19’uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren tarih sahnesine fikri ve siyasi bir akım olarak doğmuş olan İslamcılık akımı veya İslami hareket, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e oradan da günümüze kadar tartışılan, hakkında yazılıp çizilen en önemli akımlardan biri olduğu kuşku götürmez bir gerçeklik.
Kökleri 19’uncu yüzyıl öncesine dayansa da, modern anlamda düşünsel, toplumsal ve siyasal önermeleriyle gündemde yer etmiş olan bu hareketin; referans kaynakları, aktörleri, retoriği, temel yönelim ve hedefleri bağlamında Dünya ve Türkiye’nin epistemik ve ontolojik sahasında bir şekilde kendini bazen konuşturduğu bazen de öznesiz konuştuğu da bir başka gerçeklik olarak karşımıza çıkıvermekte.
Oryantalistlerden edebiyatçılara, siyasetçilerden gazetecilere, âlimlerden aydınlara, alaylısından mekteplisine, havasından avamına kadar bir yığın skalada kimi zaman yerli yerince kimi zaman da yersiz kimi zaman negatif kimi zaman da pozitif yönleriyle bir şekilde varlığından ve adından söz ettirerek konuşan ve konuşturan bir özne İslamcılık.
İslamcılık üzerine hiç şüphesiz Batı dünyasından İslam âlemine kadar birçok değerli isimle bu akımı konuşmak mümkünken, biz Independent Türkçe için sağ olsun rahatsızlığına ve kitap çalışmalarındaki yoğunluğuna rağmen Ali Bulaç ile konuşmayı tercih ettik.
Birçok sebebi olmakla birlikte en önemlisinin 50 yıldan fazla; fikri, siyasi, içtimai, felsefi, dini, ahlaki ve edebi alanda yazmayı, düşünmeyi, okumayı ihmal etmemiş; onlarca kitap ve dergiyle Türkiye düşünce hayatına damga vurmuş, üstelik kendini ortaokuldan beri İslamcı olarak nitelendirmiş bir entelektüel Müslümanla konuşmayı seçmemiz sanırım herkesçe makul ve makbul karşılanacaktır.
Ali Bulaç ile çok başlıklı bir röportajı değil, tek başlıklı bir röportajı; yani tematik bir röportajı gerçekleştirmeyi yeğledik.
Yeğlediğimiz bu tema da; salt İslamcılık akımı üzerine konuşmak olduğudur.
Eğer becerebilirsek ve muhataplarımız da davetlerimizi kabul ederlerse Ali Bulaç dışındaki diğer birçok değerli İslamcı aktörlerle konuşarak bunu bir dizi halinde sürdürmek niyetindeyiz.
Ali Bulaç ile kuşkusuz güncel siyasal meselelerden tutun ekonomik ve kültür dünyasına değin birçok aktüel tartışmalara ya da Yeni Şafak ve Zaman gazetesinde yazdığı dönemdeki düşünsel yazılarından şu anda yargılaması devam eden davasına kadar birçok başlığa yer vermedik.
Çünkü tematik bir röportaj olmasına özen gösterdik.
İslamcılık akımı veya İslami hareket üzerine olan bu röportajımızda Bulaç’la; düşünsel ve siyasal duruşunu, İslamcılık akımının doğuşunu, İslamcılığın temel aktörlerini, retoriğini, referans kaynaklarını, zaaflarını, imkânlarını, liberalizm ve sosyalizmle olan ilişkisini, Türkiye-İran-Mısır ve Hind Alt kıtasındaki İslamcı hareketleri, İslamcılığın Kürt Sorununa bakışını, Batı aydınlanması ve düşüncesine yönelik bakışı, İslam-Demokrasi ilişkisini, hala neden İslamcılığı savunduğunu ve son olarak “İslamcılığın öldüğü”; “Siyasal İslam’n İflası” ya da “Siyasal İslam’ın çöktüğü” tartışmalarına yönelik bakışını içeren uzunca ama oldukça kavramsal, tarihsel, düşünsel ve katmanlı bir yolculuğa çıktık.
“İslamcılığı, ortaokulda bir düşünce ve sosyo-politik ideoloji olarak benimsedim”
– İlk kitabınız 1969 yılında “Rüzgâr Şarkıları”, son kitabınız ise 2021’de “Kürtler Nereye?” ismiyle yayımlandı. 1976’da Düşünce Dergisi ve Düşünce Yayınlarını kurarak; aktüel, edebi, fikri, siyasi, dini, felsefi ve içtimai yazı serüveniniz şimdilerde farklibakis.net düşünce sitesinde sürdürüyorsunuz. Bize şöyle 55 yıllık yazı ve düşünce serüveninizi belli kilometre taşlarıyla dile getirmenizi istesek bize nasıl bir Ali Bulaç portresi çizersiniz?
Fikri olarak hayatımda belirgin diyebileceğim inişler çıkışlar, zikzaklar yok. Daha Mardin İmam Hatip’te ortaokulu okurken, İslamcılığı bir düşünce ve sosyo-politik ideoloji olarak benimsemiştim. O günden beri bu çizgi üzerinde ilerlemeye devam ediyorum.
Elbette zaman içinde düşünce hayatında birtakım revizyonlar, düzeltmeler olur, bunları bir inkişâf ve kemale doğru çabası olarak görmek lazım.
Bir fikri veya ideolojiyi benimsemek önemli bir iştir lakin bu ideoloji sonuçta bir yorum ve bilgilenme olayıdır, bunu unutmamalı.
Aksi halde mesela İslamcı iseniz, sizin dinden anladığınızın hasılası olan düşünceniz dogmalaşır, böylelikle mutlakiyetçi bir zihin kazanmış olursunuz ki, bu hem referans aldığınız İslam’a, hem kendinize yazık (zulüm) etmiş olursunuz.
Beni dogmatik ve mutlakiyetçi olmaktan koruyan şey, ilahiyat yanında sosyoloji okumam oldu. İstanbul Üniversitesi Sosyoloji bölümünde okumanın yanı sıra; psikoloji, sistematik felsefe, antropoloji dersleri ve sertifikaları da aldım.
Bunun yanında 1970’lerde 6 ay Marxist kitaplar okudum, sabahları ise sadece Kur’an okurdum. Sonra Batı Felsefe tarihini okumaya karar verdim. Beni en çok cezbeden Antikçağ Yunan filozofları oldu.
İki senedir “Felsefe Dersleri” adı altında Antikçağ Yunan filozoflarını “Tevhid, Nübüvvet ve Ahiret” açısından yeni bir okumaya tâbi tutmaya çalışıyorum.
Benim belli başlı bir uzmanlık alanım yok. Din, İslam tarihi, tefsir, hadis, kelam, İslam düşüncesi, mezhepler, tasavvuf, Ortadoğu, Batı felsefesi, sosyoloji, hukuk felsefesi, fıkıh usulü, siyer, tarih vd.
Bu alanlarla ilgili okumaları eksik etmedim, halen en önemli meşgalem kitap okumaktır. Kendimi iyi bir yazardan çok, iyi bir okuyucu görürüm. Güncel, bölgesel ve küresel olaylar ile siyasetle de ilgilendim.
Fikri hayatımda bir pişmanlığım var, o da gazete köşe yazarlığı ve televizyon programı yapmaktı. Buna mecburdum zira bürokrasiden, ticaretten ve aktif siyasetten uzak durunca geçim konusu bir sorun olarak karşınıza çıkar.
Köşe yazarlığı sayesinde hamdolsun büyük maddi sıkıntı yaşamadım. 12 Eylül 1980 askeri dönemde hapis yattıktan sonra geçim meselesinin ne kadar büyük olduğunu anladım, sonuçta evde evlad-u iyala ekmek götürmek zorundasınız.
Köşe yazarlığı ile bu sorunu aştım ama benden çok şeyler götürdü, defalarca yargılandım, hapis yattım. En önemlisi köşe yazarlığı vaktimin bir bölümünü aldı.
Gerçi yazılarımın kahir ekseriyeti ileride kitaba dönüşecek şekilde ayarlanmıştı ama yine de güncel siyaset benden çok şey aldı.
“Müslüman üç amelden emekli olmaz: İbadet, ilim ve cihat”
Yaşım yetmiş, isterdim ki sürekli ders verdiğim öğrencilerim olsun, maalesef ders verecek bir mekân yok. Kitaplarım örtük boykot altında. Hamdolsun maddi ihtiyacım da yok.
Aklımda hep Müslümanların sağlıklı bir zihin dönüşümü yapacakları projem vardı, değil şimdi bunu hayata geçirmek, ders verecek mekân bile bulamıyorum.Zoom üzerinden birkaç arkadaşıma ders vermekle yetiniyorum.
Benimle İslamcı mücadeleye katılan çok sayıda arkadaşım siyasetin ve bürokrasinin zirvesine tırmandılar, bir bölümü servetlerini hesaplayamıyor.
Kitlesel bir irtidat hali yaşıyoruz. Genç nesillerimiz derin bir zihinsel ve ruhsal kriz içinde, bu statü ve servet sahibi eski İslamcıların sadece konfor içinde yaşamak dışında kaygıları kalmamış.
Çoğu eski İslamcıların maddi olarak her şeyleri var, bütün arzularını gerçekleştirmişler, ama dramatik bir tükenmişlik sendromu içindeler.
Müslüman üç amelden emekli olmaz: İbadet, ilim ve cihat. Bunlar son nefese kadar sorumluluk olarak devam eder.
“İslamcılık mü’min olmanın kelami/felsefi mertebesi, sosyo-politik ve maddi idealidir”
– Bir söyleşinizde “Fikri hayatıma İslamcı olarak başladım, 70 yaşındayım, yazı hayatımda çeşitli inkişaf ve tekâmüller olmakla beraber çizgimde temel bir sapma vuku bulmuş değil” diyorsunuz. Ali Bulaç bugün içinde kendini İslamcı olarak konumlandırıyor mu? İslamcı kime denir? İslamcı-Müslüman ayrımı doğru mu? Doğru ise ayrışan ve örtüşen yönleri neler?
“Müslüman” kendini Müslüman olarak takdim edendir; İslamcı ise İslam dininin temel kaynaklarından, özellikle Kur’an’dan ve Sahih Sünnet’ten hareketle yeni bir insan, toplum ve dünya tasarlama, bu tasarıyı hayata geçirme iddiası, davası ve duasıdır.
Kur’an, “iman” ile “İslam” arasında ayırım yapar. Müslüman olmak başka mü’min olmak başka.
İslamcılık Mü’min olmanın kelami/felsefi mertebesi, sosyo-politik ve maddi idealidir. Her mü’min Müslümandır ama her Müslüman, Mü’min değildir.
Hatta Medine’de siyasi birliğe muahid olarak katılan “Müşrik Müslümanlar” diyebileceğimiz bir sosyal blok vardı.
Ancak ben kendini Müslüman gören herkesi Müslüman görürüm ve Müslümanların lehinde ve aleyhinde olanları onun da lehinde ve aleyhinde telakki ederim. Kimseyi tekfir etmeye yetkimiz ve hakkımız yok.
“Şahsi kanaatime göre her mü’min-Müslüman, bittabi ve bizzarure İslamcıdır”
Benim şahsi kanaatime göre her Mü’min-Müslüman bittabi ve bizzarure İslamcıdır. Çünkü din, dünyevi hayatımızı itikad, ahlak, ibadet, muamelat ve ukubat alanlarını düzenleyen bir anlam ve yol haritasıdır.
İslamcı olmak tarihsel İslam’dan tümden kopuk değil, ama tekrarı da değildir. Tecdid, Islah ve İhyacı boyutları ya da versiyonları vardır.
Tabii ki modern hayatın Müslüman dünyası tarafından trajik biçimde algılanması üzerine tarih sahnesine çıkmış bulunmaktadır.
Osmanlı’nın Batı karşısında askeri, ekonomik ve politik yenilgilere uğraması, iktidar seçkinlerini yeni arayışlara sevk edince Batıcılığa paralel olarak İslam’ın ana kaynaklarına dönüp, yeni düzenleme yapma ihtiyacı ortaya çıkmış oldu.
İslamcılığın içinde aktığı mecra da tarihsel ve toplumsal bir durumda ortaya çıktı.
Bu anlamda İslamcılık modern bir akımdır, aynı zamanda modernliğe bir cevap ve meydan okumadır. Ancak bu durum tespiti bizi yanıltmamalıdır:
a) İslamcılık modern menşe’li hegemonik söylem ve sistemlerin teyidi, uzantısı veya meşrulaştırıcı çerçevesi değildir.
b) Marksizm-sosyalizm gibi sistem-içi muhalefet biçimi değildir.
c) Retçi-entegrist değildir.
Benim benimsediğim İslamcılık ‘müteal/aşkın olan’a ‘var olanı aşmak’ suretiyle uruc etme/yükselme çabasıdır.
Onu ortaya çıkartan şartlar dolayısıyla zamansal/yatay olarak rucu’ değil, ahlaki/dikey olarak urucdur.
İslamcılığın urucu, modern durumda Allah’a rucu’dur, bu açıdan Aydınlanma’nın şekillendirdiği zamanın kültürel algılarına, hegemonik modernliğe eleştirel bakar; epistemolojisi ve politiği diri, işlevsel, değişimci ve dönüştürücüdür.
Belli başlı meşru versiyonları Islah, İhya ve Tecdittir. Ben kendimi Islahçı versiyonuna daha yakın buluyorum.
“Gayrimüslimler siyasi birliğin yani ümmetin üyesidirler; muahiddirler, zımmi değildirler”
– 19’uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan İslamcılık hareketine dair birbirinden oldukça farklı okuma biçimleri var. Modern(ist) proje, Reaksiyoner proje, Tecdid ve Islah projesi, İnkılapçı/devrimci proje vs… Sizin okuma biçiminiz nedir? İslamcılığın doğduğu tarihsel, toplumsal ve siyasal şartlarını bize nasıl resmedersiniz?
Kendi tanımımdan üç gaye çıkarıyorum:
a) Dünyanın Kur’an ve Sünnet perspektifinden okunması,
b) Bireysel, ailevi, toplumsal, bölgesel ve küresel ölçeklerde Müslüman’ca bir hayatın mümkün hale getirilmesi. Siyaset bunun yegâne değil, ama etkili enstrümanlarından biridir,
c) İslam Birliği’nin kurulması.
Birlik bütün dini, etnik ve mezhebi unsurları içine alması bakımından “İttihad-ı anasır-ı İslam” olarak anlaşılmalıdır. Bu formül hiçbir Müslüman kavmi dışarıda bırakmaz, tek bir kavmin hegemonyasına da kapalıdır.
İslam Birliği şemsiyesi altında gayrimüslimler de eşit ortaklar olarak siyasi birliğin üyesi olarak yer alırlar ve akdedilmiş sözleşmeye riayet edildiği müddetçe Müslümanlarla gayrimüslimler eşit hak ve sorumluluklara sahiptirler.
Gayrimüslimlerde siyasi birliğin yani ümmetin (el camia) üyesidirler; muahiddirler, zımmi değildirler. “Medine Sözleşmesi” adlı kitabımın birinci bölümünde bunun temellendirmesini yapmaya çalıştım.
Belirtmek gerekir ki, sivilleri hedef alan, İslam’ın ana savaş hukuk kurallarını ihlal eden hiçbir eylem meşru değildir. Helale haram yoldan gidilmez.
Müslümanlar sadece ülkeleri saldırıya uğradığında, işgal edildiğinde veya böyle bir tehlikenin vaki olacağı kesin delillerle ortaya çıktığında cihad ederler. Cihad şiddet ve terör değildir, meşru savunma hakkının kullanımıdır.
Tarihteki fetihlere cihad diyecek olursak, bu bizi hükümranlık, cihangirlik, ganimet ve nüfuz amacıyla yapılmış savaşları meşrulaştırmaya götürür.
İslam’ın yayılma enstrümanı fetih değil, beşeriyetin vicdanını ve selim aklını harekete geçiren doğru sözdür ki, bu vahyin tebliği demektir.
“Birinci nesil İslamcılar; Kur’an ve sünnete dönüşü, içtihadı ve cihadı öne çıkardılar”
– Gerek yazılarınızda gerek Hilal TV’deki Abdurrahman Arslan ile yaptığınız programda, şimdilerde ise TV5’te Ümit Aktaş ve Kadir Canatan ile sürdürdüğünüz yayınlarınızda, İslamcılığı üç döneme veya üç başlık içerisinde analiz eden bir perspektifiniz var. Bize bu üç dönem İslamcılığın; referans kaynaklarını, retoriklerini, aktörlerini ve temalarına dair nasıl bir çerçeve çizersiniz?
Başka bir vesile ile ele aldığım konuyu burada da tekrar edeyim:
İslamcıların üç ana dönemde üç nesil olarak birbirlerini takip ettiklerini düşünüyorum:
Birinci Nesil İslamcılar 1850-1924; İkinci Nesil İslamcılar 1950-2000 yılları arasında rol oynadılar.
21’inci yüzyılın ilk yıllarından başlamak üzere Üçüncü Nesil İslamcılar ise yakın tarih sahnesine çıkmış bulunuyorlar.
Anlaşılır olması bakımından her neslin diğeriyle ilişkisini ve kendi içindeki fikri ve politik konumunu ortaya koyabilmek için bazı kriterlere ihtiyacımız var.
Ben söz konusu kriterleri “referans çerçevesi; politik tema-yönelim; önderlik profili” şeklinde belirleyebileceğimizi düşünüyorum.
Buna göre:
1850-1924 yılları arasında rol oynamış bulunan birinci nesil İslamcıların referans çerçevesi “Kur’an ve Sünnet’e dönüş”tür.
Bununla bağlantılı olarak ilk nesil İslamcılar “içtihad kapısının açılması” ve “cihad ruhunun uyandırılması” hedeflerini öne çıkarıyorlardı.
Onların bakış açısından içinde bulunduğu zayıf durumdan kurtulması için Osmanlı devleti reform yapacaksa ulemanın Kur’an ve Sünnet’e dönüp “içtihat yapma” zarureti var.
İçtihat yapılmadığı zaman Batı’dan gelen reformlar olduğu gibi kabul edilecek, bu da laikliğe zihni ve hukuki müsait zemin hazırlayacaktır ki, aynen böyle olmuştur.
“Cihat ruhunun uyandırılması”ndan anladıkları şey ise sömürgeciliğe karşı fiili savaş ve sosyo-ekonomik kalkınma hamlesinin manevi motivasyonu idi.
1979 İran İslam Devrimi’nin ardından İmam Humeyni’nin önderliğinde kurulan Cihad-ı Sazendeki’nin ilham kaynağı buydu.
Birinci nesil İslamcıların politik tema ve yönelimleri “devletin kurtarılması” idi ki, söz konusu olan devlet kurucu ideolojisi ve meşruiyet çerçevesi İslam olan ve başında Müslümanların halifesi bulunan Osmanlı devleti idi. Osmanlı sonuç itibariyle Daru’l İslam’dı.
Devlet zaafa uğramıştı, onu Batı’yı olduğu gibi taklit ederek kurtarmak mümkün olamazdı, kurtuluş İslam’ın asli kaynaklarına dönmekte yatıyordu.
İlk nesil İslamcıların entelektüelleri, kanaat önderleri ve politik sözcüleri “ulema-aydın profili”ne sahipti.
Hemen hemen hepsi İslami ilimlere, İslam tefekkürüne ve İslam tarihine vâkıf kimselerdi.
Bunun yanında Batılı eğitimden geçmişlerdi. Her iki dünyayı az çok tanıyan bu insanlar hem Emevi-Abbasi uleması gibi kamusal alanda mücadele ediyor hem de Osmanlı resmi ulemasından farklı olarak “sivil karakterleri”ni koruyabiliyorlardı.
Bu, Osmanlı devlet yöneticileri ve resmi ulemasının–en belirgin olanı II. Abdülhamit idi- onlardan hazzetmiyordu.
İlk nesil İslamcılar Çanakkale Savaşı’nın mağduru oldular, onbinlerce İslamcı şehit oldu, 1925 Takrir-i Sükûn ve tek parti yönetiminde tasfiye edildiler.
Söz konusu radikal tasfiyeden sonra İslamcılık 1950’ye kadar derin bir uykuya yatmış oldu; ulema ve fikri/entelektüel önderliği zayıf bir halk dindarlığı olarak kaldı.
“İkinci nesil İslamcıların referansı, modern ulus devlet, yönelimleri ise İslam devletiydi”
1950-2000 yılları arasında sahneye çıkan ikinci nesil İslamcıların referans çerçevesi “modern-ulus devlet” ve filtresiz modernleşme oldu.
İnsiyaki olarak meşruiyet krizini aşma kaygısıyla Batılı sosyo-politik yapıları İslamileştirme çabasına büyük önem verdiler.
Bu dönem İslamcılarının zihin evreninde bilgi, eğitim, toplumsal kurumlar, siyaset, devlet, iktidar ve ekonomik gündem esas itibarıyla Batılı karakterde teşekkül etti.
Ancak bu ya “İslami renge büründürüldü” ya da yan tarafa “icad edilmiş ahlaki-manevi/imani-metafizik özerk alanlar” ilave edildi.
İkinci nesil İslamcılarda ana politik tema ve yönelimi “İslam devleti ve İslam toplumu”dur.
Bu dönemde Türkiye, İran ve Afganistan’da totaliter-baskıcı rejimler İslam’a karşı tasfiye politikalarını “devlet merkezli” yürüttüler. Hukuk, eğitim, iktisadi eşitsizlik ve kültür en etkili enstrümanlar olarak kullanıldı.
Bu üç ülkenin dışındaki Arap ve İslam coğrafyası ise sömürgeciliğe karşı fiili mücadele vermekle meşguldü, sömürgecilikten kurtuluşun arkasından gelecek olan “yeni ulus devlet”ten de başkası olmayacaktı.
Bu zihni ve pratik konjonktürde hem hilafet ilga edilmiş hem baskı ve sömürgecilik altında inleyen Müslümanlar, ilk Hıristiyanların Roma’yı zihinlerinde yüceltip onu “Dini Vatikan’da tecessüm ettirmeleri” gibi, modern ulus devleti İslamileştirme sürecine girmişlerdir.
Bu nesil İslamcılarının önder profili İslami ilimlerden habersiz, İslam tefekkürünü bilmeyen, İslam tarihiyle teması zayıf; ancak Batılı eğitimden geçmiş bilim adamı, mühendis, doktor, hukukçu, edebiyatçı, şair, gazeteci gibi mesleklerden gelme “aydınlar, akademisyenler ve modern iktidarı hedeflemiş siyasetçiler”dir.
Bu arada şairler ve deneme yazarları, cemaatlerin ve tarikatların hocaları/vaizleri, İslamcılığı, dini hayatı duygu yüklü bir hitabet sanatına çevirdiler.
“Üçüncü nesil İslamcılar, referans ve ideallerine sadakat göstermekle beraber değişime açıktılar”
Türkiye ve İran’da üçüncü nesil İslamcıların dönemi ise 21’inci yüzyılın ilk yıllarında başlar.
Sembolik tarih 1997’dir. Bu tarihte Türkiye’de 28 Şubat postmodern darbe, İran’da çapraz olarak Muhammed Hatemi Cumhurbaşkanı oldu.
Mısır’da üçüncü neslin sahneye çıkışı Tahrir Meydanı’dır. Modern tarihte Türkiye, İran ve Mısır arasındaki ana kırılmalar birkaç sene ara ile ama zamansal olarak paralel vuku bulur.
“Referans çerçevesi, parametreler ve ana idealler” sabit olmak kaydıyla İslamcı yürüyüşte tarihsel ve toplumsal durumlara paralel değişimlerin yaşanması doğaldır, hatta olması gerekendir.
Eğer bir hareket tarih içinde kendi kaynaklarına ve hedefine sadakat gösterip akıyorsa, kendi asli mecrasını, yani geleneğini koruyup değişiyor demektir.
İslamcılığın tarihinde ikinci nesilden üçüncüsüne geçişin, kendi geleneği içinde kaynaklara ve hedefe tam sadakati gösterip göstermediği sorulmaya değer.
İkinci nesil İslamcılar, kendilerini ciddi bir öz eleştiriye tabi tutabilselerdi şu zaaf noktalarının üçüncü nesle miras olarak devredilmemesi gerektiğini de tespit edebilirlerdi:
1) İkinci nesil İslamcılar, birinci nesilden “gelenek düşmanlığı”nı kötü bir miras olarak devralmışlardı. Kendini tarih içinde köklerine bağlı kalarak üreten ve sürdüren “ümmetin örfü ve sahih gelenek” ile “gelenekçilik ve bunun ürünü entegrizm” arasında gerekli ayırımı yapmadılar.
Bu onları tarihte birer bid’at hareketler şeklinde algılanmalarına, zaman zaman da “radikalizm”e sürüklenmelerine yol açtı. Batı modernizmi oryantalist ve hegemonik varlığını “gelenek düşmanlığı” üzerinden yürütür ki, bunun en erken İslamcıların farkında olması beklenirdi.
Halen tarihselciler ve modernist rasyonalistler “Sünniliğe ve Şeriat’e karşı” başlattıkları mücadelede bu gelenek düşmanlığının etkisindedirler.
2) İslamiyet’i aşırı bir biçimde politize ettiler; tarihte iyi kötü kurulmuş bulunan “sivil İslam-resmi İslam” arasındaki dengeyi kendi faaliyet gösterdikleri coğrafyalarda gösteremediler.
Aşırı politize durum, fikri-entelektüel ve sosyal-sivil İslam’ı, kendi hegemonyası altına aldı, kendine benzetti, içini boşaltıp politik toplumun hizmetine sundu.
“Politik İslamcılık, dinin; manevî, irfani ve ahlaki boyutuna bigâne kaldı”
3) Söylemi ve retoriği aşırı biçimde politize edilmiş İslamcılık, tasavvufa, dinin manevî, irfani ve ahlaki boyutuna, kelama ve felsefeye bigâne kaldı, hatta ıslah yoluna gidileceğine husumet beslendi.
Bu yüzden Aydınlanma felsefesine yeterli düzeyde entelektüel, felsefî ve fikrî cevap verilemedi. Politik öncelik her şeyin önüne geçti, bu da derinliksiz, kültürel bakımdan yoksun siyaset biçimlerini ve siyasetçileri öne çıkardı.
4) Tanzimat ve Türk modernleşmesinin derin etkisinde İslamcı söylem de, genellikle şair, hikâyeci ve edebiyatçıların inhisarında kaldı.
Oysa Abbasi modelinde; sanat, edebiyat ve şiirin felsefe, bilgi ve hikmet havzalarıyla kurulan temasta ve sağlanan alışverişte sıfır etkisi söz konusudur.
Bugün de özellikle Türkiye İslamcılığının en büyük handikabı ve zaafı hâlâ şairlerin, öykücü ve edebiyatçıların blokajı altında olup kelami ve usuli temeli olmayan, gerçek entelektüellerden ve âlimlerden yoksun oluşudur.
Türkiye Müslümanlığı duyguya hitap eden retorik Müslümanlığından bir türlü kurtulamıyor; fikir ve bilgiye gerekli ilgiyi gösteremiyor.
Söz konusu konularda gerekli kritiği yap(a)mayan İslamcılar, bir anda önlerine çıkan iktidar fırsatıyla karşılaştılar.
Bu, onların iktidara olan aşırı talepkârlığı dolayısıyla iktidarın modern, eşitliksiz yapısını sorgulamadan kabullenmelerine yol açtı.
“Üçüncü nesil İslamcılar; siyaset ve iktidarı doğru analiz etselerdi, adalet, ahlak, hukuk ve ihtiram eksenli bir Medine kurabilirlerdi”
İktidarı altın tepsi içinde getiren unsur dindar çevrelerin, halkın yüz senedir çektiği sıkıntılar, adalet ve hukuka, adil gelir bölüşümüne, yaptıkları vurgu idi.
Ama bunun kadar önemli unsur, merkez sağ ve merkez sol partilerin çevrede birikmiş beşeri muazzam enerjiyi doğru algılamakta ve anlamakta içine düştükleri zaaftı.
Çevrenin beşeri enerjisi merkezi tarumar edecek kadar güçlüydü, ancak bu enerjiyi İslamcılık yönlendiremedi, bedevi karakteri baskın çıkıp kentin yağmalanmasına dönüştü.
Eğer Üçüncü Nesil İslamcılar devlet, siyaset ve iktidar üzerinde kelami ve fıkhi doğru analizler yapabilselerdi, bedevi karakter yerini adil, ahlaki formasyonu yüksek, hukuku yücelten ve ihtiramı öne çıkaran medeni bir sosyo-politik düzen (Medine) kurulabilir ve bu hem İslam dünyası için bir örnek hem küresel düzeyde liberalizmin yol açtığı sorunların aşılmasında bir ilham kaynağı olabilirdi.
Bu olmadı, bunu başaramadık. Bedevi periferinin enerjisi hem içerde hem dışarıda infilak etti. Bölgede ilk ceremesini bize büyük sevgi ve umut besleyen Suriye halkı çekti.
“Bizi Anadolu’ya hapsetmek istiyorlar, biz olmadan bölgede yaprak kımıldayamaz, Araplar bizi bekliyor, kişi düştüğü yerden ayağa kalkar, gönül coğrafyamız, biz kabile değiliz devlet geleneğimiz var” vb. retorikleri hatırlayalım.
Böylelikle:
a) İslamcılık modernliğe sahici bir cevap geliştiremedi; “birey, sekülerlik ve ulus devlet” parametrelerini veri kabul edip muhafazakârlaştırmakla yetindi.
İslamcıların, iktidarla beraber devletçi ve milliyetçi, reel politikçi, kimi zaman küresel ittifakçı, kimi zaman bölge üzerinde hegemonyacı kesilmelerinin gerisinde böylesine zihnî bir zaaf yatmaktadır.
b) Bununla bağlantılı olarak Kur’an ve Sünnet’e dönüş ideali gündemden düşürüldü; içtihat kapısına uğranılmadan liberal politikalar benimsendi; kötü ve sahte örneklerin de etkisiyle cihad neredeyse “şiddet ve terör” addedilip unutturuldu.
c) İnsan-aile, cemaat-toplum ilişkileri ve sosyo-politik kurumlar İslamî çerçevede yeniden ve fakat yanlış olarak tanımlandı.
“Gezegen ölçeğinde işler yolunda değilse, bu batı aydınlanmasının iç enerjisini tüketmesiyle ilgili”
– Türkiye’deki İslamcı hareketi; Mısır, İran, Tunus ve Malezya İslamcı hareketi ile mukayese etmek gerekirse; retorik, metodik, politik ve sosyolojik olarak ayrışan ve benzeşen yönleri neler acaba?
İslamcı hareketlerin altı havzasından söz edilebilir: Arap âlemi, Türkiye, İran, Hind Yarımkıtası, Malezya-Endonezya ve Batı dünyası (ABD-Avrupa). Her bir havzanın kendine özgü bir üslubundan söz etmek mümkün; lakin hem avantajlar ve sıhhat olmaklık, hem de dezavantajlar ve zaaflar bakımından neredeyse ortak özelliklerinden bahsedebiliriz.
İslamcı hareketler yeterince farkında oldukları zaman avantajları için şunlar söylenebilir; Kur’an ve Sünnet’i eksen almaları, tarihi tecrübemizi kritik etmenin gerekliliğine inanmaları ve ağırlıklı olarak Batı modernitesi karşısında hem direniş hem diriliş performansı göstermeleridir.
Eğer gezegen ölçeğinde işler yolunda gitmiyorsa, bu, tabii ki batı Aydınlanmasının iç enerjisini tüketmesiyle ilgilidir.
Modern dünyanın askeri, politik, teknolojik ve ekonomik üstünlüğü tartışılmaz, buna dayalı kültürel hegemonyadan da söz edilebilir ama hegemonyayı yani kültürü genel geçer akçe kılan tahakkümdür.
Benim kriterim şudur: Bir havzada filozof-entelektüel yetişmiyorsa o havza zihinsel enerjisini tüketmiş, ruh-heyecan ve akıl çağından kalma sermayeyi tüketmeye başlamış demektir. Batı modernitesi filozof yetiştiremiyor.
İslam dünyası büyük bir sancı yaşıyor. 7-8 alanda süren çatışmalar bir doğumun belirtileridir. Kurun-u vusta perspektifinden baktığımızda Hikmet’in ana yurdu Mezopotamya’dan Mısır’a ve oradan İtamya ve Yunan’a geçti.
8’inci yüzyıldan başlayarak tekrar anayurduna geldi, ardından kısa sürede Sicilya ve İspanya üzerinden Batı’ya geçti.
Batı’daki işini tamamladı, şimdi bir kere daha ana yurduna dönme aşamasına girmiş bulunuyor. Hikmeti kelami/felsefi ve fıkhi entelektüel derinliği olan İslamcılık diriltecek, yeşertecektir.
“İslam Düşüncesinde Din/Felsefe Vahiy/Akıl İlişkisi” kitabını yazmamın iki sebebi vardı: Biri İslam düşüncesinde iman ile akıl arasında bir çatışmanın mevcut bulunmadığını, diğeri yeni bir kelami/felsefi paradigmanın hikmetin ilk anayurdu Mezopotamya, yani İslam dünyasında neşvünema bulacağını anlatmaktı.
Yüce Allah “günleri insanlar arasında döndürür dolaştırır.” Hikmet Kurun-u vustada İbrahim aleyhisselamın tevhid diliyle formüle edilmişti; Kurun-u uhra’da hikmeti gündönümünün ikindi vakti Peygamberi (Nebiyyü’l asr) tarafından diriltildi.
Kelam, felsefe, fıkıh, tefsir ve Kur’an tefekkürünün tarihsel rolünü oynamasının yegane yolu otokrat rejimlerin değişmesinden, diktatörlüklerin sona ermesinden geçer.
“Tıkanan felsefiyi canlandırmanın yolu; Pisagor ve el-Kindi’nin yaptığı gibi felsefeyi çıkış noktasına yani hikmete irca etmektir”
– “İslam Düşüncesinde Din/Felsefe Vahiy/Akıl İlişkisi” kitabınızı 90’ların sonunda şimdilerde Gelecek Partisi’nde siyaset yapan bir İslamcı hediye ettiğinde, heyecan duymuştum. İslam felsefesiyle daha bir haşır-neşir olmamı sağlamıştı bu kitabınız. Sizi İslam Felsefesiyle ilgilenmeye iten saik neydi?
Müslüman filozoflar felsefe tarihine muazzam katkılarda bulundular. Batılılar Müslüman Meşşaileri Yunan ile Avrupa arasında bir tür aracılar-postacılar gibi görüyor.
Bertrand Russel, üç ciltlik Felsefe Tarihi kitabında İslam felsefesine birkaç sahifelik yer veriyor. Oysa bu öyle değil.
Müslüman filozoflar, Yunan felsefesinde yer almayan Vahiy ve Nübüvvet konusunu dâhil ettiler ve esasında kadim vahiy öğretilerinden beslenen Yunan filozoflarının hikmet merkezli felsefe geliştirdiklerini ortaya koymaya çalıştılar.
Antikçağ Yunan filozoflarından Pisagor, Parmanides ve Sokrat gayet sarahatle tabiat ötesi âlemden ve varlıklardan vahiy aldıklarını söylemektedirler.
Tanrılar, ne oldukları pek bilinemeyen Titanları evrenden kovmuşlardı. Doğu-Mezopotamya hikmetinden ilham alan Yunan filozofları Tanrıları evrenden kovdular, akla itibar kazandırdılar.
Ancak Meşşai felsefe, Gazali’nin şiddetli eleştirileri karşısında dayanamadı. Gazali, eleştirilerinde haklıydı lakin Meşşaileri üç konuda tekfir etmekle çok yanlış yaptı, Selçuklu Hanedanının ve Nizamülmülk’ün politik kaygıları doğrultusunda davrandı.
Farabi ve İbn Sina sadece Müslümanların değil, dünya tarihinin en büyük filozofları arasında yer almayı hak etmektedirler. Ancak Gazali’ye bu iki filozoftan çok El Kindi güçlü mukavemet gösterebilirdi.
El Kindi, ilk Müslüman filozoftur ve Kur’an öğretisi doğrultusunda yeni bir felsefi çığır açabilecek genişlikte bir birikime ve zenginliğe sahiptir. Gazali karşısına bir Kindi çıkmadı.
Kişisel olarak ben Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd’e büyük saygı duyarım ama kendimi daha çok Kindi’ye yakın hissederim. Bugün yapmamız gereken Pisagor ve Kindi’nin yaptığı gibi felsefeyi asıl çıkış noktasına, yani hikmete irca ederek yeniden diriltmek olmalıdır.
Meşşaileri, Eş’ari ve Maturidi ile Mutezile’yi, İbn Arabi ve Gazali’yi yeni bir okumaya tabi tutmalıyız.
Bunu başarabilirsek, bir yandan düşünce tarihimizi vahiy-akıl ve fıtrat temelinde kritik edebileceğiz, diğer yandan dünyada büyük tıkanma yaşayan entelektüel/felsefi hayatın yeniden canlanmasına katkı sağlayabileceğiz.
“Arap âlemindeki istibdat rejimleri, batının desteğiyle, İslamcıların adil bir siyasi tecrübe koymalarına izin vermiyorlar”
– Felsefeye dair bu esaslı önermenizden sonra tekrar İslamcı akımların günümüz durumuna dönecek olursak; Türkiye, Mısır, İran ve Tunus’taki İslamcı tecrübenin akamete uğramasının sebebi nedir?
Arap âleminde İslamcılığın siyasi boyutu zayıftır, istibdat rejimleri batıdan destek alarak İslamcıların ciddi ve adil bir siyasi tecrübe koymalarına izin vermiyorlar.
Cezayir’de FİS ikinci tur seçimleri kazanacakken AB’nin desteğiyle askeri darbe ile engellendi. RP yine gayri tabii yollarla (28 Şubat) meşru ve iyi kötü giden bir iktidardan düşürüldü.
Mısır’da İhvan daha Bismillah dememişti ki, kanlı bir darbe ile altüst edildi. Tunus’ta Nahda’ya Batı kuşkuyla bakıyor, bir kaç ay önceki darbeyi yine sessizce geçiştirdi.
Siyasi gücün sahnedeki yerini hiç terk etmeyen havza İran’dır. 40 küsur senedir devrimi yapanlar duruma vaziyet ediyorlar. Orada da ciddi problemler var, bunları görmezlikten gelemeyiz.
Türkiye İslamcılığı sosyal, siyasi ve entelektüel düzeyde diğer havzalardan daha avantajlı durumdaydı.
Bu avantajını büyük ölçüde kaybetmiş olsa da, her zaman toparlanmak mümkün.
Şu anda üzerinde imali fikr etmemiz gereken dört örnek olay var: Türkiye, Mısır, İran ve Afganistan!
“İslamcılık ölmemiştir, ölmez. Çünkü referansı ebedi ve evrensel ruhtan neş’et eder”
– 90’larda Olivier Roy’un “Siyasal İslam’ın İflası” sonrasında 2000’lerde Mümtaz’er Türköne’nin başlattığı “İslamcılık Öldü mü?” tartışmalarının olduğu dönemlerde meseleyi ele alan yazılarınız olmuştu. Aynı söylem DAEŞ, El-Kaide, Taliban vb gibi Radikal İslamcı hareketlerin söylem ve uygulamalarından yola çıkılarak günümüzde de “İslamcılık projesi çöktü” şeklinde kestirmece ve kurgusal makro anlatılar sözkonusu. Fikri ve siyasi hareket olan İslamcılık sizce biter mi? Çöker mi? İflas eder mi? Burada tespit mi var yoksa temenni mi?
Benim katıldığım İslamcılık tartışmalarının tümünde öne sürdüğüm tez şu olmuştur: İslamcılık ölmemiştir, ölmez.
Çünkü referansı ebedi ve evrensel ruhtan neş’et eder. Yani Kur’an ve sahih sünnet! Mümtaz’er Türköne ile 2012 ve 2015’lerde yaptığımız tartışma bu minval üzere yürümüştü.
Lakin o günlerde iktidar etrafında kenetlenenler benim neden o zeminde tartışmaya katılıyorum diye büyük saldırılar yaptılar. Oysa tartışma Zaman gazetesinde yürüyordu lakin Gülen cemaati ısrarla İslamcılığın öldüğünü yaymaya çalışırken ben tam aksine ve ısrarla İslamcılığın Müslüman dünyaya hayat verecek yegâne iksir olduğunu savunuyordum, hala aynı kanaatteyim.
Olivier Roy, “böyle olacak” demiyordu “böyle olmalı” diye hedef belirliyordu. Büyük ölçüde dediği oldu, ben onunla bu konuyu bir sempozyumda tartıştım. İslam, ceza hukukundan ibaret değildir.
Ceza hukuku kamu hukukunun bir dalıdır ve Müslümanların tarihte kamu hukukları olmamıştır. İslam fıkhı, kamu hukukunun anayasa ve idare hukuku açısından son derece fakirdir, gelişme göstermemiştir, Tarihte gelişen ceza, vergi ve devletlerarası hukuk, o günün halife ve sultanlarına meşruiyetler, çıkış yolları tedarik ediyordu. Bu fıkıh bugüne ise bir şey söylemiyor.
“Üçüncü nesil İslamcılar, devlete sarıldılar kurtarıcı Mesih buymuş gibi, sonuç Abdülhamit modeline rücu etmek oldu”
Benim tezim şudur: Üçüncü Nesil İslamcılar, devletin, iktidar ve siyasetin yeni bir analizini, kritiğini yapacakları umudundaydım İlk Nesil İslamcılar devleti kurtarmak istiyorlardı, İslam’la devletin ıslah olabileceğini düşünüyorlardı; İkinci Nesil İslamcılar yepyeni bir İslam devleti tasarlıyorlardı.
Şu var ki, tarihi bizler yazmıyoruz, modern zamanların postmodern zamanlara evrilmesiyle küresel düzeyde yepyeni bir durum ortaya çıktı. Buna modernlik bağlamında modern durum diyebiliriz.
Bu konuyu “Din ve Modernizm” adlı kitabımda ele aldım. Bu aşamada Üçüncü Nesil İslamcılar iktidarı, devleti, siyaseti, toplumsal örgütlenmeyi yeniden kritik edip yeni modeller üzerinde imali fikr edeceklerken, İkinci Nesil İslamcıların tutku derecesinde arzu ettikleri devlete sarıldılar, sanki devlet, Müslümanların kurtarıcı mesihi, zuhur edecek olan mehdisiydi; büyük mücadelelerden sonra iktidar oldular ve fakat arkaik Abdülhamit modeline rücu ettiler.
Bu kırılma Olivier Roy’u haklı çıkardı. Bunda en büyük rol yetersiz İslamcı dindar siyasetçiler ve elbette politik toplumun memuru olmaya razı dünün İslamcı aydınları ile başlangıçta kendi yağıyla kavuruluyorken yerel ve merkezi iktidara kolayca eklemlenen cemaat ve tarikatlara aittir.
Kaynak: Farklı Bakış