Türkiye, Kahramanmaraş merkezli yaşadığı depremlerle sadece; meskenleri, işyerleri, şehirleri ve insanları yıkılmadı, hasar görmedi; ruhları, zihinleri, gönülleri, düşünceleri ve psikolojileri de bir o kadar hasar gördü, yıkıldı, etkilendi.
Depremle birlikte hasar gören veya etkilenen fikri, siyasi, dini, felsefi ve kelami kimi meselelerin zaman zaman medyada kimi zaman dost meclislerinde, bazen de kahve köşelerinde ve ev ortamlarında yapıldığı görüldü.
Metafizik, fikri, dini, felsefi ve kelami meselelerin tartışıldığı konular ana eksen olarak kadim bir tartışma olan din-bilim-felsefe tartışmalarından, kader anlayışına, depremin ilahi rahmet, ilahi azap ve ilahi rahmet telakkisinden, çarpık tevekkül anlayışına kadar bir dizi ana başlığa dayanıyordu.
Bu tartışmaların ne kadar sağlıklı olduğu bahsi diğer olmakla birlikte görüldü ki, genel olarak İslam dünyasının özel olarak Türkiye’nin bu metafizik tartışmalarında bir deprem teolojisinin ya da daha genelleştirilecek olunursa bir afet teolojisinin olmadığıydı.
1970’lerden beri Türkiye’nin ve İslam dünyasının dini, fikri, felsefi ve modern meselelerine karşı yazılarıyla, kitaplarıyla, konferanslarıyla ve konuşmalarıyla ciddi katkılarda bulunmuş sosyolog-ilahiyatçı yazar Ali Bulaç ile merkezinde “deprem teolojisi” olan bir röportajı bu vesileyle gerçekleştirmeye karar verdik.
Arzu ettik ki; bu felsefi, fikri, dini ve kelami meseleleri sağlıklı bir zemine ve perspektife oturtarak, yıkım ve acılarla yüzleştiğimiz afetleri özelde ise depremleri daha az hasarla atlatmanın bilincini kuşanmaktır.
Ali Bulaç Independent Türkçe için Naman Bakaç’ın sorularını yanıtladı
Kahramanmaraş merkezli yaşanılan deprem bildiğiniz gibi sadece beldelere, binalara, meskenlere ve şehirlere hasar vermedi. İnanç dünyasını, düşünce sahasını, felsefi tartışmaları da etkiledi, tetikledi. Diyanet İşleri eski başkanı Mehmet Görmez bu durumu şöyle ifade etmişti: “Fizik âlemindeki depremlerin metafizik dünyalarımızda da büyük artçıları olur.” Depremlerin, genelde ise afetlerin dini, fikri, felsefi ve metafizik alanda hangi konu başlıklarını, sorunlarını ya da sorularını tekrar gündeme getirdiğini düşünüyorsunuz?
Mehmet Görmez Hoca’nın “fizik âlemindeki depremlerin, metafizik dünyalarımızda da büyük artçıları olur” tespiti yerinde bir tespittir. Zira bunun hem Batı dünyası ve düşünce tarihinde hem de İslam dünyası ve düşünce tarihinde vuku bulan deprem ve afetlerde tartışılan metafizik, felsefi, dini, kelami ve fikri konularda ya da konuşulan kimi başlıklarda da gördük, görüyoruz. Afetler yaşandığı sürece de bu tartışmalar kuvvetle muhtemel sürgit devam edecektir.
Depremlerin, hangi ana konuların, soru(n)ların veya başlıkların tartışılmasına yol açtığına gelince, gözlemleyebildiğim ve takip edebildiğim kadarıyla şunları söyleyebilirim:
“Afetlerin teolojik boyutu sağlam zemine oturmadan, jeolojik boyutunda sağlıklı bakış açısı oluşamaz”
Peki, bu başlıkların, sorunların veya soruların, Batı düşünce tarihi ile İslam dünyasına değen yönlerinde kırılma ne zaman ve nasıl başladı? Mesela 6 Şubat depremleri ile birlikte 1755 Lizbon Depremi’nin Batı dünyasında din-bilim-felsefe tartışmalarına yol açtığı söylendi. Afetler ekseninde mukayeseli bir karşılaştırma yaparak bizi dinler ve düşünce tarihinde kısa bir gezintiye çıkarır mısınız?
Sizin de belirttiğiniz gibi belki de ilk defa Batı Aydınlanması’nın hazırlanmasında rol oynayan 1 Kasım 1755 tarihli Lizbon depremi din-bilim-felsefe ekseninde birtakım tartışmalara yol açtı.
9 büyüklüğündeki bu deprem -3,5 ile 6 dakika arasında sürdüğü söyleniyor- Azizler Bayramı’nda ve şehir halkının önemli bölümünün kilisede (Carbo Rahibe Manastırı) toplandığı saatte vuku buldu. Öylesine şiddetliydi ki zeminde 5 metreye ulaşan çatlaklara yol açtı. Hem kilisede dua edenler öldü hem deniz kenarında olanlar tsunami tarafından yutuldu.
Depremi yangınlar takip etti. Ölenlerin sayısı 60 bin ila 100 bin arasında hesaplanıyordu. Sömürgecilikten hayli zengin olan ülkenin milli hasılasının yaklaşık yüzde 40’ı yok oldu. Binaların yüzde 85’i yıkılmıştı; köşkler, kütüphaneler ve daha birçok sayıda mimari harikası yapılar yok oldu.
Kilise geleneksel açıklamasını yaptı: “İnsanlar Tanrı karşısında günahkâr olduklarından bir ceza olarak bu şiddetli cezaya maruz kaldılar. Hemen tövbe edip yapıp ettiklerinden vazgeçmeliler.”
Ama Aydınlanma’nın şafağında kilisenin açıklamalarına itirazlar gelmekte gecikmedi:
Kilise’nin açıklamalarından tatmin olmayan Vezir Pompal Markizi Jose de Carvalho, deprem hakkında geniş bilgiler toplamaya başladı. Ortaya çıkan verilerden şunlar anlaşıldı:
a. Kilise ve yıkılan yapılar şehrin merkezinde yumuşak zemin üzerinde kurulmuştu.
b. Genelev ve eğlence merkezleri şehirden uzak yamaçlarda, sert zemin üzerinde bina edilmişlerdi.
c. Bu depremle başlayan tartışma, hem din ile bilim arasında mesafenin açılmasına, hem de deizme yol açacak.
1755 Lizbon Depremi ya da Büyük Lizbon Depremi, 1 Kasım 1755 günü saat 9.40’ta Portekiz’de meydana gelen depremdir
“Tanrı ve kötülük problemi”nin gündeme gelmesine yol açtı. Lizbon depreminden sonra artık gerçekten hiçbir şey eskisi gibi kalamazdı.
Lizbon depreminden sonra Voltaire, J. Jack Roussaeu, Kant, Leibniz ve başka filozoflar bu konuyu enine boyuna tartışmaya başladılar. Tartışma şu soruda düğümleniyordu: Sahiden Leibniz’in dediği gibi yeryüzü yaşanabilecek en iyi yer ise ve Tanrı’dan kötülük sadır oluyorsa, nasıl oluyor da böylesine yıkıcı bir depremle onbinlerce insan zarar görebiliyor.
J. J. Rouessau’ya göre bu kadar kalabalık şehriler inşa etmek akıl kârı değildi ve eninde sonunda bunun sebeplerini, meydana gelen uygarlıkta aramak gerekir. Voltaire aynı kanaatte değildi, Lizbon depremi üzerine yazdığı Candide adlı ünlü eseriyle bu inanca karşı düşünceler geliştirdi. Alman filozofu Kant ise, açıklanması ve anlaşılması mümkün olayı deprem vb. tabiat olayları ile Tanrı arasında doğrudan bir ilişki kurulmayacağını savundu.
Konuyla ilgili sorumuz şu: Bizde de ister bu son deprem isterse de vuku bulacak bundan sonraki depremler dolayısıyla bu türden felsefi/kelami bir tartışma başlar mı, başlarsa bizde hangi türden açılımlara yol açar?
Bana göre, konunun kelam/felsefi boyutu sağlam bir zemine oturmadan fiziki-jeolojik boyutuna ilişkin sağlam bir bakış açısı elde edilemez.
İslam tarihinde sayısız deprem veya tabii afet vuku bulmuşsa da afetlerin kelami zeminde ve fiziki/tabii sebeplerine inilerek ciddi bir tartışma yapılmış değil. Ama artık bunu ciddi olarak teşrih masasına yatırmanın zamanı gelmiş hatta geçmektedir. Çünkü fiziki ve kelami sebeplere inilmedikçe musibetlerin daha da büyük zarar ve hasarlara yol açarak devam etmeleri mukadderdir.
Fotoğraf: AA
“Allah tarihe ve hayata müdahil olduğu gibi tabiata da müdahildir”
Bilim ve felsefe, özelde afetlere genelde doğaya ve varlığa pozitivist, rasyonalist, materyalist ve mekanik bir nedensellikle bakarken dinlerin ise Tanrı, maneviyat veya metafizik bir eksenle baktığı malumunuz. Bu iki ayrı paradigmanın eksik olduğu yazıldı, konuşuldu, tartışıldı. Burada dengeli mi eklektik mi yoksa salt dinin ya da salt bilimin perspektifi doğrultusunda mı hadiseyi okumak gerekiyor sizce?
Varlık görüşü pozitivist veya materyalist olan insanlar, depremin sadece bir tabiat olayı olduğunu, açıklanabileceğini, fay hattının bir yerde bulunması, burada biriken enerjinin ortaya çıkması, vuku bulan kırılma ile meydana gelen ağır veya hafif hasarın “başkaca faktörlerle ilişkilendirilmesi”nin “metafizik veya teolojik” zamanlara ait insanların ilkel varlık görüşlerinden kalma olduğunu düşünürler.
İnanmış olsun olmasın, bu konuda çalışma yapan herkesin çabasından yararlanmak gerekmektedir. Ancak olay burada bitmiyor. Depremi dünyanın jeolojik evreninde başlayıp orada biten salt dünyevi (seküler: pozitivist ve materyalist) bir tabiat olayına indirgeyenlerde çok ciddi sorunlar ortaya çıkıyor. Bu sorunlar doğrudan varlık tasavvuruyla ilgilidir ve paradigmatiktirler. Şöyle ki:
Depremle birlikte her türlü tabiat olayının dünyanın maddi sınırları ve şartları içinde başlayıp orada bittiğini iddia etmek, tabiatın tamamen objektif ve bütünüyle özerk (kendi başına var ve bağımsız) olduğunu farz etmenin bir sonucudur.
Biz ise maddi tabiatın büyük bir bütünün parçası olduğunu; gözlem ve deney alanı olan objeler dünyasının (Alemu’ş-şehade/mülk) onda içkin ve onu aşkın bir başka varlık düzeyleriyle (Alemu’l-ğayb/melekût) mutlak anlamda ilişkili olduğunu düşünürüz. Bu bizim âlem tasavvurumuzla ilgili temel kabullerden birisidir.
Görülüyor ki, pozitivist bilimciler ile aramızdaki öncüller farklı. Maddi tabiattaki fiziki olaylar kuşkusuz objektif kurallara göre işlemektedirler; bu Allah’ın sünnetidir (Adetullah). Ama bazı tarihsel kırılmalarda bu objektif kurallar işlemeyebilir; sözgelimi bazen ateş yakmaz, su boğmaz olur.
Bizim varlık düzeyimizle ilgili her türden yasa objektiftir ve bu varlık düzeyinde vuku bulduğu sürece değişmez; ama bazen bir başka varlık düzeyinin etkisiyle geçici olarak yasalar değişir. O halde tabiattaki objektiflik mutlak değildir.
Eğer tabiat mutlak anlamda objektif ve otonom olsaydı -yasalara göre işlese dahi-hiçbir şekilde ve nihai anlamda “Allah’ın mülkü” olamazdı, hakiki ve mutlak ulûhiyetten söz edilemezdi ve Allah varlık üzerinde dilediği şekilde herhangi bir tasarrufta bulunamazdı.
Bu da bizi Allah’ın tabiatı yaratmadığı; ya da yaratıp kendi başına bıraktığı, varlıkla ilgilenmediği, unuttuğu, tabiatı zorla temellük etmeye kalkıştığı gibi paradoksal ve muhal sonuçlara götürürdü.
Varlık dünyasının veya maddi tabiatın kendi başına var ve özerk olmadığı hususu, bizzat belli yasalara göre meydana gelen tabiat olaylarından da anlaşılabilmektedir, bu gözlemlenebilir apaçık bir gerçekliktir. Allah, Aristo’nun ve Newton’un farz ettiğinin aksine yarattığı evreni bir kereliğine kurup da elini ondan çekmiş değildir.
Hem onun maddi (kozmik, ekolojik vd.) yasalarını vaz’etmekte, hem de bu (görece objektif) yasalar çerçevesinde işlemesini sağlamaktadır. Şu ayet bunu ifade eder: “Göklerde ve yerde olan ne varsa O’ndan ister. O her gün bir iş ve durumdadır” (55/Rahman, 29).
“Her gün bir iş ve durum”da olan Allah, demek ki tabiata müdahildir ve dahli her an yeni ve hep süren yaratmalarla sürüp gitmektedir. İbn Arabi’nin benzetmesiyle, Allah ve yaratma ilişkisi, kalem ve kâğıt üzerinde yazı yazma ilişkisi gibidir.
Kalem sürekli yazmaktadır. Kalem yazdıkça varlık âlemi “süren yaratma eylemi”yle varoluşuna devam ediyor. “Var olmak” yaratmasız “olmak” demek değildir; aksine yaratma ile varoluşa çıkmak ve var olmayı sürdürebilmektir. Âlemin yaratıcısı Allah, varoluşunun devamını sağlayan Allah’ın nurudur. Allah’ın nuru aynı zamanda hayatın kaynağıdır.
O zaman kendimize şunu sorarız: Belli bir süre (ecel) ve belli bir amaçla yarattığı mülküne olan ilgisinin bir sonucu olarak peygamberler ve kitaplar aracılığıyla insana seslenen Allah, varlığa müdahale etmez mi?
Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail ve diğer melekler, bazı modernist müfessirlerimizin zannettiği gibi -haşa- “kör birer tabiat kuvveti” olmadıklarına göre, hangi iş ve nesne konusunda hangi emri almışlarsa harfiyen onu yerine getirmektedirler.
Binaenaleyh Allah tarihe ve hayata müdahil olduğu gibi tabiata da müdahildir. Ve Allah’ın tarihe ve hayata müdahalesi, bazen tabiat dolayımında olmaktadır. Bu bizi deprem gibi (fırtına, kasırga, çığ, göçük, sel baskını, toprak kayması vd.) büyük tabiat olaylarının ilahi bilgi, takdir ve iradeden habersiz ve bağımsız meydana gelmedikleri, yani Allah’a rağmen ve kendi kendilerine vuku bulmadıkları sonucuna götürür.
“Tedbir ve takdir, biri diğerine karşıt iki gerçeklik değildir. İkisini karşıt kutuplara yerleştirmek bir yanılgıdır”
Mehmet Görmez’in “Gökten gelen seslere kulak veren yerbilimcilerle yerden gelen seslere kulak kabartan vahiy/din bilginlerinin ortak bir zeminde buluşması şarttır. Tedbir diye haykıranlar ile takdir diye susanların derslerine birlikte çalışması artık bir zarurettir” tespitini bir YouTube konuşmasında dinlemiştim. Buradaki tedbir ile takdiri açıklamanızı istesek ne dersiniz? Teolojik açıdan formüle edecek olursak, tedbiri önemseyen bir din dili ve söylemi nasıl olmalıdır? Bu dil, kula/insana ne tür sorumluluk yüklemektedir? Siz bir yazınızda “önce tedbir sonra takdir” demişsiniz. Tedbir dili ve söylemi, insanın afet öncesi ve sonrasında bireysel ve toplumsal olarak ne tür sorumlulukları yüklenmesini öneriyor?
Deprem ile ilgili yazdığım yazı dizilerinde, “Önce tedbir, sonra takdir!” tespitinde bulundum. “Tedbir” insanın iradesi ve kudreti dâhilinde herhangi bir olayın veya olgunun vukuundan önce başvuracağı işlemler; “takdir” ise işleyen yasadır. Yasayı takdir eden de Allah, insana yasaya yasa ile karşılık verme gücünü, bilgi ve donanımı veren de yine Allah’tır. Bu durumda tedbirini alırsan tabiattaki bütün olaylardan yararlanırsın; tedbirini almayıp işi takdire bırakırsan zarar görürsün.
Yanlış kader inancı sadece halkın ve yerbilimcilerin değil, iktidar seçkinlerinin de bakış açısını belirlemektedir.
1999 Gölcük depreminde zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel “Allah’a asi olamayız. Bu takdir-i ilahidir” demişti. Birkaç sene önce Hacc esnasında meydana gelen tünel faciasında binlerce insan hayatını kaybederken Suud Kralı da “Bu takdir-i ilahidir” demişti.
Manisa Soma maden ocağında 300 işçi ölürken de yetkililer olayı “takdir-i ilahi”ye bağlamışlardı. Tabii ki ilahi takdir dâhilinde cereyan etmeyen hiçbir şey yok. Ama “takdir Allah’tan, tedbir kuldandır” sözü aslında birçok şeyi izah etmeye kâfidir.
Şimdi bu bağlamda Kur’an’da yıkıcı bir depremin nasıl tasvir edildiğine bakalım:
a. Beşinci ayette geçen “vahiy” kelimesini tam olarak “ilahi takdir” yani tabiat yasası olarak anlayabiliriz. Şiddetli bir sarsıntı ile yer kabuğunun kırılması, yasadır.
b. “Hiç şüphesiz, biz her şeyi bir kader ile yarattık.” (54/Kamer, 49) Burada geçen kader gayet açık biçimde belli bir hesap ile bir yasanın vaz’edildiği, bir ölçüye, prosedüre tabi tutulduğu manasındadır.
c. Herşey bir hesab üzere ve hassas bir denge üzere kurulmuştur ki, biz buna kozmik düzen veya ekolojik denge diyebiliriz:
Güneş ve ay (belli) bir hesap iledir.
Bitki ve ağaç (O’na) secde etmektedirler.
Gökyüzü, onu da yükseltti ve mizanı koydu.
Sakın mizanda ‘haksızlık ve taşkınlık yapmayın.’ (55/Rahman, 5-8.)
Bu hassas denge ile oynadığımızda tabiat bize tâbi olduğu yasalarla cevap verir, bu cevap ağır bir ceza, yıkıcı bir deprem olabilir ve eğer bu kaderden kaçmak istiyorsak, işlerimizi ehil ellere bırakıp maddi ve her türden tedbirimizi almak zorundayız. Kaderlerden kader seçen biziz. Dolayısıyla bireysel ve toplumsal olarak bize düşen ilk sorumluluklarımızdan biri, işi ehil insanların ellerine teslim etmektir.
Tedbir ve takdir, biri diğerine karşıt iki gerçeklik değildir. İkisini karşıt kutuplara yerleştirmek bir yanılgıdır. Bu nedenle ne salt tedbir dili ve söylemi ne de salt takdir dili ve söylemi baz alınarak afetler açıklanamaz ve sorumluluklar bu minvalde geliştirilemez.
“Pozitivistlerin determinizmi ile hurafecilerin kaderciliği aynı kapıya çıkar”
Eğer yapıp ettiklerimizden nedamet getireceksek, yeni bir ahlak teorisi ve pratiği geliştirmeye ihtiyacımız var. Bugünkü durumda ne din anlayışımız ne seküler/laik görüşümüz bir ahlak üretemiyor. Maruz kaldığımız musibetlerin sebebi bizim sosyo-politik ahlaksızlığımız, felsefi/kelami sefaletimizdir. Sorumluluğu ve suçu kadere yüklemek, Allah’a iftiradır.
Akıllı varlık yaratılan insan her zaman akıllı (rasyonel?) düşünemez; melekût âlemiyle olan ontolojik bağı onu yanlış işlediğinde, kör bir kadere veya basit komplo teorilerine inanır. Pozitivistlerin determinizmi ile hurafecilerin kaderciliği aynı kapıya çıkar.
Deprem veya başka afete dönüştürdüğümüz tabiat olaylarını kendimiz asli gayemizle uzlaştırarak bu gezegende yaşayabilmek için öncelikle felsefi/kelami olarak şunları yapmamız gerekir:
a. Marifetünnefs ve marifetullah yanında marifetülhalka önem vermemiz (bilimsel araştırmalar ve bulgular) gerekir.
b. Ahlaki normlara sadakat göstermemiz gerekir.
c. Hukuki kurallara riayet etmemiz gerekir.
d. Ve bunları toplumun örfü haline getirmemiz (kültür) gerekir.
Ciddi bir öz eleştiriye (Muhasebe-i nefs) ihtiyacımız var, bunun da olmazsa olmaz şartı, ifade özgürlüğünün güvence altına alınmasıdır. Herkesi susturan kendi suçunu ve kusurunu örtmek ister.
“Yeryüzü fesada uğradıktan sonra salaha dönüşebilir!” çağrısını gerçekleştirmek bizim elimizdedir. Ehliyetsiz ve muhteris iktidarlar, yeryüzünde ekinin ve neslin helakına sebebiyet verirler. Düz arazide tarım yapacağına betondan kentler kurmak, tam da bu ayetin işaret ettiği bir helaktır:
İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider ve kalbindekine rağmen Allah’ı şahid getirir; oysa o azılı bir düşmandır. O, iş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez. Ona: ‘Allah’tan kork’ denildiğinde, büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o. (2/Bakara, 204-206.)
Sosyopolitik sorumluluklarımız arasında ilkin sulh ve salahı inşa etmemiz gerekir. Bu da deprem ve başka konularda bilimsel verileri referans almak, uzmanlara kulak vermek, varlıkla yeni bir barış imzalamak, yeni bir nikâh akdetmek demektir. Takva sağlam bina yapmaktır. Dirençli ve sağlam binalar yapmak, tedbir dili ve söyleminin gereğidir.
İslam barışı dört boyutludur: Kendimizle barış, “öteki” ile barış, tabiatla, canlı hayatla, varlıkla ve nihayet Allah’la barış. İki buçuk sene içinde yönetimini fesattan salaha çeviren Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz’e bu harikulade devrimi nasıl gerçekleştirdiğini soranlara şu cevabı verir: “Allah’la münasebetlerimizi düzelttik!”
Allah’la ilişkilerini düzelten, doğaya ve hayata da varlığa/insana ve topluma da barışı getirir.
İslam bir güvenlik, teslimiyet ve barış projesidir. Gerçekleşebilmesi bir ahlak olarak Müslümanların bireysel ve toplumsal hayatlarında bunu yaşaması lazım. Özel, sivil ve kamusal hayat bu ahlak üzere bina edilmedikçe, Allah’ın muradı gerçekleşemez. Bu çerçevede özel, sivil ve kamusal hayatın ahlak üzere bina edilmesi için bireysel ve toplumsal olarak yakın, orta ve uzun vadede şunları yapmak sorumluluğumuzun gereğidir.
a. Yakın vadede-ivedi önlemler
b. Orta ve uzun vadede
Fotoğraf: AA
“Musibetleri; mevhum güçlerde, yanlış kader anlayışında, tesadüfi tabiat olaylarında değil, kendi yapıp ettiklerimizde aramalıyız”
Tanrı-varlık-ddeprem ilişkisini analiz ettiğiniz bir yazınızda, “Allah’ın rolü ve payı nedir? İnsanın rolü ve payı nedir?” diye sorup, bu soruya dört modelin ya da dört paradigmanın cevaplarını irdeliyorsunuz. Bu dört model hangileri? Bu dört modelin depremin gerçekleşmesinde Tanrı ve insanın rolüne dair bizlere neler söylüyor?
Genel olarak tabii afetlere ve özel olarak depreme kelam açısından bakılacaksa, konu gelir “Allah-varlık” ilişkisine dayanır. Bu konuda elimizde dört model var:
a. Ateist model: Ateizme göre varlık kendinde var olup, Vücuttan söz edilemez. Olan her ne ise mevcuttan ibarettir. Bu önermede zihnimizi tırmalayan soru şudur: Mevcud varsa Vücud’un olmaması nasıl düşünülebilir? Ateist bu soruyu geçiştirir. Model, Vücud’u yok saysa bile gayet düzenli işleyen yasaları görmezlikten gelemiyor. Düzeni sürdüren yasalar vardır, yasalar determinist karakterde işlemektedirler.
b. Deist model: Buna bir yönüyle Aristocu model de demek mümkün. Sonraki deistlerin Aristo’dan ayrıldıkları nokta, Yunan filozofu, Tanrı’nın evreni harekete geçirdiğini savunan görüşüne karşılık, onların Tanrı’nın yaratıp varlığı kendi haline bıraktığını öne sürmeleridir. Deistler de ateistler gibi yasaların mutlak olup determinist karakterde işlediklerini düşünürler ki, esasında deizmin bir kademe sonrası ateizmdir.
c. Panteist model: Panteistler, Tanrı ile varlık arasında mahiyet birliği gördüklerinden, birer tabiat regülasyonu olan afetleri Tanrının kendi kendini düzenlemesi, regüle etmesi şeklinde görmelerini gerektiriyor. Afetler sonucunda insanlar hasar ve zarar görüyorsa, bu Tanrının kendi kendine ceza vermesi veya tabii düzenleme sırasında zorunlu zayiat anlamına gelir.
d. Vahiy kaynaklı dinlerin modeli: Bu modelde mevcut vücudu gerektirir, aksine iddia saçmalıktır. Mevcudun yasaları var edicisi/Yaratıcısı Allah tarafından vaz’edilmiş olup O, varlığa müdahildir. Başka bir deyişle bir kereliğine yaratıp evreni kendi haline bırakmış değildir.
Beşeriyetin Âdem’in yeryüzüne ayak basmasıyla başlayan tarihini “gündönümü”ne benzetecek olursak, biz Hz. Muhammed (s.a.)’in tarih sahnesine çıkışıyla “ikindi vakti”ne girmiş bulunuyoruz. Bu bize “İkindi-akşam (asr-ğurub) arası zaman”da başımıza gelen felaketlerin ilahi ceza değil, yapıp ettiklerimizin karşılığı olduğunu gösterir: “Asr’a andolsun, insan ziyandadır” (103/Asr, 1).
Kural şudur: “İyilik (hasene) Allah’tan, kötülük (seyyie) senden”dir (4/Nisa, 79). Başımıza gelenleri mevhum güçlerde, yanlış telakki ettiğimiz kaderde, felekte, şanssızlıkta, tesadüfi tabiat olaylarında değil, kendi yapıp ettiklerimizde, amellerimizde aramamız gerekir. Özetle insanın rolü ve payı esastır, es geçilemez ve büyüktür.
İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesad ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır. (30/Rum, 41).
Yaşadığımız felaket ve afetlerde yapıp ettiklerimizin payı büyüktür, bizden önce başlarına bu türden büyük felaketler gelip de yeryüzünden silinen kavimler de işledikleri büyük cürümlerin bedelini ödemişlerdir (30/Rum, 42). Dolayısıyla önceki sorulara verdiğimiz cevaplardan bir cümleyi burada tekrar zikredebiliriz: Depremde insana ait sorumluluğu, payı ve suçu kadere yüklemek, Allah’a iftiradır.
Fotoğraf: Reuters
“Fay hattı üzerinde çürük malzeme ile ev yapanın ölmesi, Allah’ın işleyen yasasıdır, takdiridir, yani depremin tabi olduğu yasadır”
Depremin teolojisine dair konuşmalar yapılırken bir de afetleri Sünnetullah ile ilişkilendiren yani Allah’ın kâinata ve doğaya koyduğu yasalar şeklinde okuyan âlimler, hocalar, ilahiyatçılar ve yazarlar oldu. Şöyle denildi bu hususta “Depremler ve afetler, Allah’ın ezel ve ebet oluşunun gereği olarak sünnetullah dairesi içinde koyduğu yasaların bir sonucudur. Deprem ve afetlere karşı insanın/varlığın yapabileceği bir şey yoktur. Çünkü Allah her şeyi en iyi bilen olduğu için bu O’nun yasalarına göre vuku bulmuştur.” Doğa olayları ile sünnetullah arasında nasıl bir ilişki kurulmalı?
Sorunuza şöyle bir soruyla karşılık verip, cevaplandırmaya çalışalım: Allah’tan bağımsız tabiat olayı mümkün mü?
Bu sorunun bizim konumuzla yakın ilişkisi var. Şöyle ki: Yüce Allah varlık âlemine mutlak manada ilmi, iradesi ve kudretiyle hâkimdir. Kozmik düzen ve tabiat yasalarla varoluşlarını sürdürmektedir. Yasaları vaz’eden Allah’tır –biz buna takdir-i ilahi deriz- kimsenin bu yasaları değiştirmeye veya temellük etmeye gücü ve yetkisi olmadığını anlatmak üzere Allah bize kendini yasalar üzerinden ifade etmektedir. Bunun manası şudur:
Eğer tedbirsizlik sonucu kişi yüksek bir yerden düşüp ölmüşse bu ilahi yasa gereğidir, bu ölüm tarzını belirleyen Allah’tır ama kişiyi yüksek yerden itip ölümüne sebep olan Allah değildir. Kişi ya kendi tedbirsizliği veya birisinin itmesiyle bu yasayı işler hale getirmiş ve ölmüştür.
Fay hattı üzerinde çürük malzeme ile ev yapanın ölmesi, Allah’ın işleyen yasasıdır, takdiridir, onu öldüren deprem değil depremin tabi olduğu yasadır (Adetullah).
Mutezili veya Meşşai’nin öne sürdüğünün aksine tabiat yasaları mutlak değildir, özel veya istisnai zamanlarda ilahi müdahale ile iptal olur. Bir bakıma İlahi irade kulun attığı adıma göre tecelli eder. Bu konu bizi “dua” ve “mucize” olayının kapısına götürüp bırakmaktadır. Dua ve mucize kısmına ise burada germeyeceğiz.
Varlıkta fiziki yasalar olduğu gibi ki buna sünnetullah deriz, tarihte ve toplumsal hayatta da hükmünü icra eden yasalar vardır. Belli sebepler bir araya geldiğinde belli sonuçlar doğar.
O’nun (insanın) önünden ve arkasından izleyenleri (takipçileri) vardır, onu Allah’ın emriyle gözetip-koruyorlar. Gerçekten Allah, kendi nefis (öz)lerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip-bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye hiçbir (biçimde imkan) yoktur; onlar için O’ndan başka bir veli yoktur. (13/Ra’d, 11)
İnsanın eylemlerinin sonuçları sadece kendine değil tabiata, canlı hayata ve hatta kozmik düzene kadar uzanmaktadır. Bu bağlamda denmiştir ki “İnsan bozulursa kainât bozulur.”
Bu nedenle sünnetullah çerçevesinde tabiatta vuku bulan deprem gibi afetlere karşı, tabiat yasalarının zorunlu kıldığı tedbirleri almayanlar ya kendilerine ya da başkalarına zulmederler. Nitekim şu ayet bunu gayet veciz bir şekilde anlatır:
Allah insanlara zulmetmez, insanlar kendilerine ve birbirlerine zulmederler (3/Al-i İmran, 117).
Bütün varlık âlemi Allah’ın yed-i kudretindedir; olmuş, olmakta ve olacakları bilir: “O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir” (2/Bakara, 255).
O’nun bilmesi insani tercih ve eylemler sonucu ortaya çıkan kötülükleri, Allah’ın insana reva gördüğü veya insana işlettiği anlamına gelmez. Bilmek başka, yapmak/eylemek başkadır.
1999 Gölcük depreminde “7,4’lük yetmedi mi?” pankartı üzerinden günlerce “ilahi azap”, “ilahi ceza” ve “ilahi ikaz” tartışmalarını hatırlarsınız. Afetleri özelde ise depremleri ilahi azap, ilahi ceza veya ilahi ikazın bir göstergesi olarak okunması hususunda ne dersiniz? Bu okumayı besleyen Kur’an ve hadis kaynakları var mı?
Depremin bir ceza mı ikaz mı ya da bir azap olup olmadığı sorusuna cevap vermeden önce, şu iki ayete öncelikle bir bakalım.
aa. “Biz nice ülkeleri yıkıma uğrattık. Geceleri uyurlarken ya da gündüzün dinlenirlerken bizim zorlu azabımız onlara geliverdi. Zorlu azabımız onlara gelince yakarışları: “Biz gerçekten zulme sapanlardandık” demelerinden başka olmadı.” (7/A’raf, 4-5)
bb. “Allah, alemlere zulüm isteyen değildir.” (3/Al-i İmran, 108.)
Bu iki ifadeyi nasıl anlayacağız?
Bir yandan Allah, geçmişte bazı toplumlara yıkıcı bir ceza verdiğini söylüyor, öte yandan “alemler”den yani insanlardan ve hatta canlılardan hiçbir canlıya haksızlık ve zulüm yapmadığını bildiriyor.
Allah, koyduğu tabiat/fiziki yasaları ihlal edenlere yine tabiat olayı üzerinden ceza verir. Nasıl hukuk sistemleri bazı fiilleri (cinayet, hırsızlık, gasp vs.) suç sayıp işleyene ceza takdir ediyorlarsa, tabiatın varoluşunu sürdürdüğü yasaları (sünnetullah) ihlal edenler de tabiattan şiddetli bir karşılık görmektedirler.
Şu halde tabiattaki yasaları ihlal edenler bir tabiat olayını kendi elleriyle afete çevirmektedirler ki, bu onlara takdir edilen ceza yani kaderleri/mukadderatlarıdır: Yukarıdaki ayeti (30/Rum, 41.) hatırlayacak olursak, müteselsil sorumlu ve görevlilerin iştirak ettiği fiili işleyenlere deprem bir cezadır.
Vuku bulan bir depremden sonra aynı hataya düşmemek üzere olaydan ders çıkarması gerekenlere ise deprem, bir uyarıdır. Bir Şaman atasözü şöyle der: “Ders, öğrenilinceye kadar tekrar eder.”
Fotoğraf: Reuters
“Kur’an açısından ‘günah’ ilahi hükümlerin ihlali ise, mevzuata aykırı yerde ve evsafta bina yapıp binlerce insanın ölümüne sebebiyet vermek, en büyük günahlardandır”
Ders çıkarmak için şunlara dikkat etmemiz gerekir. Gerekli araştırmayı yapmadan bina alan, binası ciddi hasarlı iken “bana bir şey olmaz” diyen, çürük zemin üzerinde eksik malzeme ile bina yapan, fazla kat çıkan, kolon kesen, imar affı yapana oy veren, yapıları gerektiği denetlemeyip rüşvetle onay veren, yeşil alanları imara açan görevlilerdir, insandır, toplumdur ve bunlardan toplum ve insan olarak kaçınmamız şarttır.
İşte yüce Allah, bu insanların topluca cezaya maruz kaldıklarını belirtiyor. Toplu ceza geldiğinde şerirlerin fiilleri yüzünden masumlar ve günahsızlar da zarar görür. (8/Enfal, 25.)
Bu deprem bir yönüyle ceza idi ama geçmiş kavimlerde anlatıldığı türden bir ceza değildi, öyle olsaydı, tek bir bina ayakta kalmaz, kurtulan tek bir şahıs olmazdı. Bir tabiat olayını böylesine yıkıcı bir afete çevirenler suçludur ve onların kahir ekseriyeti hayattadır; bunlar gerçek şahıslar ve mercilerdir ki, masumların, günahsızların ve çocukların da böylesi afetlerde zarar görmesi tam olarak zalimlerin suçudur (8/Enfal, 25).
Toplu verilen cezalarda isyan halindeki toplumu uyaran bir peygamberin bulunması, o peygamberin uyarılarını hakkıyla yerine getirmesi ve isyankârların “madem doğru söylüyorsun, o zaman bizi kendisiyle tehdit ettiğini azabı hemen getir” diye meydan okuması gerekir.
Geçmişte toplu azaba maruz kalanlar şer’î (sosyo-politik ve ahlaki) yasaları ihlal ettiklerinden ihlalleri bilvasıta kevnî yasanın ihlaline yol açtı, böylece azaba müstahak oldular. Hz. Peygamber’in gelişinden sonra artık bu türden bir azap gelmez (8/Enfal, 33).
Fakat bu da garanti değildir, belki sadece 610-632 yılları arasına mahsus bir muafiyettir; şerir insanların tercihleri ve eylemleri sonucu bugün gezegendeki canlıların varlığı tehdit altına girmiş bulunuyor; mesela nükleer silahların kullanıldığı bir Üçüncü Dünya Savaşı’ndan söz ediliyor. Nükleer silahların kullanılması halinde, masumlar ve günahsızlar da zarar görüyor maalesef.
Suç ve günahlarımızın (cürümlerin) yıkıcı karşılığı olan olaylar: Tabiat olayları sebeplerin bir araya gelmesiyle vuku bulur. Bu, “gerekli sebep”tir, ama “yeterli sebep” değildir. “Yeter sebep” Allah’ın dilemesi ve yaratmasıdır.
Ölümcül bir trafik kazası sebeplerin bir araya gelmesiyle vuku bulur. Ama yine de ilahi bir müdahale yok mu? Elbette var. Şu var ki, tabii bir felaketi celbeden ne ilahi ceza ne spontane fay kırılması, bizim yer tabakasının altında ve üstünde –karada, denizde ve havada- yapıp ettiklerimizin yine adetullah içinde bize dönmesidir.
Allah, kimseden ölümcül trafik kazası yapmasını istemez, ama kuralların ihlali sonucunda kaza olursa ölüm vuku bulur. Yerin altındaki petrol, doğalgaz, maden, kömür yataklarını boşaltmak, yeryüzü üzerindeki basıncı arttırmak, nükleer denemeler vb. nice etkinliğimiz depremleri ve başka tabii afetleri tetikler.
2008’de Çin’de meydana gelen yıkıcı depremin sebebinin bölgede inşa edilen Zipingpu Barajıyla ilgili olduğunu bilim insanları kabul etmişti. Kim bilir hangi deprem hangi ücra köşede bir süre önce yapılmış nükleer bir denemenin sonucudur:
“Öyle bir fitneden korkun ki, içinizde yalnız zulmedenlere isabet etmeyecek” (8/Enfal, 25). Modern zamanlarda yeryüzünün azgınlarının sebep olduğu musibetlerde suçsuzlar büyük zarar görüyorlar.
Sorunuzdaki din diline dair bir gözlemimi sizlerle paylaşmak isterim. Depremden birkaç gün sonra Fatih İETT durağında şu kâğıdın asıldığını gördüm:
“Depremler yüce Allah’ın uyarıları değil midir? Bunun sonucu bizim günahlarımızdır. Allah’ın cezası gelmeden bir an önce tövbe edelim!”
Şimdi bu uyarı veya davetin kritiğini yapmaya çalışalım: Bu önerme şu öncüllere dayanmaktadır:
Bu hüküm cümlesi özünde doğru, fakat izaha muhtaçtır.
a. İzaha muhtaç tarafı “günah”ın ne olduğunun açıklığa kavuşturulmaması, içinin somut olgularla doldurulmamasıdır. Birçok inanmışa göre günah “açıklık saçıklık-içki düşkünlüğü” ve bu meyanda geleneksel muhafazakâr kültüre mensup sağcı-milliyetçi algıda yer alan fiillerdir.
b. Kur’an bakış açısından “günah” ilahi hükümlerin ihlali ise, bir depremde mevzuata aykırı yerde ve evsafta bina yapıp binlerce insanın ölümüne sebebiyet vermek en büyük günahlardan biridir. Zira İslam dini telakkisinde “Allah’a şirk koşmak”tan sonra gelen en büyük günah cinayettir:
“İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesad ortaya çıktı. Umulur ki dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine taddırmaktadır.” (30/Rum, 41.)
“Size isabet eden her musibet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder.” (42/Şura, 30)
“Düzene konulması (ıslah)ından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın” (7/A’raf, 56).
Bu ayetlerin bize hatırlattığı ilk şey, yeryüzünde büyük bir bozukluk (fesat) vuku buluyorsa, bizlere bir musibet isabet ediyorsa bu insanların kendi hatalı tercih ve eylemlerinin sonucudur.
Bunu deprem olayına uyguladığımızda aklımıza “ihaleye fesat karıştırma” cümlesi gelir. Şimdi söz konusu “fesadı ve ifsadı” gözden geçirelim. Bu gözden geçirme bizlerin din diline ve söylemine de yansımayı sağlasın.
aa. Şehirlerin yamaçlarda değil, düz arazide kurulması ifsattır. Geleneksel toplumlar, yamaçlarda şehirler kurarlardı ki bunun iki sebebinden biri tarım alanlarının korunması, diğeri depreme karşı sert zemin tercihi.
bb. 1950’lerden ve özellikle 2000’li yıllardan sonra belli başlı şehirler dikey yapılaşma esas alınarak çekim merkezi haline getirildi.
cc. Ekonominin ana gövdesi inşaat ve yapılaşmaya kaydırıldı. Tarım ve hayvancılık, sanayi, ticaret ve hizmet sektörü inşaat sektörünün gerisine düştü. Avrupa’nın tamamında 25 bin, Türkiye’de 330 bin müteahhidin bulunuyor olması da bunun bir göstergesi.
dd. Yerbilimcilerinin hesabına göre İstanbul’da hemen yıkılması gereken 59 bin bina mevcut; her bir bina ortalama 5 kat ve her katta 2 daire olup her dairede de 4 kişi yaşadığını varsayarsak, 2 milyon 360 bin kişinin hayatı tehdit altında bulunuyor.
ee. Bir deprem vukuunda toplanma yerleri neredeyse yok gibi, bir iddiaya göre 493 toplanma yerinden 416’sı AVM yapılmış.
ff. Sabit ve hareketli nüfusuyla neredeyse 20 milyona yaklaşan İstanbul halen rant alanı olarak kullanılıyor. Bir keresinde eski belediye başkanı Kadir Topbaş, İstanbul’u 40 milyonluk nüfus üzerinden planlamak istediklerini beyan etmişti.
Din diline ve söylemine hakim olması gereken hususlardan yani güncel ve somut günahlar da din diline eklenmelidir.
Şöyle ki: Çöken birçok binada iç alanı genişletmek üzere kolonların kesilmesi suç ve günahtır. Çöken binanın duvarları kumdan olması ve yanı sıra, kapıya “nazar boncuğu” asılması çarpık bir anlayıştır. Bir binadan alınan örneklerde nazar boncuğu, köpük, tahta ve gazeteler çıkmış olması, suçtur ve günahtır.
İnsanın iç dünyasını ateşin odunu yakması gibi yakan günahtan biri olan “hırsı” bir belediye yetkilisinin, bir müteahhidin, bir mühendisin, bir yapı denetçisinin gemlememesi vicdansızlıktır, günahtır.
Bunun gibi sıralanacak deprem ile ilgili tüm çarpık ve suçlar, büyük günahlardandır. Din dili ve söylemine sadece içki içmek, açıklık, esrar ve uyuşturucu değil bu türden günah ve suçlarda eklenmelidir.
Devam edecek…
Kaynak: Farklı Bakış