yavaş unutmak lazım…” deyince genç çift arasında tartışma başlar:
“ – A, hiç de değil, ben onlara benzeyeceğime onlar bana benzemeye çalışsın. Biz buraya medeniyet getiriyoruz. Hem canım bu ‘biz-onlar’ lakırdısı da nedir? Hepimiz Türk değil miyiz?
Nazif karısını daha da kızdırmak için takıldı:
– Öyle ama onlar bizi kendilerinden saymıyorlar, bize ‘yaban’ diyorlar.
– O da ne kelime kuzum? Sahi geçen gün, aşağıda, avluda konuşuyorlardı. Şöyle pencereden kulak misafiri olayım dedim. Söz arasında, ikide bir bu kelimeyi söyleyip duruyorlardı. Zannettim ki Yunan’a yaban diyorlar.
– Yok, onlarca yaban biziz. Zaten, o kadar kötü bir söz değil. Yaban, Ankara lehçesinde sadece yabancı demektir.” (s.31)
“Bizim düşmanımız yalnız Avrupa değil, bunlar da”
Zamanla çevresi genişler Selma Hanım’ın; Mebus Murat Bey, Binbaşı Hakkı Bey ve yazar Neşet Sabit Bey ile tanışır. Hakkı ve Neşet sabit Beylerin yüreği milli mücadele için atmaktadır. Bir akşam Mebus Murat Bey’in Balgat’taki bağ evinde kadın-erkek birlikte muhabbet ederken, biri yeşil biri beyaz sarıklı iki mebus gelir. Murat Bey, telaşla hanımları içeri yollar ama Selma Hanım ne olduğunu anlamadığı için yerinden kıpırdamaz.
“Sarıklılar hendekten çıkıp onlara doğru geliyorlar. Murat Bey ümitsiz bir tavırla:
‘Eyvah, yakalandık’ dedi. ‘Artık, Meclis’te dillerinden çekmeyeceğim kalmayacaktır’
Ve sesini daha ziyade yavaşlatarak mırıldandı:
‘Hanımefendi bunlar bizim Meclis’in en koyu mutaassıplarındandır. İntihap dairelerinde (seçim bölgelerinde) de öyle bir nüfuzları vardır ki, kimse ses çıkaramıyor, adeta herkese terör yapıyorlar.’
Binbaşı Hakkı Bey hiç istifini bozmadı:
‘Kara terrör, kara terrör’ diye söylendi. Bizim düşmanımız yalnız Avrupa değil, bunlar da. Bir gün bunlarla da çarpışmak lazım gelecek…” (s. 42)
Kocasının yüzeyselliği, hesap kitaplılığı ve hep güvenli sularda yüzmek isteyişi, Selma Hanım’ı daraltır. Binbaşı Hakkı’nın cesareti ve atılganlığı, Neşet Sabit’in heyecanı ve derinliği onu giderek daha fazla kendine çeker. Bilhassa ona ata binmeyi ve silah atmayı öğreten, onunla at sırtında gezintiler yapan Binbaşı, efsanevi bir kimliğe bürünür gözünde. Muharebenin yakında başlayacağını söyleyen Binbaşı’ya kendisini de cepheye almasını teklif eder ve kocasının bütün itirazlarına rağmen Eskişehir’e hastabakıcı olarak gider.
“Ankara’nın ifade ettiği milli mana”
Büyük bir istekle gittiği cephede ancak üç-dört gün kalabilir, zira çok sayıda yaralı ve hasta asker taşıyan bir trenle tekrar Ankara’ya döner. Cephede tanık oldukları hayatını kökten değiştirir. Kocası, artık her şeyin bittiğini ve mağlubiyetin kaçınılmaz olduğunu söylerken o sürekli “Mutlaka yeneceğiz” der.
“Benim gördüğümü sen de görmüş olsaydın inanırdın. Hiç ümitsizliğe düşmezdin. Ben, ilk sedyelerin hastaneye nasıl geldiğini gördüm. Hiçbirinde ne bir pişmanlık, ne bir azap, ne de bir korku emaresi vardı. Hepsinin yüzünde okunan şey, yalnız azim, yalnız metanetti. ‘Hanım abla, şu yarayı sar da dönüvereyim.’ Bu ses kulağımdan hiç gitmiyor.” (s.85)
Savaş hızlanır, Yunan güçleri her geçen gün Ankara’ya daha fazla yaklaşır. Milli mücadeleye inancı olmayanlar Ankara’yı terk ederler. Nazif Bey’in bankası da merkezini Kayseri’ye taşır. Top sesleri Ankara’dan duyulmaya başladığında Nazif Bey’in de tahammülü biter, karısına hemen gitmeleri gerektiğini söyler. Selma Hanım, hastalarını bir başına bırakamayacağını belirtir. Kocası “Öyle ise ben seni bırakırım. Canımı pazarda bulmadım ya?” deyince ipler kopar. Yalnızca karı-kocalık ilişkisi bitmez, Selma Hanım bu ayrılıkla fikri bir aydınlanma da yaşar.
“Nazif’ten ayrıldıkça Ankara’ya, Ankara’nın ifade ettiği milli manaya bağlılığı artıyordu. Sanki gözlerinin üstünden bir perde kalkmış, sanki idraki emsalsiz bir şeffaflık bağlamıştı. Bir zamanlar penceresinden bakıp da yalnız kasvet ve nefret duyduğu sokakta, şimdi o bir yay kadındır ki, kara mandaların arasından sürtünerek geçiyor, yaramaz küçük mekteplilerin başlarını ana şefkatiyle okşuyor ve işlerinden dönen sakin, sinirsiz insanların yüzündeki erkekçe metanetten ona bir huzur ve emniyet geliyordu.” (s. 90)
Semra Hanım, milli davaya adandıkça Ankara’ya, Ankara ahalisine bağlanır. Sakarya kıyılarından zafer haberi geldiğinde davasına iman etmiş her Ankaralı gibi şaşırmaz, coşup taşmaz, bunu olgunlukla karşılar. Sabah hiçbir şey olmamış gibi hastaneye gitmek üzere evden çıktığında, daha önce kendisine kem gözlerle bakan ev sahibinin ilk defa gülümsediğini görür ve ilk bölüm burada biter.
“Mondenlik iddiası şekline giren milli dava”
Zaferin üzerinden üç yıl geçer. Selma Hanım kocası Nazif Bey’den boşanmış, Binbaşı Hakkı Bey ile evlenmiştir. Yenişehir’de lüks bir evde yaşamaktadırlar. Hakkı Bey, askerlikten emekli olmuş, bir şirketin yönetim kurulu başkanlığına getirilmiştir. İkinci bölüm, Selma ve Hakkı çiftini merkeze alarak, bu yeni dönemdeki yozlaşmayı ve çürümeyi ele alır.
Savaşın kazanılmasının ardından Binbaşı Hakkı’nın hem yaşamı hem de fikirleri büyük bir dönüşüm geçirir. Vatanı için gözünü budaktan sakınmayan ve kişisel çıkar tanımayan Hakkı Bey yoktur artık, onun yerini Avrupalı şirketlere aracılık yapan ve onlardan komisyon alan bir Hakkı Bey almıştır. Dün bütün bir Avrupa’ya “gâvur ehli” deyip hepsini tek bir düşman sepetine atan Hakkı Bey gitmiş, Avrupalı bir kadın gördüğünde yerlere kadar eğilen bir Hakkı Bey gelmiştir.
Hakkı Bey tek değildir, eski Milli Mücadelecilerin bazıları da bu yolun yolcusudur. Arsa vurgunlarıyla, devlet ihaleleriyle, taahhüt işleriyle, komisyonlarla ve arpalıklarla zenginleşen bu milli mücadeleciler için milli davanın manası da değişmiştir:
“Eski Milli Mücadelecilerden bazıları için milli dava böyle bir mondenlik (yüksek sosyete yaşamı) iddiası şekline girmişti. Bir Avrupalı gibi giyinip süslenmek, bir Avrupalı gibi dans etmek, bir Avrupalı gibi yaşayıp eğlenmek ve hele bu iddiada Avrupalılar nezdinde, Avrupalılar arasında muvaffak olmak bunlara büyük bir zafer kazanmak kadar ehemmiyetli görünüyordu.” (s. 106)
Ankara’nın içinde iki Ankara oluşur. Selma Hanım ve Hakkı Bey’in muhitinde olanlar güzel kıyafetler almakla, evlerinin dekorasyonunu yenilemekle, o balo senin bu parti benim gezmekle meşguldürler. Buna mukabil “milli mücadele ruhunun hâkim olduğu” Ankara’da ise şartlar çetindir; bir zafer kazanılmış, bir devrim yaşanmış ama o muhitin insanları için hayat daha iyi, daha güzel olmamıştır. Şehrin iki yakası arasında keskin bir farklılık vardır; birisinin dünyası öbürüne kapalıdır.
“Milli mücadelenin hâkim olduğu Ankara’dan” (Tacettin Mahallesi’nden) “Alafranga Ankara’ya” (Yenişehir’e) geçen Selma Hanım’ın ruhunda dalgalar eksik olmaz. Zihni hep gel-gitlidir. Bazen cemiyetin kendisine yaklaşması gerektiğini düşünür, bazen de kendisinin cemiyete gitmesini. Kendisine bir “süs eşyası” muamelesi yapan kocasıyla bu mevzuları konuşamaz. Onun abartılı ve yapmacık tavırlarından, sahte nezaket ve zarafetinden gittikçe daha fazla tiksinir.
“İnkılâbın öncüsü”
Selma Hanım’ın etrafında fikri dertlerini dökebileceği bir tek Neşet Sabit Bey kalmıştır. Neşet Sabit, kendisinden gençtir; açık sözlüdür. “Bir piyesin içindesiniz, ben de sizi seyrediyor, eğleniyorum” der Neşet Sabit, Selma Hanım’a. Kırılır Selma Hanım ama içten içe de hak verir ona.
Sabit, eski milli mücadelecilerin ne inkılâpçılığı ne de Garpçılığı doğru anladığı kanaatindedir. İnkılâpçılığın, hayatın dış şekillerini değiştirmekle, konfora erişmekle bir alakası yoktur. Garpçılık da “çürümüş bir sınıfın istihlak ve istihsal (tüketim ve üretim) şartlarını kendimize tatbik etmek” değildir.
“Milliyetçi Türk Garpçısı için Garpçılığın en karakterli vasfı Garplılığa Türk üslubunu, Türk damgasını vurmaktır. Şapka bize hâkim değil, biz şapkaya hâkim olmalıydık. Garplılaşma, muayyen bir hayat prensibidir. Bu prensip ancak, milli isteğin, milli kültürün ve nihayet milli ahlakın hizmetçisi, emireri olmak şartıyladır ki, yaratıcı ve kurucu rolünü ifa edebilirdi.” (s. 136)
Neşet Sabit, gerçek bir inkılâpçı ve Garpçı olması için Selma Hanım’a oynadığı piyesten çıkmasını, iğreti ve uydurma hayat tarzını terk etmesini, sade, samimi ve şahsiyetli hayatına geri dönmesini tavsiye eder. Özgürlük; dans etmek, tırnaklarını boyamak veya sosyetenin kurallarına esir düşen bir kukla olmak değildir, bunlar için özgürlük istenmez. Türk kadını özgürlüğü, yeni Türkiye’nin kuruluşunda kendisine düşen ciddi ve ağır görevleri yerine getirmek için kullanmalı, inkılâbın öncüsü olmalıdır.
Ateşli fikri münakaşalar Selma Hanım’ı kendine getirir. Ruhi sefaletten çıkmak için iki adım atar: Bir vakitler askeri üniforma içinde hayranlıkla seyrettiği ama şimdi cemiyetteki soysuzlaşmanın bir sembolü haline gelen kocasından ayrılır. İkinci Bölüm, Neşet Sabit’in aracılığıyla Selma Hanım’ın bir öğretmen olarak Tacettin Mahallesi’ne, “milli mücadelenin hâkim olduğu Ankara’ya”, yani ait olduğu yere geri dönmesiyle kapanır.
“Milli şuurla aydınlanan Türk gençleri”
Üçüncü bölüm yazarın hayalindeki Ankara’yı anlatır. Selma Hanım, Hakkı Bey’den boşanmış Neşet Sabit ile evlenmiştir. O, büyük bir kız müessesesini idare etmekte, kocası ise İçtimai Mükellefiyet Teşkilatı’nda çalışmaktadır. Her ikisi de gecelerini gündüzlerine katarlar güçlerinin son damlasına kadar inkılaplar için çalışılar.
Memleket her alanda büyük bir atılım içindedir. 1928’deki Harf İnkılabıyla dil ve kültür hayatında bir uyanış başlamıştır. Milli kurtuluş hedefleyen iktisadi kalkınma treni son hızla ilerlemektedir. Milli şuurla aydınlanan Türk gençleri, bütün kötü adetleri defetmiş, gayri-milli ve irticai akımları yurtta barınamaz hale getirmişlerdir.
Sinemalarda, yararsız ve zevksiz filmler değil, milli davaya hizmet eden filmler gösterilmekte, halk bunları büyük bir alaka ile takip etmektedir. Artık Selma Hanım’ın kendi evi olan Ankara’da mahalleler amfiteatrı şeklinde inşa edilmekte, bozkırın ortasında modern kimlikli bir şehir yeşermektedir. Şehirliler ile köylüler arasındaki ilişkiler akılcı bir düzen içinde işlemekte, kimse kimseyi sömürmemekte, herkes emeğinin hakkını almaktadır. Köylü artık tezek yakmaz olmuştur.
“Bunlar artık, hiç tezek yakmıyordu. Kömür ve odun işini en modern tekniğe göre eline almış olan devlet, artık bu tarih öncesi, bu taş devri yakıt âdetini, köylünün başından aşarı, fesi sarığı nasıl kaldırdıysa öyle kaldırmıştı. Onun için köylerde köy evlerinde misafirlik etmek, en titiz şehirliler için bile cismani bir azap olmaktan çıkmış, Virgilius’un Bukoliklerindeki kır safaları gibi bir şey olmuştu.” (s. 225)
“Türk namını taşıyan bu mucize adam”
Cumhuriyet elinin değdi her alanda mucizeler yaratır. Nüfus artar. Okur-yazarların oranı yükselir. Tarım ve sanayi üretimi hayalleri zorlar. Kara ve demiryolları bir ağ gibi birbirine bağlanır. Milli servet büyür. Kültür, eğitim ve bilim sahalarında akla gelemeyecek başarılar sağlanır.
Ve bütün bunların altında tek bir kişinin, yani Mustafa Kemal’in, yani “Türk namını taşıyan bu mucize adam”ın imzası vardı. “Onun mayası, öbür insanlarınkinden büsbütün başka bir cevherle yoğrulmuş gibiydi. Ne derisi bizim derimize ne saçları bizim saçlarımıza benziyordu ve senelerle ve zamanla hiçbir alakası yoktu.” Cumhuriyet’in onuncu kuruluş dönümü törenlerinde Selma Hanım, bu mucizeye bizzat tanıklık etmiş ve stadyumdaki herkes gibi kendinden geçmişti.
“Bu azametli akış ve oluş selinde bir gül yaprağı gibi akıp gittiğini hissediyordu. Bu, bir ‘dünyanın ikinci yaradılışı’ idi. Bundan dört yıl evvel yüzünü gördüğü ve sesini işittiği Tanrı, aydınlığa, ol! demişti, aydınlık oluyordu. Suya, ol! Demişti, su oluyordu ve ‘Suların arasında Levh olsun’ demişti. Levh, meydana gelmişti ve ‘tohum verir nebatı ve yeryüzünde tohumu kendisinden olarak cinsine göre yemiş veren ağaçlar husule gelsin’ demiş ve ‘tohumun cinsinden türlü ağaçlar bitmişti.” (s. 174)
Mustafa Kemal’in “sonsuz bir gençlikle taravetli sarışın profili” rehberliğinde yıllar gider. Neşet Sabit’in yazdığı tiyatro oyunları büyük beğeni kazanır, romanları mükâfatlandırılır. Selma Hanım’ın özverili faaliyetleri, onun Cumhuriyet’in yirminci yılının şerefine kutlanacak şenliklerin tertip heyetine seçilmesiyle taçlandırılır.
Kutlama, büyük bir coşkuyla gerçekleşir. Muazzam bir katılım olur, bir insan seli “her zerresi milli aşkla elektirikleşmiş müstesna bir hava içinde” caddelerden akar geçer. Eşinin kollarında kendini bu akıntıya bırakan Selma Hanım’ın muzaffer bir ordunun içinde Ural Dağlarından Kafkaslar’a, Kafkaslar’dan Karpatlar’a, Karpatlar’dan Tuna boylarına yol aldığını hayal ederek mutlu mesut bir şeklide eve dönmesiyle roman sona erer.
Elde var hüzün!
Peki, bu hayalin ne kadarı gerçekleşir?
Yakup Kadri, yayınlanmasından otuz yıl sonra romanının üçüncü baskısı için yazdığı notta, arada geçen yılları değerlendirir. Birinci bölümde anlattığı milli mücadele ruhundan eser bulmadığından yakınır. Üçüncü bölümde hayalini kurduğu Ankara’ya “o zamanlar, bir gün gelip öleceğini aklımın ucundan geçirmediğim Atatürk’ün öncülüğü ve rehberliğiyle” yirmi yıl içinde varacağını ummuştur. Heyhat, iki yirmi yıl geçmesine rağmen, o hayalin yakınına bile varılmamıştır. Olan “sosyal, kültürel ve ekonomik devrim şartları bakımından, hala romanımın ikinci bölümünde verdiğim ve karikatürünü yaptığım Ankara’nın içinde tepinip durmak”tır.
Hülasa, elde hüzün vardır.
Kim bilir, belki de hayalin kendisinde arıza vardır!
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ankara, İletişim Yayınları, İstanbul, 2017.
Perspektif, 06.10.2021