Yasin Aktay yazdı;
Aslında Türkiye’de ortaya konulan İslam yorumunun ve pratiğin başka ülkelerdekinden bir fark sergilemesi kadar normal bir şey yoktur. Tabii bu fark sadece Türkiye’ye özgü de değildir. Osmanlı İslamcıları bu kültürel farkların din yorumlarına etkilerinin yeterince farkındaydılar. Ancak bundan bir kültürel üstünlük çıkarmaya dönük heveslere karşı ortaya koydukları tavır da onların söylem sınırlarını oluşturuyordu.
Daha önce Said Halim Paşa’nın bu konudaki görüşlerine değinmiştik: “Herhangi bir milletin hayatı, gelenek ve karakterlerini meydana getiren dinî inançlarına hususî bir mahiyet vererek mefkûresini geliştiren birtakım içtimaî hadiselerin, birbirini takip etmesinden başka bir şey değildir. Hıristiyanlıkta Katoliklik, Ortodoksluk ve Protestanlık; İslâmiyette ise Sünnîlik ve Şiîlik bu şekilde meydana çıkmıştır. Bu ihtilâf aynı kilisede bile ortaya çıkabilir. Nitekim, Alman Katolikliği, İspanya ve İtalya Katolikliğinden pek farklıdır. Protestanlık ve Ortodokslukta da durum aynıdır” diyordu Paşa. Ama buna mukabil bu farklılığı yüceltmeye de bir tür cahiliye atfediyordu.
Farklılıkların sadece etnik veya milli hüviyetine referansla birinin diğerine üstünlüğünü iddia etmek her şeyden önce İslam’ın temel normlarına aykırıdır.
Oysa Türk İslam’ının üstünlüğünde bir kez karar kılınınca iş hemen bu üstünlüğü sağlayan nedenler üzerinde durmaya geliyor. Türk İslam’ının temel özellikleri, kurucu unsurları, başkalarıyla fark oluşturan boyutları nelerdir?
Anadolu’da yayılmış, hayata geçmiş irfanî anlayışa gönderme yaparak bir üstünlük payesi çıkarmak mesela. Peki bunda irfanî olan nasıl bir taraf vardır? Bunlar belki biraz fazla irfanî sorular. Farka en çok vurgu yapanların, farktan kendilerine bir paye çıkarmaya çalışanların yine daha çok kendilerini irfanî geleneklere isnat ediyor olmaları ise işin ironik tarafı.
Gerçekten de Cumhuriyet döneminde kendini başka milletlerden ayırt etmek üzere devlet eliyle başlatılan milliyetçilik bu sefer kendi İslam’ını başkalarınınkinden ayırt etmeye uzanmış olarak ve bir miktar da toplumun belli kesimlerince, hatta muhafazakâr kesimlerce benimsenmiş olarak devam ettirilir. Bir taraftan Anadolu kültürü ve dindarlık formlarının yüceltilmesiyle, fazladan takdisiyle devam eden bir edebiyat üretimi var. İslam’ın temel bilgi kaynaklarıyla ilişkisi, uygunluğu, uzaklığı yakınlığı hiç hesaba katılmaksızın kerameti ve geçerliliği kendinden menkul veya belki yerliliğinden menkul bir dindarlık biçimi. Hoşgörülülüğü en önemli özelliği olarak sunulur, ama bütün sunumları başka dindarlık biçimlerine karşı açık bir dışlama ve aşağılama eşliğinde yapılır.
İşin yerlilik kısmına bilahare gelelim. Ancak bir de diğer taraftan Türk İslam’ına asıl üstünlük meziyetlerini veren özellik olarak Maturidi ve Hanefiliğe yapılan bir vurgu vardır. Belki bu iki İslam aliminin her birinin Türk kökenli olmasına da bir ilgi veya atıf vardır.
Türkiye’de İslam’ın ayırt edici bir özelliği varsa gerçekten de bu iki mezhep imamına olan mensubiyetten mi geliyordur? Bu çerçevede yapılan edebiyata bakıldığında Hanefilik ve Maturidiliğin daha şehirli, daha medeni, daha hoşgörülü, akıl ve iradeye daha fazla önem veren yanlarıyla modern dünyanın değerlerine ve anlayışına daha uygun olduğu yönünde vurgular göze çarpar.
Bir konferansta bir emekli büyükelçinin tam da Türk İslam’ının bu özelliklerine vurgu yaparak onu başka milletlerin İslam’ından, mesela Afganistan Taliban İslam’ından ayırt ederek faziletlerine değinmesi üzerine çok basit bir soru yöneltmiştim: Bugün Türk İslam’ını modern dünyanın değerleriyle uyumlu olarak, hatta “ılımlı İslam’ın” temsilcisi olarak sunmaya imkân verdiğini düşündükleri Hanefilik ve Maturidiliğin aynı zamanda Afganistan’ın Taliban’ının da mezhebi olduğunu biliyorlar mıydı?
Aslında bunu bilmek için sadece basit bir yoklama yapmak yetiyordu. Ancak bir ideolojik icat ve inşahevesi o kadar baskındı ki, böyle bir temel soruyu sormaktan bile alıkoyuyordu. Hanefilik ve Maturidiliğin kendimizi ayrıştırdığımız başka hangi milletlerin de mezhebi olduğunu öğrenseler korkarım bu sefer her ikisini de gözden çıkarırlar diye endişelenmek gerek.
Taliban ve kendini ondan ayrıştırma gayreti gösteren Türk İslam’ının neticede aynı mezhep referanslarına sahip olduğu gerçeği; sadece bu bile aynı mezheplerin, aynı düşüncelerin, aynı metinlerin farklı toplumlarda ne kadar farklı yorumlara maruz kalabildiğini göstermenin en mükemmel örneğini oluşturuyor. Bu örnek belli düşünce ve dinler ile belli sosyolojik gelişmeler arasında gözü kapalı ve aceleci nedenselci ilişkiler kurmanın ne kadar yanıltıcı olabildiğini de mükemmel bir biçimde gösteriyor.
Demek ki, bu kadar geniş bir farkın oluşumunu engelleyebilecek bir yanı yokmuş bu mezhebin. Bu durumda Türk İslam’ına hangi özellik atfedilirse atfedilsin bunda Maturidilik ve Hanefiliğin etkisi nasıl ve ne ölçüde tespit edilebilir?
Kuşkusuz Anadolu’da ortaya çıkan dindarlık biçimleri de kendi aralarında o kadar tekdüze değil. Tarih boyunca Anadolu’da da İslam yorumları kendi içinde ciddi farklar ortaya koyabilecek şekilde çeşitlenmiştir. Üstelik bu farklar sadece Alevilik ve Sünnilik arasındaki farklar şeklinde de olmamış, yeri gelmiş bizzat Hanefi mezhebine mensup insanlar arasında da bu farklar gerilim ve çatışmalar üretecek şekilde ortaya çıkabilmiştir. Osmanlı tarihinde meşhur Sivasiler ile Kadızadeliler arasındaki tartışma bu konuda tipik örneklerden birisidir. Bunların her ikisi de Hanefi mezhebine mensuptur. Hatta Anadolu dindarlığında bariz bir fark ortaya koyan Bektaşiliğin bile bir sufi tarikatı olarak fıkıh ve itikatta mezhebinin Hanefi ve Maturidi olduğu da biliniyor.
Aslında tam da burada başka, can alıcı başka bir soru daha var: Osmanlı İslam’ı gerçekten Maturidi mi idi? Buna da sonra bakalım.