Mahremiyet duygusunun (özel hayatın gizliliği hakkının kullanılma refleksinin) bebeklikten itibaren kişiye verilmesi gereken bir bakım sorumluluğu olduğunun çocuk gelişimciler ve psikologlar tarafından zikredildiğini hepimiz duymuşuzdur. Ancak bu duygu, mekânın da desteklediği günümüzün şeffaf dünyasında yerini pek bulmuyor olabilir. Biz mahremiyetin mekânlar üzerinden de okunmaya değer olduğu düşüncesiyle bir girizgâh yapalım.
1850’lerde Osmanlı Devleti’ni ve toplum yapısını gözlemlemeye gelen gezgin gözlemcilerden biri olan Ubicini, üç kıtaya yayılan Osmanlı toprakları içinde yaşayan, Müslüman, Hıristiyanve Musevi tebanın kendi kültürel farklılıklarının ayrıntılarını yüzlerce yıl koruyarak yaşamış olmasını önemli bir fark olarak kaydeder. Bu orijinalliği koruma durumu, mezhepsel ve etnik farklılıkları da kapsayan bir durumdur. Ülkesi Fransa’da Türkiye’den Mektuplar başlığı altında yayınlanan yazıları, Osmanlı Devlet teşkilatı ve toplum yapısının güçlü yönlerini de zayıf yönlerini de yansıtmaktadır (Ubicini, 1998).
Peki Osmanlı şehirlerinde çarşıda, pazarda bir araya gelen, ticaret yapan insanların asimile olmamalarının arkasındaki ayrıntı nedir?
Gözetlenemez mekanlar
Şehrin merkezinden bakıldığında sonu gözükmeyen sokaklar ve çıkmaz sokaklar…
Osmanlı şehirlerinin kendisine has bir şehir planlaması vardır. Merkezde bir büyük (ulu) cami bulunur, etrafındaki medrese, hamam vs. gibi binalarla birlikte... Bu caminin hemen yanında ticaretin döndüğü bir çarşı bulunur. Ulu cami ve bugün otantik kafelere dönüşen çarşıdan oluşan merkezden şehrin uçlarına doğru helezon gibi sarmallanan sokaklar uzanır. Bu şehir yapısı sadece il merkezlerinde değil, daha minyatür boyutlarda ilçelerde de görülür.
Buradaki temel amaç aile ve ev hayatının gözetlenemez olmasını sağlamaktır. Farklı etnik grupların ve dini mezheplerin kendi içlerinde birbirleriyle yakın temas halinde aile yaşantılarının geçtiği mahalelerde, bazı evlerin sokağa bakan kapılarının çıkmaz sokaklara bakan tarafa açılması da hemen hemen her şehirde karşınıza çıkabilecek bir özelliktir.
Mahallelerdeki aile yaşantısının merkezden görülmesini engelleyen bu şehir yapısı, insanların birbirleriyle görüşmesine engel değildi. Herkes alışverişe çarşıya çıkabilir, hanlarda, hamamlarda birbirleri görebilirlerdi. Eski çarşıları gözlemleyin, modern mimarinin hayatımıza soktuğu, altı dükkan, üstü daire olacak yapının olmadığını göreceksiniz. Küçük bir şehir ya da ilçedeyseniz bir dükkan ve bir küçük çatı, büyük bir şehirdeyseniz, Koza Han, Kapalı Çarşı gibi büyük yapılar… Ancak oralara da baktığınızda şimdiki gibi bir ailenin yaşayacağı evlerin üstlerinde olmadığını göreceksiniz.
Modern zamanları ve nostaljik zamanları karşılaştırırken “Eskiden herşey iyiydi, şimdi kötü ya da tam tersi” gibi bir karşılaştırmayı yapamayız. Dünya imkanlar ölçüsünde gelişirken, kendi zamanına ait iyi ve kötü şeyleri barındırır. Amacımız bu yazıda mekanların insanları nasıl etkilediği göstermektir.
Bunun daha iyi anlaşılması için başka bir mekâna gideceğiz, Paris’e. Fransız İhtilali’nden epey bir zaman sonra III. Napolyon, amcası ve eşinin üvey babası olan Napolyon Bonapart adına, yeniden Fransa’nın yönetimini eline aldığında, Paris’in şehir planlamasının yeni baştan yapılmasını istemiştir. Mimar Haussmann da Paris’i onun isteği üzerine neredeyse yeniden inşa etmiştir. Bu şehir tasarımının merkezinde Zafer Takı bulunmakta; bu merkezden çevreye, eşit açılarda şehrin sonuna kadar devam eden ve dönemi için devasa genişlikte caddeler uzanmaktadır. Yukarıdan bakıldığında estetik görünen bu tasarımın başka bir amacı da vardır. İsyanlarla (kanlı olmakla birlikte) cumhuriyet gibi bir yönetim biçimini çıkaran Fransa Halkı yine isyana yeltenecek olursa Zafer Takı’nın etrafına dizilecek ağır toplarla tüm şehri kontrol altına almak kolay olacaktır. (Armağan, 1999).
Göz gördüğünü denetler
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, insanların savaş makineleriyle neler yapabileceklerini gören George Orwell bir bilim kurgu romanı yazar, 1984… Romanın bu ismi alması yazıldığı yıl olan 1948’le bağlantılıdır. İnsanlar, gelecekte tek başına yaşamak, tek tip kıyafetler giymek ve devlet için işçi olarak çalışmak zorunda bırakılmıştır. Devlet herkesin evine, evin içini gösteren bir teknolojik alet yerleştirmiştir. Her gün insanlara, tek tek o gün ne yapacaklarını söyleyen bu alet “Büyük Birader Seni İzliyor” sözü ile direktifleri bildirmektedir.
Gün bu cümle ile evin içinde başlayıp, şehrin her yerinde ve penceresiz olan çalışma mekânlarında insanların karşısına çıkmakta ve gün bu cümleyle bitmektedir (Orwell, 2002).
Orwell’ın romanında despotik yönetim biçiminde ve kâbus gibi bir yaşantı şeklinde tasvir ettiği durumların, daha yumuşak hatlara sahip görünümler olarak artık hayatımızda olduğunun farkında mıyız? 2000 sonrasında yaygınlaşan, binalarımızın içindeki, bizleri gözetlemeye yarayan kameraları hiçbirimiz yadırgamıyoruz artık. Güvenlik gibi makul gerekçelere dayanan ve teknolojinin ilerlemesine bağlı olarak yok sayamayacağımız bu gerçek, dünyadaki tüm insanların, gözetlenebilir duruma geldiğini gösteriyor. Akıllı cep telefonları yaygınlaşmadan çok önce, 2000 yılı sonrasında hayatımıza giren bir takım yarışmalar ve programlarda gözetlenebilir olmayı bir eğlence unsuru haline getirmişti. Biri Bizi Gözetliyor isimli yarışma programı, o yıllarda ilk olarak Hollanda’da Big Brother olarak yayına girmişti. Bu ilklerde yarıştırılan şey ise, yarışmaya katılanların yetenekleri değil, “mahremiyetleriydi”. Üstelik en çok reytingi, en mahrem durumlar, saygısızca yapılan davranışlar alıyordu. Bu yarışmaları ilerleyen yıllarda diğerleri takip etti; evlendirme yarışmaları, gelin kaynana yarışmaları, yemek yarışmaları vs…
Bugün internetin yaygınlaşması, kameranın elimizdeki akıllı telefonlarda sürekli yenilenen ve gelişen haliyle var olması, artık kendi kendimizi gözetlenebilir duruma getirmemize neden olmuştur. Geleneğin hâkim olduğu dönemlerde evlerin duvarları ve çatıları aileyi ve özel yaşantıyı koruması için yapılmış olmasına karşın, bugün artık evin duvarları bu işlevi taşımamaktadır. Duvarlar adeta saydam hale gelmiştir. Evdeki boş vaktinde kadınlar ve çocuklar, evin içine akan yayınlarla devamlı surette hedef kitle haline dönüşmüştür. Diziler ailenin bireyi gibi olalı çok olmuş, ev işi çizgi film kanallarının denetimsiz yayınlarıyla (çocuk bakıcısı bu çizgi filmlermiş gibi) büyümüş ilk nesiller bugün birer ikişer, çalışma hayatına girmeye başlamıştır.
2000 sonrası kuşak ise, 2000 öncesinde yetişmiş bizlerin kestiremeyeceği bambaşka bir varoluşla karşımızdadır.“Dijital yerli” olarak zikredilen bu genç kuşak, sadece kameralarla gözetlenmemektedir; eğitim kurumlarında devamlı ölçme değerlendirme uygulanarak davranışları da kestirilmeye çalışılmaktadır. Gençler gözetlenmenin mahremiyet duygusunu baştan zedeleyen bir durum olduğundan habersiz, yetişkinlerle göz teması kuramayacakları, kendilerine gözetlenemeyecek sosyal ortamlar bulmaya çalışmaktadırlar. Gençlerin kendilerini gözlemleyen yetişkinlerden kaçtıkları yer, ekranın diğer tarafı olmuştur. Belki de bunun onların içinde bulunan fıtri mahremiyet duygusunun bir parçası olduğunu düşünebiliriz. Ancak sonuçları öngörülemez bir değişim olduğunu da söylemek zorundayız. Anne–baba ilgisine en çok ihtiyaç duydukları çağlarında, artık gençlerle yetişkinler arasında görünmeyen bir duvar söz konusudur.
Krizler ve fırsatlar
Ekranın diğer tarafında bilgisayar oyunlarıyla, video ve fotoğraf paylaşım siteleriyle kendi çağlarına özgü bir varoluş ortaya koymaktadırlar. Bu varoluşta özel alan ve kamusal alan birbirine tamamen karışmış görünmektedir. Gençlerin telefonları, özel hayat denilince akla gelen aile bireylerine, yani mahremlerine(evlenme yasağı bulunan aile bireyleri) tuş kilidi kapalıyken, gençler o ekrandan tanıdığı ve tanımadığı bir sürü insanla muhatap olabiliyor ve en mahrem bilgilerini tanımadığı insanlara aktarabiliyor. Daha önceki zamanlarda dindar olsun, olmasın insanlar ev içindeki haliyle sokağa çıkmazken, bugün tesettürlü olsa da olmasa da, pijamalı ve ev içi hallerinin, fotoğrafını paylaşmakta gariplik görmeyen insanlara sahip, krizlerini ve fırsatlarını içinde taşıyan bir dönemin içindeyiz. Yetişkinler olarak kaygılandığımız olaylara dikkatimizi daha çok yöneltiyoruz doğal olarak… Gençlerin hesap etmeden paylaşmış olduğu bir görüntü, hakkında bir şantaj malzemesi olarak kullanılabilir, şantajı gerçekleştiren kişi de genç ise yapmış olduğu şeyin suç olduğunu bilmeyebilir.
Ekran sadece gençler için değil, hepimiz için her şeye kolay ulaşmanın yolu olmuştur. Sanki elimizde sihirli bir değnek varmış gibi istediğimiz her şeye bir parmak şaklatma süresinde ulaşabilmekteyiz. Tabii ulaşılan şeylere bir zamanlar nasıl yollardan geçerek ulaştığımızı bilmeyen gençler için, isteğine ulaşamamak, bebeğin annesinden alacağı süte ulaşamaması gibi bir şey… 2000 öncesi bizler için dinlemek istediğimiz bir şarkı, izlemek istediğimiz bir film harçlıkların biriktirilmesi, aileden izin alınması gibi bir sürü engeli aştıktan sonra ulaşabileceğimiz şeylerken, bugün arama motorlarına yazarak ya da konuşarak verilen bir komuttan saniyeler sonra istediğimiz her şey karşımıza çıkabiliyor. Bugünün teknolojilerini bundan önceki zamanlar için ancak sihirli değneğin yapabileceği şeyler olarak algılanabilirdi.
Genç kuşaklar için bu teknolojinin elbette geliştireceği çok büyük faydaları bulunmaktadır. Bu kolaylıklarla, dünyaya herkes sesini duyurabilme imkânı yakalamıştır. Ancak, kolay ulaşmanın dezavantajları da vardır. Gerçek hayatta kazanmayla ilgili gerilim hisseden gençler (ve yetişkinler için) bilgisayar oyunları önemli bir kaçış yeri olmuştur. Sanal düzeyde herhangi bir müsabakayı kazanma imkânı, gerçek hayattaki kazanılacak davranışlar, öğrenilecek bilgiler vs. gibi şeylerden uzaklaşmayı sağlamaktadır. Bilgisayar oyunları, yetişkinlerin önemli bir aile sorunu olan “kumar” bağımlılığının yaptığı gibi bir frekansı, daha çocukken verebilmektedir. Zaman ve sorumluluklar geriliminden anlık olarak kopan herhangi bir kişi veya çocuk, kendisine sorumlulukları hatırlatılınca ne yapar, ancak ve ancak asabileşir. Bilgisayar oyunlarının içinde ne yazık ki, çocuklara zarar verme üzerine programlanmış olanları da bulunmakta. Bunların en çok gündeme geleni “Mavi Balina”. Bilgisayar oyunu tutkunu gençleri etkileyen bu oyunun, çocuklara kendisine veya başkalarına şiddet uygulamayı, en sonunda da intihar etmeyi komut verdiği, haberlerde karşımıza çıkıyor. Bu olayları gördüğümüzde ve duyduğumuzda üzülüyoruz. Ancak ekranın diğer tarafına geçmiş olan genç nesillerimize, ortaya dökülen maddi imkânlara rağmen ulaşamayabiliyoruz.
Görünüyorum, varım
Karşımızda kullanım ahlakı geliştirilmemiş, hayatımızda yok olarak kabul edemeyeceğimiz, etkisinden kurtulamayacağımız, koca, devasa bir dijital dünya durmaktadır. İşin ilginç tarafı bu dijital dünyanın içinde göçmen olan (Ocak, 2019) biz 20. yüzyıl kuşakları olarak kendimizi ve değer verdiğimiz şeyleri, soyut olan kavramlar dâhil, görsel olarak estetik biçim vermezsek ve tanıtımını yapmazsak yok olacağının, yok kabul edileceğinin farkındayız. Bu nedenle sosyal medyada “görünmeye” zorlayan bu çağa özgü bir gereksinim ile karşı karşıyayız. Kendisini 21. yüzyıla taşımak isteyen herkes bu çemberin içindedir. Bu çemberin dışında kalmak artık, değerleri muhafaza etme işlevini kaybetmiştir. Çünkü gerekli olan ve çöp bilginin birbirine karıştığı şu zamanda, her şey kendisini hedef kitlelerine devamlı tekrar tekrar tanıtmak zorundadır. Diziler, çizgi filmler, filmler, bilgisayar oyunları, artık çocuğuna masal okumanın, roman okumanın, hatta kişinin kendi hayatını yaşamasının yerini alacak kadar gündelik hayatımızın içindedir. Ekranlardan her şey estetik bir biçimde sunulmaktadır. Küfür etmek, insan öldürmek, silah taşımak, şiddet uygulamak, yani zorbalık yapmak yerli ya da yabancı dizi ve filmlerde en estetik biçimde sunulmaktadır. Katiller, zorbalar, kimyasal maddelerin içine düşüp kötü veya iyi süper kahramana dönüşen insanlar… Kimyasal maddenin içine düşerek, çok kötü birine, bir psikopata dönüşmüş olan Joker beyazperdede kim bilir kaçıncı defa canlandırılmıştır… Ve her seferinde,“Joker” sadece gençlerin değil, hepimizin ilgisini çeken bir seyirlik olmuştur. Kötülüğün estetiği, seyirciler olan bizleri öyle etkilemiştir ki, Gerçek Kötüler (Suicide Squad) filminin vizyondaki etkisinin oldukça yoğun olduğu aynı yıl, ülkemizin yanı başında, İdlib’te insanların üzerine kimyasal bomba atıldığını birçok insan fark etmemiştir bile. Bu olayda küçük çocuklar da dâhil olmak üzere insanların derilerinin eridiği bir olaya şahit olmuştuk. Gerçek hayatta kimyasal maddeler insanları Örümcek Adam’a ya da Joker’e dönüştürmüyor ne yazık ki. Yine gerçek hayatta madde bağımlısı insanlar, kısa bir süre içinde gerçekten perişan bir hayatla beraber, perişan bir görüntüye sahip olurlarken, dizi ve film endüstrisi her durumda olduğu gibi bu durumu da estetik bir şekilde göstermektedir. Böylece zorbaca davranmak, kendine ve başkalarına zarar vermek ekrandan özendirici tiplerle sunulmaktadır. Oyuncular için dahi kötü bir karakteri iyi bir performansla canlandırmak, iyi bir karakteri canlandırmaktan daha cazip hale gelen bir durumdur.
Kötülüğün veya gözetleme programlarıyla mahremiyetin dikkat çekici ve cezbedici şekilde sunulduğu bir ortamda, insanlık adına iyi olan değerleri (yalan söylememek, insan öldürmemek, kavga etmeden sorunları çözmek) bir sonraki kuşağa anlatmanın yollarının bulunması gerekmektedir. Bunu yapamadığımız müddetçe, yani iyiliği ve ahlaklı olmayı karizmatik bir şekle büründürüp özendirmediğimiz müddetçe, muhafaza etmemiz mümkün değildir. Gençlerimizi bize dair hikâyeleri, esprili, hikmetli, zekâ pırıltısı taşıyan senaryolarla, çizgi roman çizimleriyle üretmeye teşvik etmediğimiz müddetçe, evlerimizde, köylerimizde, gözetleme programlarıyla çocukların, kadınların, erkeklerin ve yaşlıların zihinleri birer röntgenciye dönüşmeye devam edecektir ne yazık ki.
İyi olan ne var?
Diyeceksiniz ki, iyi olan ne var? İyi olan, ümit vadeden hiçbir şey kalmadı ki… Evet, moral bozucu çok fazla olay var. Hepimiz toplumu ilgilendiren, moral bozucu olaylara karşı önlemler almalıyız. Kötülüğü görmezden gelmeden, iyiliğin sesini karizmatik yöntemler ve sunuşlarla, seyirlik ürünlere dönüştürerek meydan okumamız gerekir. Medya karşısında etkilenen değil de etkileyen konuma gelmek şarttır.
Bu dönemin umut vaad eden yayınlara ihtiyacı var. Bu yayınların zihinlerimize temiz nefes aldırması elzem. Küçük Prens gibi, Hay Bin Yakzan gibi, bu zamanın acı olaylarına çocuksu bir bakışla bakacak, belki de hayal gücüyle zaman ve mekândan koparacak, ama savaşların ve mültecilerin çok olduğu bir zamanda izleyenler ve okuyanlar için zihni varoluşa götürecek yayınların üretilmesi gerekmektedir. 21. yüzyıl gençlerinde böyle bir potansiyelin olduğuna ben inanıyorum. Yeter ki hayal güçlerini besleyelim ve iyi, doğru, güzel ve ahlaklı olan davranışları yaparak, göstererek öğretelim. Vesselam…
aaliyeozkul@gmail.com
Kaynakça
Armağan, M. (1999). Şehir Ey Şehir. İstanbul: Şule Yayınları.
Ocak, M. A. (2019). Aile ve İnternet. Ankara: T.C. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı.
Orwell, G. (2002). 1984. İstanbul: Yağmur Yayınları.
Ubicini, M. A. (1998). Osmanlıda Modernleşme Sancısı. İstanbul: Timaş.