‘Sınıf’ mevzuu insanlık tarihinin en çetin ve en önemli sorunlarından biridir.
Üretim araçlarını ve bunların tasarrufunu (kullanımını) ellerinde bulunduranlar tarih boyunca toplumlarına egemen olmuşlardır.
Bu üretim araçlarından yoksun olan insanların büyük bir çoğunluğu ise bu araçları ellerinde bulunduran mutlu azınlığa karşı sonu gelmez ve çoğu kez de yenilgiyle sonuçlanan bir mücadele sürdürmüşlerdir.
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü yaldızlı bir avuntu olarak kalmış, kısa dönemli el değiştirmeler istisna olarak kabul edilirse; egemenlik her daim ‘mülk’ sahiplerinin olmuştur.
Mülk sahipleri ne yapıp, edip her seferinde mülklerini korumanın bir yolunu bulmuş; Cem Karaca’nın ‘İşçisin sen, işçi kal’ şarkısında dile getirdiği gibi çoğu kez sömürüyü kurumlaştırmışlardır.
Hindistan’daki, sınıflar arası geçişlerin neredeyse imkansız olduğu ‘Kast’ sistemi bu duruma en güzel örnektir.
‘Mülkü’ korumak için egemenlerce her yol mubah sayılmış, dinler, diller (etnik sorunlar), mezhepler ve ideolojiler; olan bitenin farkında olmayan geniş halk yığınlarını manipüle etmede kullanılarak, iktidar mücadelesine alet edilmiştir.
Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın başına gelenler ibret vericidir.
Yıllar süren bir mücadeleden sonra Kızıl Deniz’in yarılması, gökten bıldırcın eti ve kudret helvası indirilmesi gibi büyük mucizelerle Yahudileri kölelikten kurtaran Hz. Musa, Tur Dağı’nda Allah’tan aldığı On Emir’le döndüğünde; halkının sapkınlık içinde olduğunu görmüştür.
Hz. İsa öncesi Yahudi toplumu, türlü hilelerle haramları helal eden, servet ve şehvet düşkünü hahamlarının elinde, oyuncak haline gelmiştir.
Hz. İsa’nın gönderilme nedeni de bu sapkınlıkları yok etmek, ilahi mesajı aslına, Hz. Musa’nın saf ve berrak şeriatına döndürmek içindir.
Hz. İsa’nın vaazlarına kulak verenlerin büyük bir çoğunluğu hahamların zulümleri altında ezilen çaresiz halk yığınlarıdır.
12 Havari’nin sadece biri basit bir gümrük memuru, diğerleri okuma yazma bilmeyen yoksul ve gariban insanlardır.
Roma’nın mümin Hıristiyanlara 3 yüzyıl kan kusturduktan sonra Hıristiyan oluşunun hikayesi de trajiktir.
Roma, bin bir türlü zulümlerle, arenalarda vahşi hayvanlara parçalattığı Hıristiyanlarla baş edemeyince; iktidarını kaybetmemek için çareyi kaleyi içerden fethetmede bulmuştur.
Roma egemenleri, samimi bir şekilde tövbe ederek Hıristiyan olacaklarına, şeytani bir uygulamayla tüm pagan inançlarıyla, alışkanlıklarını Hıristiyanlığın içine boca ederek; Hıristiyan olduklarını ilan etmişlerdir.
Roma Hıristiyanlaşacağına, Hıristiyanlık Romalılaşmıştır.
Bizans’ta ise durum daha da vahimdir. Fener Rum Patriği, Bizans kralının adeta bir memuru durumundadır.
Onun içindir ki Süryani Kilisesi 1600 yıldır Fener Patrikliği’ni ‘Melkit’; (Melik, kral yanlısı) diyerek aşağılamakta ve otoritesini kabul etmemektedir.
İslamiyet’in başına da benzer şeyler gelmiştir.
Hz. Osman döneminden itibaren iktidarı ele geçiren Emeviler, din adına dinin içini boşaltarak; saltanatlarını sürdürmek uğruna her türlü kötülüğü yapmaktan çekinmemişlerdir.
Hz. Muhammed de, Hz. Ali de karşıtları tarafından çoğunluğu mustazaf köle ve fakirlerden oluşan ‘ayak takımı’ ile oturup kalkmakla itham edilmişlerdir.
Sultanların, padişahların ve etraflarındakilerin durumları ise daha da vahimdir.
Osmanlı padişahı 3. Mehmet, tahta geçtiği gün bir kısmı henüz kundakta bebek olan 19 kardeşini öldürtmüş; bu vahşet için dönemin şeyhülislamından fetva alabilmiştir.
Din adına işlenen bu zulümler sadece Osmanlı sarayında değil; Abbasi, Fatımi, Safavi, Babür... saraylarında da aynı olmuştur.
Günümüzdeki durum da en az tarihteki kadar vahimdir.
Afganistan’dan Mısır’a, Bengladeş’ten Afrika içlerine kadar yüz milyonlarca Müslüman açlık içinde sefalet çekerken; başta Suudi Arabistan olmak üzere Kuveyt, Katar, Birleşik Arap Emirliği, Burnei... gibi devletlerin kral, emir ve şeyhleri yüz milyarlarca dolarlık hırsızlıkları ile Pompei’yi aratmayacak bir sefahat hayatı sürmektedir.
Sadece Kahire’de 2 milyon insan mezarlıklarda yaşamaktadır.
“Komşusu aç iken kendisi tok yatan bizden değildir” diyen ve komşulukta Müslüman ile Müslüman olmayanı da ayırmayan bir dinin mensubu olan yüz milyonlarca Müslüman’ın; günlük geliri bir doların altındadır.
Milyonla çalan mesned-i izzete serefraz;
Bir kaç kuruşu mürtekibin cay-ı kürektir(Milyonla çalanlar yüksek ve şerefli mevkilere yükseltilerek baş tacı edilir, bir kaç kuruş çalanın cezası ise kürektir.)
Ziya Paşa’nın dediği gibi;
İslam ülkelerindeki milyar dolarlık hırsızlar baş tacı edilmekte; çoğunun ağzından Kuran, başından takke ve sarık; ellerinden ise tespih eksik olmamaktadır.
İslam ülkelerinin içine düştüğü perişanlığın en önemli nedeni hırsızlık ve yolsuzluklardır.
Bu derde çare bulmadan; açık, şeffaf ve sorgulanabilir bir rejim oluşturmadan; hiç bir soruna çare bulmak mümkün değildir.
Karl Marks ve Engels gibi Komünizmin felsefesini yazanlar, tüm insanlık tarihindeki olayları sınıfsal çatışmaların sonucu olarak okurlar.
Marks’a göre tarih kısaca;
Ezenlerle, ezilenlerin; üretim araçlarını ellerinde bulunduranlarla, üretim araçlarını ele geçirmek isteyenlerin arasındaki savaştan ibarettir.
Tarihte Marks’tan çok önce, insanı ve toplumları bozan en önemli iki nedenin kadın ve mülkiyet olduğunu ileri süren İranlı Mazdek ile her ikisi de Şeyh Bedreddin’in müritleri olan Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal gibiler; çareyi, üretim araçlarını kişilerin elinden alarak toplumun ortak malı yapmakta görmüş ancak onlarda başarılı olamamışlardır.
Marksistlerin iktidara geldikleri Rusya, Çin, Arnavutluk, Kamboçya, Kuzey Kore... gibi tüm ülkelerde, ‘Ortakçılar’ın akıbetleri de aynı olmuş; Komünist Partisi yöneticileri devrimlerden kısa bir müddet sonra yeni bir oligarşik sınıf oluşturmuşlardır.
İslam dünyasında ‘Sosyolojinin babası’ olarak bilinen İbni Haldun, sınıfların farklı davranış biçimleri ve çatışmalarını bilimsel ve sistematik bir şekilde anlatır.
20'nci yüzyılın önemli Müslüman aydınlarından Ali Şeriati de İslam tarihindeki olayları sınıfsal çatışmaları göz önünde bulundurarak anlamaya çalışmış; ‘Ali Şiası ve Safavi Şiası’ adlı kitabında Şiiliğin iktidar mücadelesine nasıl alet edildiğini gözler önüne sermiştir.
Tarih boyunca egemenlerin, egemenliklerini sürdürmek uğruna çoğu kez ‘Kuzu postuna bürünerek’ kurtluklarını sürdürdükleri ile ilgili binlerce, on binlerce örnek gösterilebilinir ancak ezilenlerle, ezenlerin mücadelesindeki en trajik durum çoğu kez ezilenlerin; ezenleri alt ettikten sonra gösterdikleri davranış bozukluğudur.
Ne yazık ki, ezilenlerin önemli bir bölümü, güç ve iktidarı ele geçirdikten sonra, yıllarca mücadele ettikleri kendilerini ezenlerle aynı tavırları göstermeye başlamış ve zalimleşmişlerdir.
Mustazaflar, çoğu kez müstekbirleri alt etmiş ancak kısa bir müddet zarfında kendileri müstekbirleşmiştir.
‘Harun gibi gelip, Karunlaşmışlardır.’
‘Konağın içindeki zencinin, konağın dışındaki zencilere davranışı’ ile ilgili hikaye çok ünlü ve ibret vericidir.
Benjamin Franklin ‘Bir kölenin en büyük isteği kölelikten kurtulmak değil, kendine ait bir köleye sahip olmaktır’ derken tam da bu durumu izah etmeye çalışmıştır.
Türkiye’de de gençlik yıllarını Ülkücülük, Komünistlik, Kürtlük ve İslamcılıkla ‘heder edenler’ para, mevki ve kadınla tanıştıktan sonra tamamen değişmiş, şaftları kaymıştır.
Eşleri çarşaflı, sekreterleri mini etekli eski İslamcılarla, Filistin kamplarından, plazalarda medya patronluğuna tırmanan eski solcuların ‘hikayeleri’ dramatiktir.
Dinler, diller, mezhepler ve ideolojiler sınıf atlamanın bir trampleni olmuş; sınıf atlayanın ‘karın ağrısı’ sona ermiştir.
Sömürünün bir türlü bitmemesinin, bitirilememesinin asıl sebebi de budur.
Sorunun asıl kaynağı tespit edilmeden sorunu çözmek mümkün değildir.
Bugün için İslam ülkelerinin en büyük sorunu ne dini, ne mezhebi ve ne de etnik sorunlardır.
En büyük ve acilen çözülmesi gereken sorun; yolsuzluk, hırsızlık ve kayırmacılıkla beslenen sınıfsal sorunlardır.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish