Bilebildiğimiz kadarıyla, işin uzmanı tarafından, müellifince kaleme almış olunan birkaç ilmi eser dışında, ilmi eserlerin, kritik edildiği pek bir eser, hele ki tefsir çalışması hiç bulunmamaktadır.
Bununla birlikte, ilgilisi tarafından, müellifinin kaleme almış olduğu tefsir ağırlıklı çalışmalar sadedinde Süleyman Ateş’e ait “Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri” adlı eseri, çoğunlukla, onu okumayan, ama muhakkak ki birilerinin tesirinde kalan epey insan tarafından, çoğu da zanna dayalı bir şekilde eleştiriye tabi tutulmuştu.
Öyle ki, içeriğinde büyük oranda mistik ögeler bulunan birçok eser dahi, Süleyman Ateş hocanın eseri kadar sigaya çekilmemişti. Sanırsınız ki, hemen herkes Süleyman Ateş uzmanı olup çıkmıştı!
Elbette, insan oluşundan dolayı Süleyman Ateş’in de, “görüşleri itibarıyla” eleştirilecek, hatta objektif kalarak söylersek birçok eleştiriyi hak edecek yönleri vardı.
Din konusu, taraflar açısından goygoyculuk bağlamında popülizme alet edilerek –hem de müntesiplerince- tartışma konusu yapılabilir miydi? Din olgusu üzerinden, birtakım hissiyatlara cevaz vermek açısından polemik konusu yapılabilir miydi?
Aslında hayır, ama bu iş son zamanlarda polemikçiliğe alet edilmekte ve düz bir mantıkla –gelenekçiler ve modernistlerce- neredeyse, dinin aslındanmış ve elzemmiş gibi telakki edilmektedir.
Bu konunun “uzmanının”, ölümüne yakın bir dönemde deist olduğunu belirten Yaşar Nuri Öztürk ve avenesi olduğunu söyleyebiliriz. Demek ki, dini, bir maddi kazanç ve polemik kapısı yapanların, ahir ömürlerinin de pek iyi gitmediği söylenebilirdi.
Demek ki, her konu polemikçilikle ele alınabilirdi, ama din asla… Zira ona ters bir yaklaşım insanın felaha erdirmeyecekti oysa.
Dinin, içerdikleri açısından “ilgilisince” polemik konusu yapılması artık, adettenmiş gibi kanıksandığı bir evreye girmiş bulunduğumuzu, maalesef söylemek zorundayız. Hani denir ya; “ağacın kurdu, ağaçtandır” diye…
Bu tür bir manzaranın dışında, farklı eleştiri şekilleri de, az da olsa kendin yer bulmaktadır.
Bunlardan birisi, Dr. Abdurrahman Kızılşeker tarafından kalem alınmış bunan ve Ali Bulaç’ın serdettiği düşüncelere yönelik “Yaklaşık Usûl Modernist Anlayışlar Arasında- Kur’ân Dersleri” Tefsiri” adlı çalışma idi.
“Kur’ân Dersleri” adlı çalışma Ali Bulaç’un, bir sosyolog ve ilahiyatçı kimliğiyle tüm okumalarından ve bilgi birikiminden istifade ederek kaleme aldığı on yıllık bir emeğin ürünü olan yedi ciltlik tefsiridir. Tefsirini okuduğumuzda özelikle onun, modern dönemdeki farklı konulara bigâne kalmadığına şahit olmaktayız. O Kur’an’ın tarihsel olmadığına, manasının ve lafzının Allah’a ait olduğuna; Kur’an ve bilim arasındaki ilişkinin kapsam ve sınırlılığına; neshin Kur’an’da olup olmadığına dair konulara “kendi fikir dünyasından”(Bold karakter bize ait) cevaplar bulmaya çalışmıştır..” (1) Kızılşeker ayrıca, Ali Bulaç’ın tefsirinde ve dine ait bir, iki eserine, bunlara bağlı olarak, onun tevhidin politik yorumuna geniş yer verdiğini de belirtmektedir.
Yukarıda, birçok ilahiyatı ve “ilgili” kişinin,çoğu kez popülizmin etkisiyle dini bir polemik konusu yaptığını ve halende yapıldığını belirtmiştik.
Farklı yaklaşım tarzı ve usule sahip olması ile birlikte, dini polemik konusu yapmadan, onu anlamaya çalışarak ona yaklaşan ender insanlardan birisi hiç kuşkusuz Ali Bulaç’tı.
Zaten bu farkından dolayı Ali Bulaç’ı gerek salt kıyasıya eleştirmek ve gerekse de onun yaklaşımlarına makul eleştiri sunmak zor olsa gerek. Hele bir de ona “Yerleşik Usûl ve Modernist Anlayışlar Arasında” bir yer tayin etmeye niyetlendiğinizde, onunla ilgili olarak çok sağlam argümalara sahip olmanız,onu derinlemesine incelemeniz gerekecekti.
Dr. Kızılşeker’in, okuduğumuz ve anlamaya çalıştığımız haliyle, Ali Bulaç’ın düşünceleri üzerinde büyük bir vukufiyetinin olduğunu görmekteyiz. Dahası, o iyi bir performans ve çaba içerisinde olduğunu eseri ile gösterme kararlığını orta yere koymaya azami gayret göstermektedir.
Kızılşeker şöyle söylemektedir; “Ali Bulaç’ın Kur’ân Dersleri” adlı tefsiri günümüzde yazılmış önemli çalışmalardan biridir.Onun bu tefsirini ele aldığımızda yerleşik (klasik) usule daha çok bağlılık gösterdiğini fakat yer yer modernist yaklaşımlara meyli olduğuna hatta sınırlı sayıda sayılabilecek meselelerde onlarla aynı düşündüğüne tanık olmaktayız.” (2)
Konunun devamında ise, “Hiç şüphe yok ki bu tefsir için söylersek yerleşik usûl ile modernist bakış açısı, olaylara farklı perspektiften bakmayı öngören iki yaklaşım şeklidirler. Biri İslam düşünce tarihi boyunca şimdiye dek genel kabul gören açıklamaları esas alırken diğeri ise daha çok çağdaş akla göre şekil almayı tercih etmektedir. Doğrusu günümüzde geleneksel yaklaşım yerilirken modernist izahlar daha çok ön plana çıkmakta ya da çıkarılmaktadır.” (3)
Kızılşeker, burada bir genelleme yapmaktadır. O da, -art niyeti olmadan- hiçbir müfessirin ve İslami bilgiye vakıf hiçbir insanın, durup dururken ve bağlamını koparma niyetinde olmak adına İslam hukuku dediğimiz ve kendini esasa bağlı kalarak değiştirip geliştiren bir formu ıskalamasının düşünülemeyecek olması isi.
Kaldı ki, İslam hukuku dinamik kaldığı sürece Müslüman’ı, klasik ya da modern Batılı formlara muhtaç etmemiş, aksine kendini, yukarıda belirmeye çalıştığımız üzere sürekli yenileyerek yol almıştır.
Ama bu olumlu durum, belki de sömürgeler çağı öncesi dönemle alakalı olup; gerek medresede eski ihtişamından eser kalmaması; kendini her açıdan yenileyememesi; ilmî makamların, artık bir müddet sonra para ile el değiştirmesi, bunun sonucu olarak toplumsal yozlaşmanın ilmiye sınıfından hareketle tüm toplumu ve devleti sarmasının doğal bir sonucu olarak Batı sömürgeciliği ile şu ya da bu şekilde imtihan olmak, belli bir paradigma değişimine sebep olmuştu,
Zira bilinen bu gerçek, haliyle faturasını; hukuk, İslam fıkhı üzerinde kendini belli kılmıştı. Bir de Osmanlı bağlamında; Tanzimat gibi artık bir yerden sonra dönülmesi, değiştirilmesi pek mümkün görünmeyen paradigmal değişimler, var olan faturayı daha da kabarıklaştırmış oldu.
Eğer bu konuda yalpalanmalar söz konusu ise, bunu bir tek sebeple izah etmek eskisinden daha güçtü. Zira o da yerleşik usûlün artık ne kadar faydalı olduğu, olacağı ve modernist usûlün ne oranda aşılacağı mes’elesi idi.
Kızılşeker çalışmasını gayet vurucu bir başlıkla perçinlemişti; “Yerleşik Usûl ve Modernist Anlayışlar Arasında”
Müellif, bu çarpıcı vurgu ile konu bağlamında söylenmesi gerektiğini, kendi bakış açısıyla “neyin” “yerleşik” ve “neyin”demodenist anlayışlar olduğunu; Ali Bulaç’ın bugüne dek yayınlanmış bulunan; Kur’an-ı Kerim ve Türkçe anlamı-Meal Sözlük; Kur’an ve Sünnet Üzerine; Kur’an Dersleri; Medine Sözleşmesi ve bir de “Mekasidü’ş-şeria Bağlamında Kadının Şahitlik Konusu”nun yayımlandığı İslami Araştırmalar Dergisi’nin 5.cilt, sayı 4’teki makalesinden hareketle dile getirmektedir.
Eser, bir önsöz, Ali Bulaç’ın Kur’an’la alakalı çalışmalarını içeren “Giriş” ve ilki “Bulaç’ın Kur’an tasavvuru, diğeri ise, “Akâid, Kadın, ceza ve Uluslararası İlişkilerle Alakalı Bazı Ayetlerin Tefsiri” başlıklı ana maddenin alt başlıklarının oluşturduğu “ana” bölümler ile bir adet “Sonuç, Özet ve “Kaynakça”dan oluşmaktadır.
Dr. Kızılşeker, Ali Bulaç’ın mealler ile ilgili olarak şu üç tespiti öne çıkarmaktadır: “1-Meallerden hukuk anlamında kesin ve nihai hüküm çıkarılamaz; 2-Yapılmış meallerle ibadet edilemez; 3-Meallere Allah’ın hitabının bizzat kendisi olarak bakılamaz”(4)
Kızılşeker, Ali Bulaç’ın, meallerle ilgili olarak yukarıda saydığımız ve onunla bir istismarın önünü kapattığını düşündüğümüz olup maddelere ilaveten; “Buna rağmen Bulaç, mealin yararsız olmadığını, önemli hatta hayati bazı fonksiyonlarını maddeler şeklinde sıralar. Bu sebeple kendisi üç sene süren bir gayretin ardından söz konusu edilen meal çalışmasını… müfessirlerin eserlerini baz alarak… Tamamlamıştır.” (5)
Bu müfessirleri şu şekilde sıralayabiliriz; “Elmalı Hamdi Yazır, İbn Abbas, Kurtubî, Beydâvî, Nesefî, İbn Kesir, Celâleyn, Seyyid Kutub; Ali Rıza Sağman, Celal Yıldırım, Süleyman Ateş; sözlükte Ragıp El-İsfehani, H. Muhammed Mahlufve MuhammedFuâd Abdülbâki…
Ali Bulaç’ın, tefsirine de kaynaklık teşkil eden meal çalışması için değerlendirdiği meal, tefsir ve sözlüler/(lügat) haliyle onun “Kur’an Dersleri” adlı yedi ciltlik tefsirini de muhatabı açısından bir hayli önemli kılmakta idi. Ki, bugüne dek Türkiye’de yapılan birçok tefsir çalışması kaynak konusunda, en az Ali Bulaç’ın tefsiri kadar kaynağa dayanılarak yapılmış olsa da, bir kısmı –Süleyman Ateş tefsiri dışında- muhatabı tarafından pek dikkate alınmamış ve ona yönelik olarak, “Yerleşik Usûl ve Modernist Anlayışlar Arasında” bir tanımlamaya konu edinilmemişti.
Biz, bu tanımlamaya bakarak, Ali Bulaç’ın tefsirine pek bir önem verip diğer tefsirleri yasal “yerleşik” ya da salt “modernist” bağlamda değerlendirmesek de, onların bir kısmının, gelenekçiliği ön plana aldığı için ciddi bir kritiğe uğramadığını, bir kısmının da “rijit” görüşleri dahi olsa, gözden ırak bir şekilde akademi alanında kaldığından dolayı, pek de eleştiri konusu yapılmadığın çok rahatlıkla söyleyebilirdik.
Hatta bazı fikirlerin, konu bağlamında ve tefsir kalıbı dışında, salt bir düşünce kitabı formatında yayınlanmış olması, onu bir nevi yerleşik tefsir kalıbı dışında tuttuğundan olsa gerek, hiçbir oltaya takılmamıştı diyebiliriz…
İsim yapmış birkaç müfessir dışında; ilgilisince ilahiyatçı sayılıp buna rağmen ona müfessirlik unvanı verilmesini pek de önemsenmeyen insanlar dışında; Ali Bulaç hiçbir mezhepçi argümana sığınmadan, Kavmi anlamda İslami Kimliğin yerine Batıcı bir proje olarak dayatılan Türk ulusallığını ve konu ile ilgili “resmî ve sivil” yaklaşımları reddettiğinden olsa gerek, önemli bir aydın grubu tarafından ötekileştirilmiş bulunmaktadır. Bunlardan dolayı Ali Bulaç ile aynı kara içerisinde görünmekte ister istemez bazı riskleride barındırmaktadır. Ama Tabii ki, Ali Bulaç’a yönelik, onu yok sayma ve görmeme politikası, onun değerini düşürmezdi. Ki bundan dolayı Ali Bulaç’ı ister maksattan uzak, ister maksat içre, onun düşüncelerinden hareketle onu eleştirmek, eleştirebilmek de önemli idi.
Dr.Kızılşeker’de salt bunu yapmıştı.
***
Biz dönelim Dr. Kızılşeker’in bazı görüş ve eleştirilerine…
Bulaç’ın Kur’an Tasavvuru…
Dr. Kızılşeker, Ali Bulaç’ın Kur’an tasavvuruna temas buyururken, birbiriyle bağlandığı birçok konuyu sıralarken, Bulaç’ın, nasih-mensuh olayına nasıl baktığına da atıf yapmaktadır;“Bulaç, Kur’ân ve sünneti Müslümanların maddi ve ruhi faaliyet alanlarını her zaman etkileyen faktörler olarak görmektedir. Bu iki kaynak İslami ilimlerin gelişmesine imkân tanımaktadır… Bulaç’ın Kur’an tasavvurunu yansıtacağına inandığımız vahyi idrak ederken, başvurulması gereken usûlün nasıl olmaması gerektiği, ayetleri tefsir ve te’viletmenin mümkün olup olmadığı günümüzde dillendirilen Kur’ân’ın tarihselliği iddialarınınimkânı, bilimin ayetleri açıklamadaki yeri, Kur’ân’ın bütünselliği içinde nasih ve mensuh ayetlerin olup olmadığı konularını onun bakış açısıyla sırasıyla tefsir’den ve diğer eserlerinden hareketle faydalı olacaktır.” (6)
Bizce, Türkiye’de yanlış temel üzerine bina edilmiş bulunan, ama tarzı polemikçiliği aşamayan, açamadığı içinde, kendi derini dahi Müslüman muhayyileye aktaramayan tarihselcilerle ilgili yaklaşımında ön planda bulunan Ali Bulaç’ın konuya yaklaşımı ile ilgili olarak Dr. Kızılşeker, şu tespiti yapmaktadır; “Kur’an’ın tarihsel olduğuna dair adeta son zamanlara ait bir düşüncedir. Bu düşüncenin alt yapısında Kur’an’ın hükümlerini, beşeri hukuka uyarlama olduğunu tahmin emekteyiz. Böylece gerilimli olduğuna inanılan hükümleri ortan kaldırmak daha kolay hale gelmektedir. Bulaç bu nedenle Kur’an’ın tarihsel olduğu iddialarını reddetmekte.” (7)
Haliyle tarihselcilerin “Kur’an’ın manasının Allah’a, lafzının da peygambere ait olduğu” savı geçerliği kendiliğinden yıkılmaktadır. Niye yıkılmasın ki sadece tebliğine Cebrail aracılığıyla memur kılınan bir peygamber, o haliyle Kur’an üzerinden Allah’a ortak mı oluyordu?
Dr. Kızılşeker’e göre Ali Bulaç’ın nasih ve mensuh’a bakışı…
Dr. Kızılşeker; “Bulaç, bu konu üzerinde farklı ayetler bağlamında durmuştur. Öncelikle belirtelim ki o, Kur’ân’da ebediyen gerçekleştiği konusuna hiç olumlu bakmamıştır.يَمْحُوااللّٰهُمَايَشَٓاءُوَيُثْبِتُۚوَعِنْدَهُٓاُمُّالْكِتَابِ ﴿٣٩ “”Allah dilediğini siler. Dilediğini de yerinde bırakır, ana kitap onun katındadır.”Ayeti bağlamında konuya dair fikirlerini belirgin hale getirmektedir.” … “Yani Bulaç, tarihi süreç içinde yeni gönderilen bir kitabın önceki kitabın hükmünü kaldırmasının olağan olduğunu, Kur’ân’ın son kitap olması sebebiyle onun hükmünü kaldıracak bir durumun olmadığını ifade etmeye çalışmaktadır.” (8)
Zaten Ali Bulaç, “Kur’a-ı Kerim ve Türkçe Anlamı” adlı meal çalışmasında, konu gereği Ra’d suresi 39. Ayetini belirttiği halde, o meal çalışmasının “Sözlük” bölümünde nasih ve mensuh konusuna bir paragraflık dahi yer vermediğinden, Bulaç’ın Kur’an’da nesh konusunun olmadığını çok açık bir şekilde belirtmektedir.
Bulaç, yukarıda da belirtildiği üzere Bulaç, tarihi süreç içinde yeni gönderilen bir kitabın önceki kitabın hükmünü kaldırmasının olağan olduğunu, Kur’ân’ın son kitap olması sebebiyle onun hükmünü kaldıracak bir durumun olmadığını ifade etmekteydi.
Allahuâlem, bizce de, doğrusuda budur.
Şefaat konusu…
Müslümanları ilgi alanına alan, ya tamamen reddedilmesine, ya tamamen kabul edilmesine, ya da onu bazı şartlara bağlı kılarak kabul edilip değerlendirilen şefaat konusunda, Dr. Kızılşeker, konuyu Bulaç’a getirip şu ifadeleri kullanmaktadır;“Bulaç…Şefaat edene ve edilene Allah’ın izin vereceğini, dünyada Allah’tan bağımsız bir takım şahısların –velilerin, şeyhlerin- günahkârlara şefaatçi olabileceği, Allah’ın şefaatini kabul edeceği kişinin, günahları sileceği düşüncesinin batıl olduğunu belirtmeye çalışmaktadır; yani, şefaât eden, Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimselere şefaât (dua) edecektir. (9)
Burada, şefaât denilen şey, yukarıdaki paragrafta “dua” olarak değerlendirilecekse, “Dua mü’minin silahıdır” düsturunca, Müslümanların, yaşadıkları süre içerisinde, sünnet gereği, birbirlerinin iyiliğini, hayrını Allah’tan istemek ve talep ermek ise, böyle bir şey hayırlı bir amel olarak kabul görürdü.
Diğer türlüsü ise, bazı kişiler adına, Allah’ın murat etmediği bir oranda rol biçmek, ona ilahi paye vermek olurdu. Bununda yanlış olduğu aklen ve ilmen pek mümkün olmasa gerek. Ha birde, kişinin yaşadığı dünya hayatında, yaşamına tanklık ettiği bir Müslüman hakkında Rabbine, onun adına müsbet tanıklı yapmak da bu kategoride değerlendirilebilirdi.
Kitapta Ali Bulaç’ın kader ile ilgi yaklaşımına dair görüşlerde yer almış bulunmaktadır.
Hz. İsa’nın ref’i ile nüzulü…
Dr. Kızlşeker, Ali Bulaç’a yönelik olarak, onun yönetiminin bir parçasının modernist yaklaşım olduğundan hareketle, Hz. İsa’nın ref’i hususunda, modernistlerin görüşüne itibar ettiğini belirtir.
Hz. İsa’nın Allah tarafından “vefat ettirilmesi” olayının, uzun asırladır kabul görmesine rağmen, onun kıyamete doğru gökten ineceğine dair, baskın ve baskın olduğu kadarda kabul görmüş klasik bir görüş var.
Bir de modern zamanlarda, maksatlı, ya da maksatsız olarak, gerek modern saiklerle, gerekse de konulara dair hakikatlerin bilinebileceği oranda bilinmesine yönelik kaziyeler dünden bugüne devam edip gelmiştir. Hz. İsa olayı da bu minvalde değerlendirilebilir.
Yukarıda da belirtmeye çalıştığımız üzere, Ali Bulaç’ın konu gereği “modernistlerin görüşüne itibar etiğinden” onun Hz.İsa’ın ref’i mes’elesinde modernist/(Yenilikçi,hatta inanç açısından yenilikçi) olduğu var sayılıyor.
Dr. Kızılşeker, “Bulaç’ın anlayışına göre Hz. İsa’nın gelişi hakkında apaçık bir ayet yoktur. Konuyla ilgili apaçık bilgi veren hadisler ise haber-i vahittirler. Dolayısıyla Hz. İsa’nınnüzulüne inanmak da inanmamak da mümkündür.”(10)
Ali Bulaç, “vefat ettirilme” hadisesinden hareketle; “(yükselme) bedenle olabileceği gibi sadece ruh ile de olabilir. Onu vefat ettirmenin de dünya hayatına son vermek anlamına gelebileceğinin düşünebiliriz.”(11)
Dr. Kızılşeker, kitabının “özet” bölümünde, yukarıdaki konuya dair, bir nevi son sözünü dile getirmiş gibidir; “Sonra Bulaç’ın, Hz. İsa’nın ref’ine ve nüzulüne ilişkin yakın asırlara kadar tartışma konusu dahi yapılmamış meselede olumsuz bir tavra sahip olması konjonktüre göre hareket ettiğini ve tevatür derecesinde var olan sahih hadisleri önemsemediklerini göstermektedir.” (12)
Dr. Kızılşeker, kitabında, irtidat, zina ve hırsızlık cezası gibi bilinen cezalarla ilgili klasik/(yerleşik) görüşleri serdetmesinin yanında, kadın konusunun farklı çehrelerini de önemli oranda ele almaktadır.
“Kur’anda var olan cezalar”
Ali Bulaç “Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı” adlı meal çalışmamsının sözlük bölümünde irtidat’a şöyle tanım vermektedir; “Geri dönme, vaz geçme, Terim olarak, kişinin İslam’a girdikten sonra küfre dönmesi, tevhidi bırakması. Düşmanlardan korkup kaçma. Alçalma, düşüş, çöküş, tereddüt, gerileme, rücu.” (13)“Modernleşme süreci, beraberinde ilahiyat araştırmacılarından bazılarının özellikle hukukla ilgili nasslara, geleneğinkinden farklı bir şekilde yaklaşmalarına zemin hazırlamıştır. İslam’ın yüzyıldan fazladır hükmünün olmadığı böyle bir zamanda getirdiği ceza kanunlarının tartışmak da doğrusu ayrı bir sonundur… Bulaç’ı modernistler arasında göstermek her ne kadar insafsızca ise de onlardan hiç etkilenmediğini ve bunu tefsirine yansıtmadığını söylemek de adilane olmayacaktır”. (14)
Dr. Kızılşeker, bundan hareketle İrtidat cezası, Zina cezası ve Hırsızlığın cezası ile ilgili görüşlerini dile getirmektedir.
“Çağdaş telakkiler, İslam’ı terk edip başka din ve ideolojiyi benimseyenler için getirilen mürtedin öldürülmesi hükmünü ağır ve inanç/fikir özgürlüğüne aykırı bulmaları sebebiyle nassları zorlama yorumlarla devre dışı bırakma peşindedirler.”(15)
Ali Bulaç, haklı olarak, irtidat eden kişinin öldürülemeyeceği, ölümün ancak irtidat eden kişinin “ancak meşru kamu otoritesini ortadan kaldırmayı hedefleyen silahlı kalkışma” söz konusu olursa, mümkün olduğunu vurgulamaktadır. (16)
TDV İslam Ansiklopedisi’nde irtidat konusu ile ilgili olarak şu ifadeler yer almaktadır; “Kur’ân-ı Kerîm’de, iman ettikten sonra küfre girenlerin doğru yoldan sapmış oldukları, yaptıkları amellerin dünya ve âhirette geçersiz sayılacağı, dünyada ve âhirette elem verici bir azaba çarptırılacakları ve Allah’ın gazabını üzerlerine çekecekleri ifade edilir; ancak irtidadın dünyadaki cezaî müeyyidesinin ne olduğu belirtilmez (el-Bakara 2/108, 217; Âl-i İmrân 3/86-91…”(17)
Hatta, aynı makalede geçen şu ifadeler, aslında irtidat suçunun, salt dinle ilgili olmayıp, eşkıyalık yapanlara yönelik bir karşılık olduğu söz konusu edilir.O da;“İrtidat adam öldürme ve silâhlı gasp fiillerini işleyen Ureyne kabilesinden bir grup hakkında nâzil olduğu rivayet edilen (Müslim, “Ḳaṣâme”, 9) ve ağır cezalar öngören âyetler ise (el-Mâide: 5/33-34) esasen eşkıyalık suç ve cezasını konu edinir” (18)
Ama hukukun adeta allem, kalem edilip salt dini argümanlardan hareketle mevcut iktidar(lar)ın çıkarı uğruna çarpıtılarak kendi resmi uleması sayesinde siyasete uygun hale getirilmesi, demek halen birçok zihinde sahicilik adı altında varlığını sürdürmektedir.
Dr. Kızılşeker, Zina cezasına yönelik uygulandığını belirttiği recm cezası ile ilgili olarak; “Zina için öngörülen recm cezasının günümüz normlarına göre ağır olmasını göz önünde tutan bazı ilahiyatçı araştırmacılar, çağdaş aklın kabullerini, değerlerinin esas alarak nassları buna göre yorumlamak çabasında bulunmaktadırlar.”(19)
“Kur’an, zina fiilini adi ve iğrenç bir suç olarak nitelendirmiş, zina edenleri cehennemle uyarmış ve bu fiilin dört tanıkla sübuta erebileceğini ifade etmiştir. Olayın bu kadar detaylı olarak ele alındığı Kuran’da recm (taşlayarak öldürme) gibi insan hayatını yok eden bir hükmün ihmal edilmesi asla düşünülmez.Şu halde İslami kaynaklarda zina eden evlilere öngörülen ceza olarak yer alan recm cezası, Kuran-ı Kerim’de mevcut değildir. Kuran’da zina suçuna verilen ceza, evli-bekár ayrımı yapılmadan yüz sopadır.Hz. Peygamber zamanında tatbik edilen sınırlı sayıdaki recm cezası da Kuran’ın ilgili ayeti henüz inmediği için Tevrat’ın hükmüne göre uygulanmıştır. Rivayetlerden, Hz. Peygamber’in bu cezalandırmalarda isteksiz davrandığı, hatta suçlarını itiraf eden bazı kimseleri ısrarlı geri göndermeye çalıştığı anlaşılmaktadır.Ceza uygulananlar, genelde suçlarını kendileri itiraf etmişler, hatta bazıları gerekli cezanın verilmesinde ısrarlı olmuşlardır. Bütün bunlar dikkate alındığında Hz. Peygamber’in böyle ağır bir cezayı uygulamak istemediği sonucuna varılabilir.” (20)
Mehmet Nuri Yılmaz’ın ifadeleri gayet yerinde ve makul olarak durmaktadır.
Dr. Kızılşeker, konu ile ilgili olarak; “Bulaç’darecm cezasını bazı gerekçelerle kabul etmemektedir” deyip, sözde onun bazı yanılgılarına işaret etmektedir. (21)
Hırsızlık Cezası ile ilgili…
“Hırsızlık suçuna verilen ceza, fıkhın belirlediği tüm şartların gerçekleşmesi durumunda el kesilmesi olduğu” “Hırsızlık eden erkek ve kadının yaptıklarına karşılık bir ceza, Allah’tan bir ibret olarak ellerini kesin. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.” âyetinde apaçık bir şekilde bildirilmektedir.(22) Bulaç’ın hırsızlık cezasının uygulanmasına yönelik yaptığı yorum ise tartışmalara yol açmaktadır.”(23)
“Bulaç’a göre hırsız yakalanması durumunda ona en az bir kereliğine bu işten vazgeçmesi için tevbe etme fırsatını vermek gerekmektedir. Eğer aynı suçu iki defadan fazla yaparsa o artık hırsızlık sıfatını kazanmaktadır.” (24)
Ali Bulaç ne yapsa da, işi nasıl yorumlasa ve İslam hukuk tarihinde o da “farklı” bir ses olduğunda, bazı müçtehid imamların konuya dair görüşlerini aktarsa da, adeta kabul görmeyecektir. Önek; “Bulaç’ın Ebu Hanife, Servi, Ahmed b. Hanbel, İshak gibi müçtehitlere göre hırsız çaldığı malı tazmin ederse eli kesilmez, mağdur hakkından vazgeçerse de ceza düşer” şeklindeki ifadesi tadile muhtaçtır.” (25)Diyerek, tüm kapıları kapatmaktadır.
Kitabın en önemli bölümlerinden birisi, hiç kuşkusuz, en gelenekçi Müslümanın dahi, adeta “Gönlüm Ali’den yana, ama aklım da Muaviye’den” benzeri bir yaklaşımla, kendine güç devşirdiği için modern uygulamalardan yana tavır takınan, sözde gelenek ağır bastığında da bir nevi “istemez yan cebime koy” misali garabet düşünceler etrafında dönüp dolaşılan, ama bir türlü de çözüme kavuşturulamayan, kadınlarla ilgili yakıcı ve derin” mevzulardan oluşmaktadır.
Kitapta; Kadın ve erkeğin konumları, Kadının şahitliği, kadının mirası, erkeğin birden çok kadınla evliği, kadının boşanması, kadının dövülmesi, tesettür ve evlatlık edinme” başlıkları öne çıkmaktadır.
Kadının Şahitliği…
Dr. Kızılşeker; “Bu konu bağlamında üzerinde tartışılan ve özellikle günümüzde farklı yaklaşımlara sebep olan âyet şudur” diyerek, Bakara suresi 282. âyetini belirtmekte…
“Âyet ticari bir anlaşmaya görgü tanığı olması gereken bir erkek ve iki kadından bahsetmektedir. Bu kadınlardan biri yanılır veya unutursa diğeri ona hatırlatacaktır. Tartışma, iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olarak kabul edilmesi durumunda kadının ikinci plana itildiği, erkeğin yarısı kabul edildiği düşüncesini ortaya koyacağı şeklindedir.”(26)
Dr. Kızılşeker, “Doğrusu Bulaç’ın ulaştığı netice hakkında temkinli olmakta fayda vardır. Zira onun bulduğu gerekçeninmunzabıt (Şâriin hükme emâre kıldığı zâhir ve munzabıt mâna/vasıf; vurgu bize ait…) bir vasıt olma özelliğine sahip olup olmadığının iyi araştırılması ve üzerinde düşünülmesi gerekmektedir”(27)
Biz burada kadının şahitliği konusunda aşağıdaki ifadelerle konuya ışık tutmaya çalışacağız; “Şahitlik meselesine gelince, Bakara Suresi’nin 282. ayeti, “borçlanma sırasında iki erkeği, yoksa bir erkek ve iki kadını şahit göstermeyi” tavsiye etmektedir. Şahitlik adaleti sağlamak için oluşturulmuş bir kurumdur. İlgili ayet önce yazmayı, bunun adaleti daha iyi sağlayacağını, değilse şahitlerle işlem yapmayı önermektedir. 7. yüzyıl Arap yarımadasında kadının erkeğe denk şahit kabul edilmemesinin makul sebepleri vardır. Bunlardan ilki, Arapların kadına genel anlamda olan güvensizliğidir. İkincisi ise, bu güvensizliğin ticari konularda daha somut bir sebebe dayanıyor olmasıdır. Kadın, ticari işlere yabancı ve toplumsal konumu zayıf olduğu için şahitlikte pek tercih edilmemektedir. Buna rağmen İslam miras konusunda olduğu gibi şahitlik konusunda da yadsınamayacak önemli bir adım atmıştır. Şöyle ki, kadının ticari borçlanmalarda erkeğe denk kabul edilmemesi sadece bir istisnadır. Bu istisnadan genel bir ilke çıkarılamaz. Aleyhe bir ilke olmadığı sürece, kadın başka konularda erkekle eşit bir konuma sahiptir.” (28)
Kadının Mirası…
Kadının mirası konusunda, konuyu mutlaklaştırmadan ve belli bir coğrafyaya, kültüre, hatta o kültürün “dinleştirdiği” konuya bakıp hasretmeden işin esprisine kulak kabartıldığında şu üç madde olayı çok açık bir şekilde belirginleştirmektedir;
“1) İslam öncesinde kadının hiçbir miras hakkı olmadığı gibi kendisi bile mirasa konu olmaktadır. Nitekim İslam kadına bir hisse pay verdiğinde bu Arapların tepkisine yol açmıştır. Çünkü onlara göre kadın ne savaş ne de ticaret yapmaktadır. Üstelik evi de erkek geçindirmektedir. Bütün yük, erkeklerde iken neden mirastan bir pay alsınlar ki?
2)İkincisi, İslam’a göre “kız ve kadına bir, erkeğe ise iki hisse” ilkesi mutlak bir bölüşüm değildir. Ölen kişinin sadece kızları varsa paylaşım başka olur. Kız çocukların sayısı ikiden fazla ise, mirasın 2/3’ü kızların olur. Tek bir kız varsa, mirasın yarısı onundur.
3)Üçüncü ve daha önemli bir husus, İslam mekanik bir eşitliği değil, hak ve sorumlulukların dengeli dağıtıldığı bir adalet anlayışını öne çıkarmaktadır ve İslam hukukunda bir eşitsizlik değil, bir farklılaşma ve tamamlama söz konusudur.” (29)
Ali Bulaç; tevhidin siyaset hali ve ideolojiler yerine ed-din…
Günümüz dünyasında, neredeyse tüm insanların, özellikle de psikolojik yılgınlığa düşen Müslümanların,Batı’nın kendi bütünlüğü içerisinde- hatta bir din olarak Hıristiyanlık harici- ideolojilerin yaygın propagandası karşısından yer yer utanılacak tavılar içerisinde olmaları, çoğu kez bu Müslümanların, İslam’ıned-din (en sahih din, inanç bütünlüğü) vasfının yeterinde idrak edilmemesi, onun hakkının takdir edilememesi ile alakalı olduğu apaçık ortadadır. Keza, ideolojilerin istinasız, Cemil Meriç’in o veciz ifadesiyle birer “deli gömleği” olduğu gerçeği de o aşılamaz gibi duran psikolojik yılgınlığa işaret etmektedir.
“Bulaç, ideolojilerin ed-din olan İslam’ın karşısında alternatif din olmaya namzet olduğunun bilincindedir. Onun tevhidi Allah’ın hükümlerine göre hayat tarzı kurulması şeklinde tanımlaması bu anlamda tek kurtuluşun ideolojilere bağlanmada değil, Kur’an’ın ve sahih sünnetin çerçevesini belirlediği yaşam şeklinde olduğu anlamına gelmektedir.”(30)
Bir de buna bağlı olarak şu ifadelerde konuya açıklık getirmekte, konunu adeta perçinlemektedir: “Şirk de buna karşı çıkmak demektir. Dolayısıyla şirk sadece put olgusunda görmemek gerekmektedir. Zira şirk, Allah’ın hükümlerini sosyal hayatın dışına çıkaran, ideolojileri dayatmaya çalışan tüm anlayışların ortak sıfatıdır.” (31)
Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az…
Tevhide büyük önem veren, onun üzerinden sahih bir siyaset geleneğin, oluşmasını arzulayan, ideolojiler karşısında ed-din olgusu ön plana çıkaran, bugüne yapılmış meallerin çoğunda Kâbe’nin, başta siyasi anlamda olmak üzere, orayı hayatın merkezine alarak kıyam merkezi olarak değerlendiren; Nitelikli düşünsel çalışmalara imza atan, Medine modeli üzerinden, yapılmakta olan anayasal tartışmalara bir nevi kaynaklık teşkil eden Medine Sözleşmesi adlı orijinal eseriyle yeni ve olası toplumsal oluşum düşüncelerine katkı sunmaya çalışan Ali Bulaç, “insafı elden bırakmama” gibi –kendi söylemi açısından hakşinas olmaya, kaleme aldığı eserine Dr. Abdurrahman Kızılşeker tarafından; “yerleşik usulcü ve buna mukabil modernist anlayışlar arasında” bir yerde değerlendirilmektedir.
Meramımızı epece dile getirdikten sonra “Ali Bulaç’a yönelik, onu yok sayma ve görmeme politikası, onun değerini düşürmezdi. Ki bundan dolayı Ali Bulaç’ı ister maksattan uzak, ister maksat içre, onun düşüncelerinden hareketle onu eleştirmek, eleştirebilmek de önemli idi.
Ki, Dr.Kızılşeker’de salt bunu yapmıştı.
Bizde bunu yapmaya çalıştık. Maksat hasıl olsun, hakikat ortaya çıkabilsin diye…