Ali Mendillioğlu: Depo baskınlarının geri dönüşüm şirketlerinin kuruluşuna denk gelmesi manidar

İslam Özkan, Ali Mendillioğlu ile “Depo baskınlarının geri dönüşüm şirketlerinin kuruluşuna denk gelmesi manidar” başlıklı bir söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşiyi aşağıya alıntılıyoruz.

Ali Mendillioğlu: Depo baskınlarının geri dönüşüm şirketlerinin kuruluşuna denk gelmesi manidar

Ali Mendillioğlu, Türkiye’nin elli yıl öncesine nazaran şu an çok müreffeh olduğunun iddia edilmesine rağmen o dönemde olmayan geri dönüşüm işçilerinin şimdi neden bulunduğunu sorguluyor. Mendillioğlu’na göre meselenin kökten çözümü, insanların nitelikli atık bulmak için çöpleri karıştırmak zorunda kalmadığı eşitlikçi bir ekonomik düzenin kurulması.

Son bir aydır geri dönüşüm depolarına yapılan baskınlar Türkiye’nin önemli gündem maddelerinden biri. Geri dönüşüm işçilerini çarşılarda sokaklarda çöp karıştırırken görüyorduk ama bu atıkları nereye sattıklarını ve bu sektörün arka planında olan bitene ilişkin bilgimiz toplum olarak pek yoktu. Meselenin arka planını Geri Dönüşüm İşçileri Derneği Başkanı Ali Mendillioğlu ile konuştuk.

‘KAĞIT TOPLAYICALARI SADECE KAĞIT TOPLAMIYOR’

Kâğıt toplayıcıları aslında sadece kâğıt toplamıyorlar, para eden geri dönüştürülebilir atıklar. Bunları nereye satıyorlar? Yani hangi işlemlerden geçiyor, hangi şirketler alıyor bunları? Önce buradan bir girelim.

Öncelikle depolara satıyorlar kilo hesabı olarak. Tabii ki kâğıt, pet, plastik, hurda, her birinin ayrı ayrı değeri var, ayrı ayrı ya da karışık bir şekilde göz kararı depolara satılıyor. Depolarda ayrıştırıldıktan sonra bu mallar kendi niteliğine göre, presçilere satılıyor, pres aşamasına geldikten sonra da fabrikalara gidiyor.

Bunları alan şirketler irili-ufaklı şirketler mi?

Kâğıt son merhalede tabii ki prescilerden çıktıktan sonra az sayıdaki kağıt fabrikası tarafından satın alınıyor. Ama iş plastiğe gelince granül ve enjeksiyon gibi birçok işlemlerden geçiyor, genellikle merdiven altı binlerce alıcısı var, oradan keza öyle… ileriye doğru gidiyor.

Bu depolar kimlere ait?

Bu depoların büyük bir çoğunluğu çekçekçilikten başlayan, sonra işte metruk binalar, kent dışında görünmeyen yerlerde boş araziler, gecekondularda kurulmuş yerler. Çekçekçilerin çoğu burada yaşıyor, çoğu bekar ya da evli olsa bile aileleri İstanbul dışında, onlar burada kalıyorlar.

‘MUHTEMELEN MÜDAHALEYİ TEŞVİK EDEN ŞİRKETLERİ ÖĞRENEMEYECEĞİZ’

Peki hükümetin müdahalesinin arkasında sizce hangi şirketler var? Yani burada ne amaçlanıyor? Birkaç büyük şirketin bu işi yapması istendiği ifade ediliyor.

Öğrenemeyeceksiniz, biz de öğrenemedik henüz, biz de peşindeyiz. Kılıçdaroğlu da bu konuda söz verdi. Ama şunu biliyoruz: Sokakta ayrıştırma işi olmayacaksa, bu tesislerde ayrıştırma işinin yapılabilmesi için günlük 19 bin 500 ton çöpün büyük bir kısmının buralara gelmesi gerekiyor. Burada bizde bir muamma var, boşluk var, tesisler bunu yapabilir mi? Yani çöpün içerisinden optik okuyucularla otomatik ayrıştırma yapması lazım, bu kapasitede bir tesis yapılabilir mi, bunları bilmiyoruz. Bildiğimiz bir şey var, Anadolu ve Avrupa yakasında 2 büyük ayrıştırma tesisinin kurulma startının verildiği, ama hangi şirketler bunu yaptı bilmiyoruz.

Peki, o ayrıştırıcı atık işleme merkezlerinin devlet tarafından kurulma ihtimali var mı?

Devlet tarafından değil, yok hayır, gelen bilgiler özel sermaye olduğu yönünde

‘ÇÖP VE ATIK MESELESİ, BİR İŞ KOLU DEĞİL BİR YAŞAM TARZI’

Peki, şöyle bir şey olabilir mi mesela: Bu çekçekçileri -eğer öyle firmalar varsa, kâğıt toplayıcıları bu şirketler kendileri istihdam etse…

Mümkün değil. Yani çok az bir kısmı istihdam edilebilir ama, burada temel mantık hatası, atık işçilerinin bir sektörün çalışanıymış gibi anlaşılması. Atık meselesini bir iş kolu gibi değil bir yaşam alanı gibi tarif etmek daha doğru olur. Yani çöple farklı ilişki kurma biçimi olan farklı sosyal gruplar var, kimi 15 saat çalışıyor yerleşik yaşıyor, kimi mevsimlik tarım işçisi, boş zamanında gelip çalışıyor, kimi çingeneler, bunların büyük bir kısmı hediyelik eşya, giysi ve benzeri şeyi toplayıp bitpazarlarında satıyor, kimisi sokakta yaşayanlar, kimisi ek iş olarak yapanlar vb. çok geniş bir skalada. Çöpte kimse sana diploma, kimlik, adli sicil kâğıdı, etnik köken sormadığı için yapabilecek hiçbir şeyi kalmayan insanların hemen bir şekilde hayata tutunabildiği bir alan. Dolayısıyla böyle tarif edersen aslında bir sektörden ziyade bir yaşam alanından bahsetmiş oluyorsun.

İkincisi de, bugün alelacele Resmî Gazete’de yönetmelikle ilgili bir değişiklik bu sabah hemen yayınlandı, ilk okuduğumda anladığım şey şu oldu: Çevre Bakanlığı’nın vermiş olduğu ruhsatlar var bazı depolara, tehlikesiz atık toplama ruhsatları, bunların da devre dışı kaldığı, yani bunların da işlevsizleştiği anlaşılıyor.

‘KAĞIT İŞÇİLERİ ÇÖPLE HAŞIR NEŞİR OLDUĞU İÇİN TEDAVİ OLAMIYOR’

Anladım. Peki, bu insanlar kayıt dışı olduğu için başta sağlık sorunları olmak üzere birçok mağduriyet yaşıyorlar. Yani çöple haşır neşir olma ve bunu yaşam tarzına dönüştürme bir sürü sağlık sorununu beraberinde getirir. Bununla ilgili bir denetim var mı ya da neler yapılabilir? Yaşanan sağlık sorunları ve Covid-19’la ilgili sorunları öncelikle neler?

Bununla ilgili özel bir çalışma yok. Covid döneminde her gün sokakta olunmasına, toplu yaşanmasına rağmen neredeyse Covid vakasına rastlanmadı, böyle bir realitesi var. Ama diğer taraftan şimdi doğal olarak eklem rahatsızlıkları yaygın, bu çok anlaşılabilir, yük taşıma, eğilme, kalkma ve benzeri gibi şeyler var. Mesela bu kot taşlama işçilerinde rastlanan bir hastalık vardı ya, silikozis. Böyle özel bir araştırma yapılsa çöple hemhal olmaktan kaynaklı özel bir hastalık, enfeksiyonel bir rahatsızlık bulunabilir ama, aynı zamanda da sürekli mikroplarla ve çöple ilişki biçimi bünyeyi dayanaklı kılıyor. Tuhaf bir şey söyleyeceğim ama, hastalık çok az, enfeksiyonel hastalıklar falan çok az rastlanan hastalıklar, genellikle eklem hastalıkları daha yaygın. Daha önce Ankara’da bir çalışma yapmıştık, özellikle kadınlarda rahim yolu hastalıklarına rastlanıyor erkeklerden ziyade.

Bu insanlar peki nasıl tedavi oluyorlar?

Olamıyorlar.

Ali Mendillioğlu (Fotoğraf: Sabancı Vakfı)

 

 

‘ÇÖZÜM, İNSANLARIN ONURLUCA YAŞAYACAKLARI BİR SİSTEMİ KURMAKTAN GEÇİYOR’

Peki, atık toplayıcıları sence ne olmalı, ideal çözüm nedir?

Şimdi bak şöyle düşün: Türkiye’deki yönetmelik 2004 yılında devreye girdi, AB ile uyum yasaları çerçevesinde. Biz o zamandan beri şunu söylüyoruz: Diyoruz ki, Avrupa’nın hiçbir ülkesinde yüzbinlerce insan çöpten geçinmiyor, bu standartları yakalamaya çalışıyorsun ama, böyle bir realiteyi niye göz ardı ediyorsun? Şunu da sık sık dile getirdik: Eğer böyle bir realite varsa, sen illa yurt dışından bir deneyim edinmek istiyorsan bırak Avrupa’yı da, çünkü orada böyle bir realite yok, Hindistan’a, Mısır’a, ne bileyim Kolombiya’ya bak, oralarda böyle bir realite var.

Şimdi ne olması gerekiyor diye soruyorsun, ne olması gerektiği çok açık ama, şöyle bir durum da var ortada: İktidar ya da sistem bir tercihte bulunmuş uzun yıllar boyunca, bu tercih yoksulların artık nüfus gibi gözükmesidir. Biraz önce yaşam alanı dedik ya, aslında artık nüfus fazla bir nüfus gibi gözüküyor ve dolayısıyla bunlar zaten gözden çıkarılmış. Bir tercih yapmışlar, dolayısıyla tercih yapmış bir siyasal iktidara “ya gelin buna aklıselim bir şekilde çözüm üretelim” diyemiyorsun, duymazlıktan gelir. Yani bu anlamda da söylediğimiz her şey boşa düşüyor, önerdiğimiz bütün çözüm önerileri de boşa düşmüş oluyor. Çözüm, insanların çöp kutularını karıştırmak zorunda olmadığı bir sistem kurmaktan geçiyor.

‘TAM DA İKİ ATIK ŞİRKETİ KURULDUĞU SÜREÇTE GERİ DÖNÜŞÜM İŞÇİLERİNE SALDIRILAR BAŞLADI’

Peki, zamanlamaya ne diyorsun? İktidar neden yıllarca bekledi müdahale etmedi de şimdi müdahale ediyor?..

Bunu sürekli tartışıyoruz zaten. Şimdi bakın, 2004 yılında yönetmelik çıktı demiştim, bu yönetmelik 18. defa değişti bu sabah itibarıyla ve yılda bir defa yönetmelik değiştiriyor, kendileri de ne yaptıklarını bilmiyorlar, bir türlü bir sistem oturtamıyorlar.

Dolayısıyla, niye şimdi oldu meselesine gelecek olursak, Çevre Bakanı Murat Kurum bugün yaptığı açıklamada şunu diyor: Sıfır atık sistemiyle, sistemden kaynaklı olarak Sayın Emine Erdoğan Hanımefendiyle bu işin ilişkilendirilmesinin art niyetli olduğunu söylüyor. Sıfır atık projesi dediği şeyi 2017’de başlamış gibi gösteriyor. Hayır, 2004 yılında entegre atık sistemiyle başladınız, 2017’de adını değiştirdiniz sadece sıfır atık projesi diyerek. Ve bunun Türkiye’nin en çevreci hareket olduğunu söylerken bunun da Emine Erdoğan himayesinde olduğunu söylüyor. Emine Erdoğan bu işin görünür yüzü, bir vizyon.

Ama diğer taraftan ‘niye şimdi’ diye soracak olursak, ben de başında söylediğim şeyi söyleyeceğim, niye bu iki şirket, büyük ayrıştırma şirketi kurulduğu dönemde bu saldırılar başladı diye sormak lazım.

Murat Kurum gene şunu söylüyor: “Bunlar rutin uygulamalardır.” Biz hayatımızda böyle bir rutin uygulama görmedik ve dünyanın hiçbir yerinde bir rutin uygulamada gecenin 3’ünde bin polis, onlarca iş makinesiyle baskın yapmaz. Bu rutin uygulama falan değil. 2004’te yönetmelik çıktı, nasıl bir rutin ki son 2 aydır böyle tuhaflaştı bu rutin; bunu da düşünmek gerekir diye belirteyim.

BAZI ÜRÜNLERİN AMBALAJI, İÇERİĞİNDEN DAHA DEĞERLİ

Peki, 2000’li yılların ortalarından ya da baştan itibaren bu işin artmasının sebebi ne? Neoliberal ekonomik modele geçişle mi ilgisi var?

Yönetmeliğin adı ambalaj atıkları kontrolü yönetmeliği. Yani aslında bizim toplayıcı arkadaşlarımız ambalaj atığı topluyor. Ambalaj atığı dediğin şey ne zaman hayatımıza girdi? Bu atıklarda inanılmaz bir çeşitlilik var. Alüminyumdan pet plastiğe kadar çok çeşitli ürünler ambalajda kullanılmaya başlandı. Bunun nedeni çok açık. Örneğin su, örneğin gazlı içecekler ve benzeri gibi şeylerin ambalajı içindeki üründen daha pahalı. Bunun bir tüketim stratejisi olduğu aşikâr, zaten ambalajı satın alıyor, insanlar imajı satın alıyorlar ve dolayısıyla ambalajlar sürekli çeşitleniyor ve değerleniyor. Dolayısıyla ambalaj çeşitlendiği, değerlendiği oranda, evde gündelik hayatta kullanıldığı oranda bunun bir piyasası oluşuyor, çünkü pahalı bir şey. Buradan mesela şeye dönelim, şimdi 1960’lı yıllarda 1-2 gazete vardı.

Tan Gazetesi ve Sayfam, bir iki tane günlük gazete var ve bunun saman kâğıdı kırpıkları çıkıyor ve kimse toplamıyor bunu. 3-5 tane evsizin yaptığı bir iş, ekonomik bir değeri yok. Ama 70’li yıllarda mesela kentleşme başladığında ve kentleşmeyle birlikte orta üst sınıfların yerleştiği mahalleler, alanlar oluşuyor, buradan nitelikli çöp çıkıyor. 1970’li yıllarda kâğıt toplayacak işçi bulamıyorlar. Bugün toplayıcıların birçoğu Aksaraylı, Niğdelidir. Gidip köylerden Aksaray’ın işte Keçibor ve benzeri köyünden getirip insanları bu işi yaptırıyorlar. Bu örnek şundan dolayı veriliyor: Türkiye 50 yıl önce sokakta çöpleri karıştıracak insan bulamayan bir ülkeydi, bugün yüz binlerce insan var, bugün o dünyanın 19’uncu büyük ekonomisiyiz, o zaman 50 yıl öncesiydi.

90’larda bir patlama oldu sayısal olarak. Neyle ilişkili? Kürt göçüyle ilişkili. 2000’li yıllarda yurt dışından gelen -özellikle Afgan göçüyle, 2010’lu yıllarda Suriyeli göçüyle burada sayı durmadan artıyor, yani hem ekonomik kriz var hem iç savaş var, sayıyı tetikliyor. Yani bu ekonomik sistem devam ettiği sürece, kriz devam ettiği sürece durmadan sayı artıyor. Sen şimdi hepsini tespit etsen, hepsine iş versen bir sene sonra bir bu kadar insan daha çöpe düşecek.

Bir de kağıt toplama işçileri medyanın şehir eşkıyası demesi hakkında ne düşünüyor?

Çok öfkeliler, çok rencide olmuş vaziyetteler. Biz şunu beklemiyorduk açıkçası. Şimdi çok meşru bir yerde duruyoruz, insanlara şunu diyorsunuz: “İşte haksız kazanç elde ediyor.” Ya bir toplayıcıya bunu söylemek kadar ağır bir vicdansızlık yok. Sabahtan akşama kadar çöpleri karıştıran bir insana önce haksız kazanç elde ediyor diyorsunuz, sonra gelip iş makineleriyle, binlerce polisle, biriktirdiği malları almaya kalkıyorsun o insanların canını yakıyorsunuz. Polis çok kötü davranıyor, depolara geldiğinde gerçekten çok tahrik edici bir şekilde davranıyor. Yani sanki bir suç aleti bulmak için bir ihbar almış gibi.

İlave etmek istediğin ek bir şey var mı?

Ben şunu eklemek istiyorum: Bugüne kadar hep valilik açıklama yaptı, biz de hep şunu söyledik: Bu sorunun muhatabı valilik değil. Mevzuat gereği ve siyaseten muhatap belediyeler ve Çevre Bakanlığı’dır. Sustular sustular en sonunda Çevre Bakanlığı açıklama yaptı. CHP açıklama yaptı ‘biz bu işe dahil değiliz, onaylamıyoruz’ diyerek.. Şimdi AK Partili yerel yönetimlerden de bir açıklama bekliyoruz. Yanımızdalar mı? Yani yoksullara yönelik bu müdahaleyi doğru buluyorlar mı, bulmuyorlar mı? Bunu açıklasınlar. Valilik açıklama yaptı, her açıklamasının sonunda şunu söyledi: “Halkımızın, emniyet görevlilerinin, muhtarların desteklerinden dolayı teşekkür ediyoruz.” Böyle iç savaş konsepti gibi, hepsini birden arkasına almış gibi konuşuyor ama halkımızın valiliğin bu uygulamalarına destek verdiği falan yok, burada yoksullar var, belki kağıtçılar yoksulluğun en görünür hali. Ama diğer taraftan halkımız da kağıtçılar gibi yoksul. Dolayısıyla, yoksullar size destek vermiyor, bize destek veriyor ve bunu da çok yakında göreceklerini düşünüyoruz, kamuoyu desteğinin arkamızda olduğunu biliyoruz.

Ali Mendillioğlu kimdir?

Geri Dönüşüm İşçileri Derneği Başkanı olan Ali Mendillioğlu aynı zamanda CHP’nin Beyoğlu Belediyesi meclis üyesidir. Mendillioğlu bir süre de Ankara Genel Merkez’de İHD üyeliği de yapmıştır.

 

Kaynak Farklı Bakış