12. 09. 2018 Çarşamba
Mustafa Hoca sözlerine Roman türü ile ilgili birkaç cümle ile giriş yaptı. Kendisini canlı olarak ilk defa dinliyor olmanın verdiği dikkatle üslubu ve konuları ele alış şeklinin hem öğretici hem rahatlatıcı hem de etkileyici olduğunu söylemeliyim. Bu dibaceden sonra Mustafa Hoca´nın sunumuna geçebiliriz.
"Roman, modernliğin trajik öyküsüdür." Edebi bir tür olarak Roman diğer edebi türlere nazaran modern çağa en yakın zamanda ortaya çıkmış bir türdür. Genel kabul gören görüşe göre ilk roman 1600´lü yılların başında Cervantes´in kaleme aldığı "Don Kişot" romanıdır. Mustafa Hoca´nın ve Don Kişot ile ilgili tahlil ve analizlerini birazdan paylaşacağım. 1700´lü yılların başında Daniel Defoe´nin kaleme aldığı "Robinson Crusoe" romanı ikinci dönem en önemli romanlardandır. 1800´lü yıllarda roman türü özellikle de tarihi romanlar oldukça popüler olmuştur. 1900´lü yıllara geldiğimizde ise daha çok psikolojik romanlar öne çıkmıştır.
Roman türü Türk edebiyatında ise 19. Yüzyılda Tanzimat edebiyatı döneminde Batılı romancıların eserlerinin tercüme edilmesi ile görülmeye başlamıştır. Tercüme çalışmalarının hemen akabinde Batılı romancılardan esinlenen romanlar yazılmaya başlanmıştır.
Roman türü, modern çağın çıkmazlarını, sosyal, siyasi, iktisadi, psikolojik sorunlarını en ince detaylarına kadar irdeleyen ve bunlara yönelik farklı bakış açıları ortaya koyan bir türdür. Modernliğin kendisinden kaynaklı ortaya çıkan trajedileri farklı bir dil ile topluma ileten araçlardır.
Son çeyrek asırda farklılık ve gelişim göstermeye başlayan Roman türü esas itibari ile trajediler üzerinden etkisini devam ettirmektedir.
"Gerçeklerle dolu, hakikatsiz bir dünyanın hikayesidir." İlk bakışta karmaşık gibi gelen bu yorum aslında iyi bir roman okuyucusu için gayet yerinde ve anlaşılır bir yorumdur. Nihayetinde bütün romanlarda bir gerçeklik vardır fakat kurgu olması hasebi ile içinde çok az hakikat barındıran bir türdür. Hayal aleminde gerçekleri aynaya tutmak olarak tanımlayabiliriz romanı. Son dönem fantastik ve bilim-kurgu romanlarda dahil hemen bütün romanlarda gerçeklikler üzerinden hayali bir kurgu inşa edilir. Mustafa Hoca konuşmasının ilerleyen kısımlarında bu yorumunu şöyle ifade etti: "Roman kurgudur yani uydurarak gerçeği anlatmaktır."
"Vasat bir müslüman dua ederken; "Allah´ım beni imandan Kur´an´dan mahrum eyleme" olmalı entelektüel bir müslüman için ahir zamanda Allah´ım beni imandan Kur´an´dan ve romandan mahrum eyleme" olmalı." Tebessüm ettiren bir tespit olmak ile birlikte modern çağın bir gerekliliği olarak Roman türünün önemine vurgu yapan Mustafa Hoca bu konuda gelebilecek eleştirilere hemen bir sonraki cümlede cevabını verdi. "Romanı yüceltmiyorum ama çok önemsiyorum." Bu cevap durmamız gereken yeri işaret eden bir yaklaşım.
Romanı önemsememiz gerekiyor. Modern çağda insanlara bir şeyler anlatmanın üç ana yolundan biri romandır. Sinema ve internet ile birlikte roman düşünülenden çok daha fazla kitleleri etkilemektedir. Bu romanın kendisinden kaynaklandığı gibi zamandan ve kitlelerin tercihi olmaktan da kaynaklanmaktadır. Roman kendi teknikleri ve dili ile etkileyici olmak ile birlikte modern çağ insanının ruhunu okşayan yönü ile yakın dönemde her zaman en çok okunanlar listesinin başında romanlar yer almıştır. Çevrenizdeki insanların ve dünyadaki kitap okuma türü oranlarına baktığınızda en çok okunan türün roman olduğunu göreceksiniz. İnternet ortamında herhangi bir arama motorunda "Dünyada en çok okunan kitaplar" yazdığınızda karşınızda popüler romanlardan klasik romanlara tarihi romanlardan yerli romanlara onlarca romanın adını göreceksiniz. Bu bile roman türünü çok önemsememiz için yeterli bir sebep.
Roman ile ilgili böyle tespitler yaptıktan sonra Dünya edebiyatından ve Türk edebiyatından bazı romanların tahlil ve analizlerine geçti Mustafa Özel Hoca.
Don Kişot-Cervantes
"Çocukluğumun üç şövalyesi vardı. Evdeki şövalyem Hz. Ali´ydi. Diğeri Battal Gazi. Okuldaki şövalyem Don Kişot´tu. Don Kişot, hiç pes etmemenin adıdır."
"Don Kişot, son dört yüz yılın en güçlü kurgu romanıdır."
"Don Kişot bir adalet savaşçısıdır. Haramın ve haksız kazancın egemen olduğu bir dünyada hakikati ancak bir meczup dile getirebilirdir."
Don Kişot her insan için farklı bir kahramandır. Benim için Don Kişot, yenilenlerin ama hep yenilenlerin "Bismillah" diyerek yeniden başlamasının kahramanıdır. Okuyan hemen herkesin sevdiği ve kendisinden bir şeyler bulduğu, ezilenlerin direncini arttıran bir simgedir. Bunu, kutsal kitaplardan sonra en çok basılan ve satılan kitap olmasından anlıyoruz.
Asil bir direnişçidir Don Kişot. Her yenilgi yeniden başlamanın yeni sebebidir. Zaferle değil seferle yükümlü olduğumuzu hatırlatır Don Kişot. İyi bir tahsili olmamakla birlikte çokça kitap okuyan ve kendisini idealine adayan adamdır. Yenilgi yenilgi kendi zaferini büyüten bizim mahallenin hem en dobra hem en kaliteli hem de en güzel delikanlı adamıdır Don Kişot.
Modern çağda içinde yaşadığımız toplumda birçok sorunun çözümsüz kalmasının arka planında Cervantes´lerimizin ve Don Kişot´larımızın azalması olduğunu düşünenlerdenim. Kitap delisi, mücadeleci, yılmayan, yorulmayan, itiraz eden, yenildiğinde vazgeçmeyen, direncini ve umudunu daima diri tutan güzel adamlar ve bu adamları yazan romancılarımız arttıkça sorunlarımız tek tek çözüme kavuşacaktır diye umut ediyorum.
Faust-Goethe
"Şeytan da yorulabilir. Metafor olarak böyledir. Metafor olarak diyorum ki, şeytan diyor ki modern çağda nedir böyle insanlarla tek tek uğraşmak. İnsanlarla tek tek uğraşmaktansa sistemi şeytanileştirmek gerekir diyor. Bunun ana unsuru kağıt paradır. Kağıt para sadece para değildir, simyadır, büyüdür.
Bir bilgin birçok okumalar yapar ama varlığın sırrına eremez. Emin bilgi, bitmez haz yok mudur? Sorusunu sorar. Şeytan içeri girer ve bu mümkündür der. Şeytan bunu sana veririm ama bu olduğu an ruhunu bana vereceksin der. Faust´un 1. Cildi şeytanının insanla akit imzalamasıdır. Asıl mesele 2. Cilttedir. İmparatorluk çökmüştür ama bir karnaval havası vardır. İmparatorluk büyük sıkıntı içindedir. Asker isyan etmek üzeredir. Maliye bakanlığı çözüm bulamıyor, simya ile çözüm bulunamıyor. Şeytan elinde bir kağıt parçası ile geliyor. Hükümdara bunu imzala bütün sorunları halledeyim diyor. Hükümdar imzalıyor. Fakat ayık değil. Goethe şunu diyor: Modern çağın siyasi hükümranları asıl hükümdarlar değildir. Kağıt paraya hükmedenler asıl hükümdarlardır. Kağıt para devlet ile şeytan arasında halkın aleyhine imzalanmış bir akittir. Hükümdarın borcunu halkın borcu haline getirir."
Şeytanın sistemleri şeytanileştirmesi ifadesi modern çağda özellikle de kapitalizmin insanların hücrelerine kadar işlediği bu zamanda kullanılabilecek en yerinde ifade olması ile birlikte bir roman üzerinden bu ifadenin ortaya konulması ayrı bir derinlik ve birikim gerektirmektedir. Mustafa Hoca bu ifadesi dinleyicilere hem yeni bir bakış açısı verdi hem de kendisinin konuya ne kadar vakıf olduğunu ortaya koydu.
Aslında kağıt paranın sadece kağıt para olmadığını bilmek şeytanileşmiş dünya sistemini daha iyi tanımamızı ve ortaya çıkan her alandaki sorunların arka planını bize göstermektedir.
Bildiğiniz üzere parayı Lidyalılar bulmuştur. Milattan önce yaklaşık 7. Yüzyılda bulmuşlardır. Kağıt parayı ilk bulan ve kullananlar ise Çinlilerdir. Milattan önce yaklaşık 100 yılında kullanmaya başlamışlardır. Avrupa´da ise kağıt paranın ilk kullanımı 17. Yüzyıla tekabül eder. Faust´ta parayı Avrupa´da tedavüle koyan Şeytan aslında o dönemin para babaları, burjuva ve elit insanlarıdır.
Faust´ta anlatılan Şeytanın kağıt parayı bir sömürü aracı olarak ortaya koymasının gerçek dünyadaki karşılığı tahminimce şu olaydır. "1694 yılında, İngiliz Kraliyeti Fransa ile giriştiği mücadelede nakit sıkıntısına düştü. Bu kaynağı halktan sağlayamayacağını anlayan kral, finansörlerin Bank of England adıyla yeni bir banka kurmasına ve bu bankaya birtakım ayrıcalıklar sağlanmasına razı oldu. Bank of England zamanla bu ayrıcalıklarını arttırarak bugünkülerine benzer bir merkez bankası haline geldi. Bankanın tarihindeki dönüm noktası, 1844 yılında banknot basma hakkının diğer bankalardan alınarak, yalnız kendisine tanınmasıdır. Bu şekilde Bank of England günümüzün klasik merkez bankalarına örnek olmuştur." [1]Romandaki hikaye ile bu yaşanmış olay nerdeyse birebir örtüşmektedir. gerçek olayın tarihi ile Faust´un yazıldığı tarihlere bakıldığında da bu fark edilebilir. Olay 1694´te meydana gelirken Faust 1770-1771 yıllarında yazılmış 1808´de yayınlanmıştır.
"Modern çağın siyasi hükümranları asıl hükümdarlar değildir. Kağıt paraya hükmedenler asıl hükümdarlardır. Kağıt para devlet ile şeytan arasında halkın aleyhine imzalanmış bir akittir. Hükümdarın borcunu halkın borcu haline getirir." İşte herkesin bilmesi gereken bir gerçeklik. Dünyadaki gelişmelere baktığımızda şeytanileşmiş dünya sisteminin başında para babalarının, tüccarların, burjuvanın olduğunu görmekteyiz. Bugün egemen olan şeytani sistemin köklerini anlatan Faust, roman türünün ne kadar önemli bir tür olduğunu bu yönüyle de ortaya koymaktadır.
Sağlam adam- Herman Melville
"Bu tür yazarların kitaplarının çok çeşitli versiyonları vardır. Genelde çocuklar için hazırlanmış versiyonları okuruz. Bunlar gerçeği vermezler. Avrupalılar, dünyanın o kitabın hangi kısmını görmelerini istiyorlarsa o kısmını verirler. Entelektüeller, bütününü okuması lazım.
Sağlam adam, beş dakikada beş kişiyi aldatan, ayni kişiyi beş dakikada beş kere aldatan, bul karayı al parayı yapan, otel odaları satan, hangi adalarda bilmem neler satanlar türünden bir adam. Melvil böyle bir tip anlatıyor. Fakat bir gemide 8-10 tane sahteleri çıkıyor. Aynı adam çeşitli kılıklara giriyor. Sürekli insanları aldatıyor. Melvil bunu teolojik bir zemine oturtuyor. Şunu söylüyor, insanları aldatan tek hayvan insan değildir. Birçok kurnaz hayvan vardır. Bunun yanında birçok aldanan ahmak hayvan vardır. Ama bu aldatan kurnaz hayvanın bir numarası vardır. Her ahmak hayvanda hep aynı şekilde tufaya gelir. Sonsuz aldatma ve sonsuz aldanma sadece insan denen hayvanda vardır.
Roman içinde teoloji, felsefe, iktisat, sosyoloji ve siyaset bilimi barındıran harman yeridir. Biz de roman çok hafife alınır. Aslında ciddi romanların hepsine roman bilim dememiz gerekiyor. Yani bilimden beklenen her ne ise roman size onu verir."
Çok önemli bir bilgi veriyor Mustafa Hoca. Avrupa/Batı bazı kitapların kısaltılmış şeklini okuyucuya sunarken algıları yönetmek amacıyla istediği formatta okuyucuya sunuyor. Bu durum kitaplar tercüme edilirken de aynı şekilde işleniyor. Popüler olmuş Batı´nın sömürgeci zihniyetine muhalif olan kitapların orijinallerini mümkünse kendi dillerinden okumanın en sağlıklı yol olduğu gerçeğini hatırlatmış olalım.
Sağlam adam romanının analizini dinlerken dindar kisvesi altında insanları onlarca kez aldatan adam tipleri aklıma geldi. Bu analizler bir romanın sadece bir roman olmadığı gerçeğini de gözler önüne seriyor. Yaşadığımız dünyada insanın kalbini kirleten ve dahası insanı fıtratından uzaklaştıran sebepleri ve bunların sonuçlarını romanlarda çok kolay bulabiliriz. Eğer romanları okurken iyi bir analiz ve tahlil yapabilirsek hayatın hemen her alanı ile ilgili bilgileri bulabiliriz.
Sonsuz aldanma ve sonsuz aldanmanın sadece insanda var olan bir özellik olduğu tespiti üzerinde epeyce kafa yormak gerekiyor. Ne kadar aldanıyoruz? Neden aldanıyoruz? Aldatan insan neden aldatır? Aldanmak ve aldatmak bir hastalık mıdır? Bunlar üzerinde durmak gerekiyor.
Her toplumda "Sağlam adam" vardır. Biz bu sağlam adamları iyi tanımalı ve onlara aldanmamalıyız. Bir romanda yüzlerce mesaj vermeye çalışmak okuyucuyu mesaja boğacaktır. Ama "Sağlam adam" romanın da olduğu gibi bir veya birkaç mesaj ile okuyucunun düşünce dünyasında büyük değişimlere sebep olunabilir. Dini kavramlar üzerinden proje isimleri üreterek insanların paralarını iç eden adamlar hep olacaktır. Aldatanların ifşası, aldananların azalması için daha çok roman okumamız gerekiyor.
Roman türünün bizim gözümüzde çok değerli olmadığı tespitine aslında sadece roman türünün değil edebi eserler bütününün olması gereken değeri görmediği gerçeğini ekleyebiliriz. Halbuki bir toplumu her anlamda etkileyen, şekillendiren, algılarını oluşturan birkaç özneden biri edebi eserlerdir. Ve edebi eserler içinde roman önde gelmektedir. Kaliteli film senaryolarının çoğu edebi eserlerden beslenirler. Roman türü hak ettiği değeri çok kaliteli eserlerin ortaya çıkması ve bu eserlerin okuyucu sayısının arttırılması ile bulabilir. Roman sadece edebi imgeler ile edebi zevklerin tavan yaptığı bir tür olarak algılanmamalıdır. Roman, boş zamanlarda okunması gereken bir kitap olarak algılanmamalıdır. Roman, içinde birçok bilim dalının bilgisini barındıran bir türdür.
"Mai ve Siyah: Halit Ziya´nın 23 veya 25 yaşında 1890´larda yazdığı bir romandır. Halit Ziya tam bir batıcıdır. Burjuva bir ailede büyümüştür. Ama bana göre ilk islami romandır. Ahmet Cemil bütün umutları kırılmış bir roman kahramanıdır.
Batı romanının iki belirgin izleği vardır. Biri intihardır diğeri itiraftır. Ama bizde tevbe esastır. Bu yönü ile roman bize biraz terstir. Çoğu roman bir günah galerisidir. Ama islam toplumu da romana müsait hale gelmiştir. Sadece romanlardan bile bir cemiyetin nasıl başka bir cemiyete evrildiğini takip etmek mümkündür."
Mai ve Siyah ile ilgili iddialı bir cümle kuruyor Mustafa Özel. Mai ve Siyah´ın ilk islami romanımız olduğu yaklaşımı biraz zorlama bir yorum gibime geliyor. Halit Ziya´nın Batıcı olmak ile birlikte Osmanlı toplumunun gerçekliklerini yansıttığı ve bilinçaltında bu romanı yazdığı süreçte yaşadığı toplumun gerçekliğinden kaynaklanan dini nüveler taşıması hasebi ile Batı edebiyatının aksine müslüman toplumunun hassasiyetlerini işlemesi Mai ve Siyah romanını islami bir roman yapmaz diye düşünüyorum. Roman türünün Tanzimat edebiyatı döneminde bu topraklara geldiğini söylemiştik. İslami roman konusunda ise ilk aklıma gelen isim Necip Fazıl. Ondan önce islami roman yazan var mı? Diye biraz araştırdım fakat ben bulamadım. Romanın İslamisi olur mu olmaz mı? Polemiğini bir kenara bırakarak Mai ve Siyah´ın ilk islami romanımız olmadığı düşüncemi tekrarlamak istiyorum.
Batı romanı ve bizim romanımızın karşılaştırılması farklı açılardan sürekli yapılmaktadır. Mustafa Hoca Batı romanındaki iki önemli izlek ve bunun bizdeki karşılığı noktasında intihar ve itiraf izlekleri ile tevbe izleği üzerinde durdu. Ve tabi ki bizde intiharın haramlığı.
Dostoyevski üzerinden Hoca´nın değinmediği izleklere kısaca değinmek yerinde olacaktır. Dostoyevski, Roman karakterleri her yerde her an karşımıza çıkan yazardır. İnsanı her yönü ile anlatan adamdır. Karanlıklar içinde kalan kısımları anlatan adamdır. Romanları kurgusal değildir. Aksine sıradan konuları ele alır. Suçu ahlakileştirmeye çalışır. Dostoyevski´nin iyi adamları iyi Hıristiyanlarıdır. Budala´nın Prens Mişkin´i, Kromozov kardeşlerin Alyoşa´sı iyi Hıristiyanlardır. Psikolojik romancılığı başlatan ilklerdendir. Ondan sonra gelenler onun betimleme ve örgülerinden ilham almıştır. Dostoyevski´nin romanlarında hep bir yerde bir merhamet vardır, şefkat vardır. Roman karakterlerinden biri merhameti ile hep ön plandadır. Çok farklı bir ruh serüveni vardır. Roman karakterlerinden on yedisi intihar etmiştir. Bir de intihara teşebbüs edenler var. Suç ve ceza´da Raskolnikov karakteri Anadolu´da yaşasa ve suçu ahlakileştirme çabasına girse, Sophia karakteri sürekli yanı başımızda denk geldiğimiz bir hanım kız olsa ve bunun romanı yazılsa bunun için şiir yazılır mıydı bilmiyorum? Lakin Dostoyevski´nin Raskolnikov´u ve Sophia´sı için yazılacağını kesin söyleyebilirim
Aşkı için, itiraf ettiğin her suçunu,
İtiraf etmeye değer miydi?
İtiraf eden Raskolnikov, itirafa sebep Sophia,
Sonradan yani en sonunda,
Kimsesiz kaldığında hücrende,
Hani ikna yollu kendisini sevdiğini söylediğinde,
Sana inanmayı anlatan,
Bir tutam sevgi veren ve seni yola getiren,
Değer miydi?
Sevdiğini söyleyen, inanmaya başlayan Raskolnikov, sebep Sophia.
Batı ve bizim romanımızın karşılaştırmasına katkı olması düşüncesi ile Goethe´nin Genç Werther´in acıları eseri üzerinden de birkaç bilgi paylaşırsak iyi olacak sanırım.
Batı´nın ahlak anlayışı (Goethe üzerinden) Doğu´nun ahlak anlayışları çok farklı. Bu noktada Doğu´nun ahlak anlayışı daha estetik ve kamil. Werther, başkasının nişanlısına/eşine aşık olup intihar eden bir adam.
Kültürler, yazımsal ve sözlü eserlerde birbirlerinden konu olarak çok etkileniyorlar sanırım. Doğu kültüründeki Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin arasındaki sevginin zirvesi olan aşk konusu Batı edebiyatında da çok işlenen bir konu. Werther´in acıları bir örnek.
"Hayat bir Rüya." Cümlesi belki de kitaptaki en anlamlı cümle. Okuyucunun zihin dünyasını pozitif anlamda çalıştıran bir cümle.
Kitabın kahramanlarından Lotte karakteri sadece zahiri güzelliği ile Werther´i büyülüyor. Bu durum Batı algısı ile Doğu algısı arasındaki bir farkı da ortaya koyuyor. Batı Ten´e odaklanırken Doğu (genel anlamda) Tin´e odaklanır.
Kitap, kendimden kendime mektuplar şeklinde yazılan iyi bir edebi eser olarak değerlendirilebilir. Ki bu edebi çalışma türü zamanla bizim kültürümüzde de yer etmiştir. Son dönem münevverlerin bu tür çalışmaları bunu göstermektedir. 1700´lü yılların Avrupa´sının kültür ve sosyal yaşamını iyi işleyen bir yapıt.
Batı romancılığı karşısında bizim romanımızın zayıflığı gerçekliği ile birlikte romana gereken önemi verip iyi eserler ortaya çıkarabilirsek romanımızın güçleneceğini söyleyebiliriz. Bunun için de romana bakış açımızı değiştirip romanın sadece roman olmadığı hakikatine inanmamız gerekiyor.
"Sinekli Bakkal: 20. Yüzyılda yazdığımız en iyi romandır. Halide Edip şöyle diyor: Modern olmak istiyorsan, güçlü olmak istiyorsan şeytanın hakkını ver. Halide Edip de tarihsel dini bir hassasiyet var. Şeytanın hakkını ver ama bunu öyle bir ustalıkla yap ki cenabı hakkı gücendirme der. Bu benim Sinekli Bakkal yorumumdur. Bizim modernleşme ve modernleşeme tarihimiz Sinekli Bakkal´dadır."
Halide Edip´in mistik din anlayışı yönü romanında birçok yerde göze çarpıyor. Modernleşme sürecinin sert ve devrim yöntemi ile değil yumuşak bir geçişle olması gerektiğini düşünen biri. Bununla birlikte romanda Vehbi Dede´yi konuştururken pekte islama uymayan felsefi cümlelere bakılırsa dindarlığının geleneksel dindarlığa da pek uymadığını söyleyebiliriz.
Modernleşme sürecimizi işlerken 2. Abdulhamid dönemi ile ilgili çok sert eleştirileri işlemiştir. Roman türü olarak çok sürükleyici ve etkileyici bir dil kullanmıştır. Bu romanı aynı zamanda bir yönü ile Batı hayranı bir kadının iç dünyasının dışa yansımasını da içermektedir. Romanı okuduğum süreçte Halide Edip´in aslında iç aleminde tam bir dinginlik olmadığını, biraz buhran biraz karmaşa biraz da bocalama olduğunu düşünmüştüm. Bu durumda olmasının arka planında dönemin şartları, kendisinin yetişme şartları, savunduğu ideolojinin de etkisi mutlaka vardır. bir dönem İttihat ve Terakki ile birlikte olmuş, sonrasında ayrılmış, savaş sürecinde cepheye gitmiş, Mustafa Kemal ile sorunlar yaşamış, sürgün edilmiş, İsmet İnönü döneminde onure edilmiş bir kişiden bahsediyoruz.
"Sahnenin dışındakiler: Ahmet Hamdi Tanpınar şu tarihi hakikati kitabında veriyor. Bizim klasik toplumumuzun içtimai jeoloji merkezi camidir der. Yani toplumun esas faaliyeti ibadettir ticaret değildir der. Halide Edip adeta diyor ki, modern olmak istiyorsak cemiyetin jeolojik merkezini mabedden markete döndürmemiz gerekir."
Tanpınar denince aklımıza hemen Huzur romanı geliyor haliyle. Mustafa Hoca, "Sahnenin dışındakiler" romanını ele aldığında doğrusu şaşırdım. Değindiği ve vurgu yaptığı Tanpınar´ın deyimi ile toplumun ana merkezinin cami olması tespiti gerçekten önemli bir tespit. Halide Edip´in toplumun dönüşümü için insanların hayatlarının merkezinde mabedin yerinin markete bırakılması yorumu da Mustafa Hoca´nın enfes tespitlerinden biriydi. Aslında bugün çok açık bir şekilde görüyoruz ki Halide Edip´in dediği gibi olmuştur. Bu toplumun hayatının merkezinde olan mabed bir kenara bırakılıp mabedin yerini market almıştır. Buradan şunu anlıyoruz ki insanların ve toplumların dönüşümü diğer etkenlerin de etkisi olmak ile birlikte temelde ekonomi-kapitalizm ile ilgilidir. Toplumun tekrar köklerine dönmesi, özünü bulması, fıtratına uygun hale gelmesi için bu döngünün tersine döndürülüp market-kapitalizmin mabetleri yerine yeniden cami-islam mabetlerinin inşa edilmesi gerekiyor.
"Modern gerçekliği en iyi şekilde kurgularla verebilirsiniz. Tek şart kahramanlarınızın kaderine müdahale etmeyeceksiniz. Benim gençlik dönemi romanım Fatih Harbiye´ydi. Peyami Safa. 120 sayfalık bir roman. 110 sayfasında Fatih kızı Neriman Avrupai bir hayat istiyor. Müslümanlık ile ilgili her şeyden nefret ediyor. Ezan sesinden bile rahatsız oluyor. 110 sayfa böyle bir gerilimle geçiyor. Son 10 sayfada hidayete geliyor. Şipşak iman ediyor. Olmaz. Romancı kahramanının kaderine bu kadar müdahale edip manipüle etmeye başladığı zaman ortada roman kalmaz. Peyami Safa´nın başka iyi romanları var. Ama bu tamamen manipülatif bir romandır. "
İyi bir kurgu ve kaliteli bir kitabın ortaya çıkması için bir ipucu veriyor Mustafa Hoca. Roman kahramanlarının kaderine müdahale etmeyin diyor. Bu daha çok roman yazanlar için bir tavsiye. Romanı kurguladıktan sonra romanın kendisi yani kahramanı bizi bir yerlere götürmeli, biz roman kahramanlarını olur olmaz yerlere götürüp kurguyu donuklaştırmamalıyız. Nihayetinde hayal ürünü olan kahraman daha özgür ve daha özgün bir kişidir. Kahramanın ayak izleri bizim bizi aşmamıza sebep olacaktır. Romanda asıl olan yazarın değil roman kahramanının iradesidir. Roman kahramanı ne derse o olmalıdır. Mustafa Hoca´nın da dediği gibi kahramanın kaderine müdahale edildiğinde ortada roman diye bir şey kalmaz. Fatih Harbiye bu açıdan en iyi örneklerden biridir.
"Bir iki örnek vereyim. Balzac bir toplantıda çok üzgündür. Sormuşlar neden bu kadar üzgünsünüz? Filanca ölecek diyor. Kim filanca? İşte yazmakta olduğum romanın kahramanı. Dert mi bu sen yazıyorsun bu romanı öldürmezsin üzülmekten kurtulursun diyorlar. Balzac, olur mu öyle şey. Ben bir insanın kaderine nasıl müdahale ederim. Bu benim elimde mi der.
Sezai Karakoç´tan Unomonu´yu öğrenmiştim. Sis romanını. Ta 1960´larda yazdığı bir yazıdır. Kader konusunda tartışmaların olduğu günler. Sis romanında da problemli Ahmet Cemil´e benzetebileceğimiz hayalleri gerçekleşmeyen çeşitli sorunlar yaşayan bir kişi kurgu kaderi gereği intihar etmesi gerekiyor. Romanın yazarı gazeteden bakıyor ki romanın kahramanı intihar ile ilgili bir inceleme yapıyor. Demiş ki bir de yazarıma sorayım. Atlayıp yazarının olduğu ile gidiyor. Gidip buluyor. Sohbet ediyorlar. Unomuno diyor ki seni sıkıntılı görüyorum neden? Roman kahramanı intihar edicim diyor. Unomuno sen akıllı birisin intihar etme diyor. Kahraman, sana ne diyor. Unomuno, intihar etmek için yaşıyor olman gerekir diyor. Kahraman, ben yaşamıyor muyum? diyor. Unomuno, hayır sen benim hayalimin eserisin. Senin kaderini ben yazıyorum diyor. Kahraman sen yazıyorsan ne oluyor. Don Kişot´u kim yazdı diyor. Cervantes. 300 sene geçti yazılalı. Herkes Don kişot´u hatırlıyor. Cervantes´i kim hatırlıyor diyor. 300 sene sonra seni kim hatırlayacak herkes beni hatırlayacak diyor. Sen benim kaderimi keyfine göre yazamazsın diyor. Kaderimi olduğu gibi yaşamakla mükellefsin. Roman kahramanı eve dönüyor. Kahraman çok üzüntülü. Evdekiler soruyor hayırdır sebep nedir? Kahraman ben yaşamıyormuşum, ben bir kurguymuşum. Evdekiler, üzülmeyin uyuyun lütfen bunların hepsi kitap sözleri der? "
Balzac ve Unomuno örnekleri bir roman yazarının iyi eserler ortaya koymak için nasıl bir hassasiyete sahip olması gerektiğini bize gösteriyor. Bir yerden sonra roman, yazarının hayatının kendisi olabilmelidir. Romandaki kişiler ile çok yönlü ilişkiler kurulabilmelidir. Romanın kahramanı ile konuşabilmeli onun fikirlerine önem verebilmelidir. Ancak o zaman ortaya bir şaheser çıkacaktır.
Dünyayı romanlarla değiştirebiliriz. Romanı kutsamayalım ama çok önemseyelim. Bundan sonra en büyük sorumluluklarımızdan biri de iyi romanlar yazmak ve iyi romancılar yetiştirmek olmalıdır.
[1] http://gercekekonomi.org/para-ve-enflasyon/kagit-para-nasil-ortaya-cikti-karsiligi-nereye-gitti/
Kaynak: kitaphaber.com.tr