Türkiye’de Medine Vesikası üzerine tartışmalar, sizin de çabalarınızla 90’lı yıllarda başlıyor. Daha çok sol entelijensiya ile karşılıklı tartışmalar çerçevesinde konu hararetle gündeme geliyor. 30 yıl sonra, geçtiğimiz aylarda Medine Sözleşmesi isimli kitabınız yayımlandı. Aradan geçen yaklaşık 30 yıl içinde Vesika’nın yeterince tartışıldığını, alternatif bir toplumsal proje imkânı açısından, özellikle akademi ve siyaset çevrelerinde yeterince değerlendirildiğini düşünüyor musunuz?
Teşekkür ederim, tabii ki düşünmüyorum. Önsözde de belirttiğim gibi yani her olayın ortaya çıkmayı beklediği bir vakti vardır, vakt-i merhun. Bu da böyle oldu.
Bilindiği üzere 19.yüzyılın son çeyreğinde Alman Oryantalist Julius Wellhausen vesikayı keşfediyor. Aslında bu biraz Amerika’nın keşfine benzer. Yani Kristof Kolomb ve Avrupalılar, Amerika’ya gitmeden önce bu kıta yerinde duruyordu, insanlar orada yaşıyordu. Ne zaman ki Avrupalılar oraya gitti, böylelikle kıta sanki varlık alanına çıkmış gibi oldu. Bu sözleşme de yerinde duruyordu; İbn-i İshak’tan rivayetle, İbn-i Hişam Siyeri’ne, Ebu Ubeyd’in Kîtabü’l Emvâl isimli eserine, bunu yekpare bir metin halinde almışlardı. Fakat biraz sonra açıklayacağımız sebeplerle her nedense bizim İslam bilginlerinin, siyerci ve tarihçilerin dikkatini çekmedi. Tabii bunun iki sebebi olabilir: Ya gözden kaçtı ya da aslında farkına vardılar da bunu anlamlandıramadılar.
Disiplinler açısından baktığımız zaman muhaddislerin zaten bu vesikaya ilgi göstermeleri beklenemezdi. Sebebine gelince biliyorsunuz, hadiste temel prensip isnattır. Yani bir rivayet geliyor, bu rivayeti Buhari’ye, Müslim’e, Tirmizi’ye kadar kim getirdi? Geriye doğru uzanan bir zincir var, muhaddis zincirin halkalarını takip ederek geriye doğru gider. Bu zincirde yer alan halkalar tek tek incelenir, rivayet metninin sıhhati artı 5, eksi 5 puan üzerinden hesaplanır. Mesela diyelim ki, râvi (rivayet eden) adil mi, adaletli bir insan mı, yalan söylemiş mi, büyük günah işlemiş mi, unutkan mı, herhangi bir kabileye asabiyet derecesinde mensubiyeti var mı gibi kriterleri kullanıp eldeki hadis hakkında puan veriyorlar. En yüksek derecede sahih hadis var, sonra sahih-hasen, derken en aşağıda uydurulmuş hadis yer alır.
Muhaddisler vesika metninin rivayetine baktıkları zaman yekpare olarak bu râvilerin isnat prensiplerine uymadığını görmüşler ve bunu bir kenara bırakmışlar. Fakat öyle olmakla beraber parça parça hadis kitaplarında bu vesika yer almış bulunmaktadır. Yani Vesika metnini beş on parçaya ayırdığımız zaman, her bir parçanın dağınık biçimde hadis kitaplarında yer aldıklarını görüyoruz. Hem de en güvenilir kaynaklarda, Buhari’de, Müslim’de vd. Demek ki muhaddislerin bu metne ilgi göstermemelerinin sebebi kendi yöntemleri ile ilgilidir. Yönteme sadakat açısından muhaddisleri bir ölçüde mazur görebiliriz.
Tabii ki yöntemin bu kadar öne çıkmasının tarihsel bir sebebi var. Biliyorsunuz başlangıçta Ehl-i Re’y, Ebu Hanife ve onu takip edenler, daha sonra ağırlıklı olarak Mu’tezilîler hadislere yüklenip ciddi eleştiriler getirdi, hatta Sufîer de hadis rivayetlerini küçümsemeye, muhaddislere “siz ölülerle uğraşıyorsunuz biraz dirilere bakın, gözünüzü bunlara çevirin” falan demeye başlayınca –ki aslında Sufîler çoğunlukla sahih olmayan hadisleri kullanmaktan da çekinmiyorlardı, bu da İslami tefekkür, irfan ve telakki açısından bir tehdit oluşturuyordu- bu sefer muhaddisler ‘metin kritiği’ni bırakıp ‘sened’ üzerine kapandılar. Buna göre bir hadis sened yönünden güvenilir yollarla geliyorsa sahih kabul edildi. O zaman muhaddisler senedi sağlam olan metni çok da didiklemeye gerek yok diye bir kanaate, bir tutuma vardılar. Bence bu, hadis tarihinde en büyük kırılmadır. Çünkü o güne kadar hadisler sened yönünden kritik edilirken, metin yönünden de kritik ediliyordu. Şöyle bir prensip vazedilmişti, -Mu’tezile’nin saldırılarına gelinceye kadar- deniyordu ki; bir hadis sened yönünden sahih olsa dahi, metin yönünden sahih değilse geçerli değildir. Bu çok önemli bir prensiptir. Yani râviler sağlam fakat metne baktığımız zaman metnin kendisi ikna edici değil.
Biraz konunun dışına çıkar gibi olduk ama bir iki cümle ile bunu da izah etmekte fayda var. Diyelim ki, matematiğin kurallarına aykırı bir metin geldi, sened sağlam, bütün râviler sapasağlam, ta sahabeye varıncaya kadar. Yani peygamberin ağzından ilk duyana varıncaya kadar sağlam rivayet, fakat iki kere iki beş diyor hadis. Usûlcüler diyor ki, hiç bunun senedi ile uğraşmaya gerek yok, çünkü iki kere iki dörttür ve bu bütün insanların kabul ettiği bir gerçektir, bu hadis uydurmadır diyorlar.
Ancak Medine Sözleşmesi’nin ilgi görmemesinin asıl sebebi, Muaviye’den başlamak üzere saltanat rejimlerinin, İslam tarihini, İslam siyasi felsefesini belirlemesi, domine etmesidir. Medine Sözleşmesi’nin ihtiva ettiği hükümler ve o hükümlere göre kurulacak bir toplum, saltanat ve hilafet rejimlerine tamamen aykırıdır.
Özetle şu önemli hususun altını çizebiliriz: Bir haber veya rivayet, sened yönünden sahih olsa dahi metin yönünden sahih olmayabilir. Rivayet, Kur’an’ın açık hükümlerine ve Resûlullah’ın bilinen tatbikatına aykırılık ihtiva ediyorsa; Mekke’de vefat etmiş bir sahabeyi Medine’de cereyan eden bir olayda aktör olarak gösteriyorsa; hadis bir kavmi, bir kabile veya herhangi bir toprak parçasını yüceltiyorsa; parçayı bütünden büyük gösteriyorsa, aklın ve matematiğin evrensel hükümlerine aykırı ise –mesela bin kişinin yan yana dursa ancak sığabileceği yerde 10 bin kişinin savaştığını söylüyorsa- rivayet uydurma kabul edilir.
“Gayrimüslimler Sözleşme’nin Eşit Siyasi Ortağıdır”
Buradan Medine Vesikası’na baktığımız zaman, aslında parça parça sahih olarak kendilerine gelmişse ve parça parça bunu kitaplarına almışlarsa, bir muhaddisin çıkıp vesikanın bu parçalarını bir araya getirip bir bütün metin çıkarması beklenirdi, bu olmadı. Bunu muhaddislerin bir zaafı veya usul eksikliği olarak görebiliriz. Ancak genel olarak Medine Sözleşmesi’nin veya vesika metninin ilgi görmemesinin asıl sebebi, Muaviye’den başlamak üzere saltanat rejimlerinin, İslam tarihini, İslam siyasi felsefesini belirlemesi, domine etmesidir. Medine Sözleşmesi’nin ihtiva ettiği hükümler ve o hükümlere göre kurulacak bir toplum, saltanat ve hilafet rejimlerine tamamen aykırıdır. Çünkü Muaviye’den başlamak üzere ağırlıklı olarak fetihçi bir politika takip edildi, gayrimüslimlerin Müslümanlaşmasına hoş gözle bakılmadı. Hatta Ömer bin Abdülazîz’e kadar -Hicrî 99 yılında vefat etmiştir-, gayrimüslimlerin Müslüman olmasına izin verilmedi; çünkü gayrimüslimlerden alınan cizye, zekâttan, öşürden daha yüksek gelir getiriyordu.
Ömer bin Abdülazîz Halife olunca dört büyük reform yapıyor. Bu uygulamalardan birinde diyor ki, “Allah peygamberini vergi tahsildarı olarak göndermedi. Bundan sonra kim istiyorsa Müslüman olabilir”.
Bir de şu var, gayrimüslimlerin Medine Sözleşmesi’ne göre İslamî bir şemsiye altında konumları azınlık ya da zımni değil. Siyasi birliğin ortağıdırlar, eşit ortağıdırlar. Bu hayli önemli ve şaşırtıcı bir konu. İslamî siyaset felsefemizde genel kanaat şudur ki; müşriklerle savaşılır, öldürülür, gayrimüslimler de zımnidir. Fakat Medine Sözleşmesi’nde müşrikler, özellikle Medineli muahid (sözleşmeli/anlaşmalı) müşrikler ve Yahudiler bu Sözleşme’nin siyasi ortaklarıdır. Nitekim 2. ve 25. maddelerde Sözleşme’ye katılanların diğer insanlardan ayrı bir ümmet olduğunu belirtmektedir. Buradaki ‘ümmet’ şüphesiz evrensel Müslüman kardeşliği değil, evrensel siyasi birlik manasındadır. Yani bu yepyeni bir siyasi toplumu hedefleyen bir toplum sözleşmesidir. Hangi dinden ve inançtan olursa olsun, icap ve kabul esasına göre herkes bu Sözleşme’ye katılabilir, siyasi birliğin ortağı olabilirler.
Bir diğer konu da ulemânın bu konudaki tutumlarından kaynaklanıyor. İslam tarihinde resmi ve sivil ulemâ olmak üzere iki makas var. Sembolik olarak İmam Ebu Yusuf’la Ebu Hanife’yi zikredebiliriz makasın iki ucu olarak. Ebu Yusuf devletle, iktidarla beraber olmayı kabul etmiş bir ulema geleneğinin başlatıcısıdır. El kâdılkudât (bugünkü adalet bakanı) görevini kabul etmiştir. Ebu Hanife ise, iktidarla, halifeyle, sultanla veya devletle çalışmayı reddetmiştir. Ebu Hanife çok özel bir fakih, bir müçtehid profili çizer. Hem Emevîler döneminde hem Abbasîler döneminde yaşamış, her iki büyük devletin teamüllerini yakından takip etmiş. Devletten uzak durma konusunda o kadar kararlıdır ki, ona görev teklif ettiklerinde reddediyor. Meşhur bir sözü var: “Yemin olsun bana Vâsıt Mescidi’nin kapılarını devlet için say deseniz, saymam”. O kadar kararlı ve ilkeli bir görüşe sahip bu konuda. Resmi ulema, iktidarla beraber hareket eden Ebu Yusuf’tan gelen bir geleneği temsil eder ve Osmanlı’da İlmiye sınıfı olarak devlet içinde yer alır.
Bunların dışında Emevîler’den başlamak üzere bir de sivil ulemâ geleneği var. Başta Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafi, İmam Cafer Es-Sadık sivil ulema geleneğini devam ettiren alimlerdir. Bunlar da Medine Sözleşmesi’yle ilgilenmemişlerdir. Onların bütün çabası iktidarın toplum üzerindeki etkisini kırmak, toplumun genel gidişini, özellikle hukuk yapma yetkisini ellerinde bulundurmaktı. Çünkü her ne kadar Emevî ve Abbasî iktidarları zorba idiyseler de yine de sivil toplum çok zengindi Emevî ve Abbasîler’de. Hatta Osmanlılar’da bile güçlü bir sivil toplum vardı. Buradaki sivil toplumdan kastım, Batı’da burjuvazi ile ortaya çıkan sınıftan farklıdır. Buradaki toplum, hükümetin, iktidarın dışında kendini sivil, medeni alanda özerk ve özgür olarak koruyabilen toplumdur. Devlet oraya müdahale etmiyor.
Halife ve Sultanların kaygısı, iktidara zarar gelmeyecek bir sistemin devam etmesi. Hatta Muaviye “eğer bizim iktidarımızla uğraşmayacaksanız, istediğiniz gibi inanın, istediğiniz gibi yaşayın, sizinle ilgilenmeyiz” diyordu. Muaviye, iktidarına göz dikenlere karşı ‘zer-u zor-u tezvirdir’ yöntemini kullanıyordu. Yani sözün geçtiği yerde söz, paranın geçtiği yerde para, kılıcın geçtiği yerde kılıç.
Ulemânın durumu böyle olunca, sivil ulemâ, “toplumu nasıl elimizde tutabiliriz, iktidarın müdahalesini nasıl azaltabiliriz” kaygısıyla hareket etmişler ve hakikaten burada başarılı olmuşlardır. Burada bir noktanın altını çizmekte fayda var, İslam tarihi siyasal bakımdan, kamu hukuku, idare hukuku, anayasa hukuku bakımından yoksuldur. Bizim anayasa hukukumuz, idare hukukumuz çok zayıftır, fıkıh ve kelâm külliyâtı açısından. Ama sivil ve medeni alan güçlüdür. Bu Tanzimat’a kadar da böyle sürüp gelmiştir. Osmanlı, Şeriat’ın düzenlediği sivil alanda adildir; Hıristiyan, İslam ve Yahudi şeriatının uygulanmasına riayet etmiştir, fakat iş kamu hukukuna, idareye, iktidara geldiğinde, orada ne şeriat dinlenmiştir ne din dinlenmiştir. Orada prensip, siyaseten katl’dir. Kim muhalefet ederse, kim iktidara, hanedana yanlış yaparsa, gözünü tahta dikerse, ona uygulanacak olan yegâne şey siyaseten öldürülmesidir. İşte, ulemâ sivil alanı korumak üzere çaba gösterdiği için Sözleşme ile ilgilenmemiştir diyebiliriz.
Medine Sözleşmesi, Ali Bulaç, Çıra Yayınları, 2020
Kitabınızın isminde Vesika yerine Sözleşme kavramını tercih etmişsiniz. Önsözde de belgenin hem bugün hem de gelecek için bir ilham kaynağı olması nedeniyle bu kavramı kullandığınızı belirtmişsiniz. Vesika/Sözleşme’nin hangi nedenlerle ilham kaynağı olduğunu düşünüyorsunuz? Yeni bir toplumsal sözleşme için barındırdığı imkânlar nelerdir?
Sözleşme ile vesika arasında ince bir fark var. Vesika elimizde yazılı bir kâğıt, bir belgedir. Fakat bu belge bir sözleşmeyi garanti altına alan, tekeffül eden bir belgedir. Asıl bu belgenin ortaya çıkışına kadarki süreç önemlidir. Resûlullah Medine’ye gelir gelmez, ki biliyorsunuz Medine’ye gelişi hayli problemlidir, bizim siyercilerin anlattığı gibi öyle gelir gelmez hemen onu kucaklamıyorlar. Kubâ’da kaldığı günlerde Resûlullah’ın evini taşlıyorlar. Medine gibi bir yere Resûlullah geliyor ve Medine’yi nasıl yeniden yapılandırabilirim diye düşünüyor. Eldeki somut verilere bakıyor; 10.000 civarında insan yaşıyor, bunların 4.500’ü müşrik, Medineli müşrikler. 4.000 civarında Yahudi var. Yahudiler iki gruba ayrılır, birisi Medine’de yaşayan Yahudiler yani şehirli, ikinci grup Yahudiler banliyölerde, şehrin dışında olanlar. Bunlar da üç ana kabiledir: Benî Kaynuka, Benî Nadîr ve Benî Kurayza. Geri kalanlar da Müslümanlar. Medine’de bu farklı etnik ve inanç grupları birbiriyle çatışma halindeler, bir kaos hâkim. Peygamber Efendimiz, Yesrib’i bu kaosun içinden nasıl çıkarabilirim diye soruyor, kafasındaki en temel soru bu.
Bu gruplar karşılıklı olarak bir araya gelecekler, tartışacaklar, konuşacaklar ve bazı özgürlüklerinden, temel iddialarından vazgeçecekler. Her bir grup temel iddialarından vazgeçtiği durumda mutabık olacakları noktalar kalacaktır geriye. Bunlar bir sözleşmenin temeli olsun. Resûlullah böyle bir şey düşünüyor. Bu, o gün için son derece orijinal bir düşünce.
120 sene devam eden Buas Savaşları’nın önemli bir payı var bu kaosta. Toplum son yapı taşına varıncaya kadar ayrışmış, kutuplaşmış ve her bir temel taş diğeriyle çatışma halinde. Örneklendirelim: Medineli Araplar, Yahudilerle, Yahudiler kendi aralarında çatışıyor. Benî Nadîr, Benî Kaynuka ile, Benî Kaynuka, Benî Kurayza ile çatışıyor. Benî Nadîr ‘in iddiası, asil olan, soylu olan Yahudiler biziz. Hatta teamüle göre, yani Sözleşme’ye gelinceye kadarki teamüle göre Benî Kaynuka’dan veya Benî Kurayza’dan biri Benî Nadîr’den birini öldürecek olsa tam diyet öderdi. Ama Benî Nadîr’den biri Benî Kaynuka’dan veya Benî Kurayza’dan birini öldürecek olsa yarım diyet öderdi.
Buradan çıkışın iki yolu var; birinci yola göre, çatışma devam edecek, bu gruplardan biri hâkim olup diğerlerini sindirecek, yenecek ve siyasi birliği sağlayacak. Ancak bu yol iyi bir sonuç vermiyor. Vermemesinin sebebi, 120 senedir deneniyor, bir türlü gruplar birbirlerini yenemiyorlar, sürekli kan dökülüyor. O zaman bu bir yol değil. Peki ikinci yol ne olabilir? Biraz Hobbesvari, biraz Jean-Jacques Rousseau, ama daha çok John Lockevari bir yol, teşbihte hata olmasın, bu gruplar karşılıklı olarak bir araya gelecekler, tartışacaklar, konuşacaklar ve bazı özgürlüklerinden, daha doğrusu temel iddialarından vazgeçecekler. Her bir grup temel iddialarından vazgeçtiği durumda mutabık olacakları noktalar kalacaktır geriye. Bunlar bir sözleşmenin temeli olsun. Resûlullah böyle bir şey düşünüyor. Bu, o gün için son derece orijinal bir düşünce.
Tabii Resûlullah bunu yaparken Arapların kabile geleneğinden istifade ediyor. Yani zaten kabileler arası böyle konfederasyon türü, bir teamül var. Kabile reisinin diğerlerinden bir farkı yok, kabile reisi monark, kutsal değil. Kabile reisi, tabiri caizse eşitler içinde birincidir. Reis olarak seçilir. İşini doğru dürüst yerine getiremezse onu değiştirirler. Bizim tarihçiler şunu iddia ederler: Resûlullah gelir gelmez Medine’ye hâkim oldu, herkes ona itaat etti. Böyle bir şey yok, niye itaat etsinler? Yani akla mantığa aykırı bir şey bu. Kitapta olayların bu tarzda cereyan etmediğini göstermeye çalıştım.
Resûlullah, barışçı ve bir arada yaşamayı arzu eden grupları bir araya getirmeyi seçiyor. Burada iki ayrı platform kuruyor; önce Müslüman grupları bir araya getiriyor. Medine’deki Müslümanlar yüzde 15 oranında varlar, fakat yekpare değiller. Mekkeli muhacirlerle Medineli ensar iki ayrı etnik grup, iki ayrı bölge insanı. İkincisi, Medineli Müslümanlar arasında Benî Evs, Benî Hazrec gibi küçük, alt kademedeki kabileler var. Bunlar da kendi etnik kimliklerinden vazgeçmiyorlar. Müslüman da olsalar bu gruplar Sözleşme’de kendi kimlikleriyle yer alıyorlar. “Evet Müslümanız, müminiz, fakat bizim bir kimliğimiz var” diyorlar. Resûlullah bunu tanıyor. Hadis ve siyer kitaplarında bu zikrediliyor. Enes Bin Malik’in evinde bu grupların başkanlarını bir araya getiriyor ve bunlar kendi aralarında uzun uzadıya tartışıyorlar, günlerce tartışıyorlar, bir defa değil, birkaç defa bir araya geliyorlar, mutabık oldukları noktaları tespit ediyorlar.
Ben buradan şunu çıkarıyorum, bir sözleşme imzalanacaksa, sözleşmede taraflardan bazıları etnik kimliklerini önemsiyorlarsa, o etnik kimlikleri ile sözleşmede yer alırlar. Demek ki Resûlullah, bir eritici kazan kurmuyor. Herkes bir kazanın içine atılacak, eriyecek, yekpare bir şey çıkacak, öyle yapmıyor. Herkes hem dini hem de etnik kimliğiyle taraf olarak katılıyor.
İkinci aşamada Yahudilerle olan görüşmeleri Cüveyriye bint-i Hâris’in evinde yapıyor. Cüveyriye Bint-i Hâris önemli bir kadın. Yaşlı bir hanım, zengin. Büyük bir evi var, bahçeli, güzel bir ev. Resûlullah genellikle diplomatik görüşmeleri onun evinde yapıyordu. Orada da Yahudilerle görüşmeler yapıp ortak noktaları tespit ediyorlar, ortak noktalar çıkınca, bunu Efendimiz teknik bir dile dökerek, maddeleri onlara okuyarak ve onların da rızasını alarak yazıya geçiriyor, Hz. Ali’ye veriyor. Hz. Ali de bunu rulo yapıp kılıcının kınına koyuyor. Bu Vesika’yı bugüne ulaştıran, daha doğrusu İbn-i İshak’a kadar ulaştıran şey belgenin Hz. Ali’nin kılıcının kınında saklanmasıdır. Metin bu şekilde ortaya çıkıyor. Dikkat ederseniz, 25’ten sonra 53’e kadarki maddelerde Yahudiler de kendi kavim kimliklerini önemsiyorlar. Yani biz Yahudi’yiz, hepimiz tek bir kimlik altında toplandık değil, onların da farklı kabileleri var. Kabilelerini tek tek Resûlullah zikrediyor.
Batı sürekli tanımlar ve isimlendirir. Oryantalizm büyük ölçüde bu işleme dayanır. Bize ‘ikinci veya üçüncü dünya ülkesi’ dediğinde bizi tanımlamış olur. Kendini merkeze alır buraya Ortadoğu der. Kime göre Ortadoğu? Yine tanımlıyor, isim koyuyor. Resûlullah bu tutumu değiştirip muarefe yoluyla grupların bir araya gelip birbirini karşılıklı tanımasını ve anlamasını sağlıyor.
Bu bir sözleşmedir, mutabakatın bu noktaya kadar gelmesi sözleşmedir. Bu sözleşmenin yazıya geçirilmesi bir vesikadır. Bunu bugüne uygulayacak olursak, diyelim ki İslam aleminde problemli olan bölgeler var. Bu bölgelerde çeşitli gruplar, çeşitli sosyolojiler mevcut, bu sosyolojilerin talepleri var. Sorunları var, sıkıntıları var, mutsuzlar. Kendilerince ya bazı hakları gasp edilmiştir, kısıtlanmıştır ya da bazı taleplerde bulunmaktadırlar. Açıktır ki bir grubun diğer grup üzerindeki tahakkümüne dayalı bir siyasi proje ile çözülmez bu. Yapılacak şey grupları kabul etmek, nüfusu ne kadarsa hiç önemli değil. Yüzde 1 bile olabilir veya yüzde 50 olur yüzde 70 olur, önemli değil. Önemli olan yüzde 1 dahi olsa, bir ülkede bir toprak parçası üzerinde bir sosyoloji varsa o sosyolojiyi müzakereye, müzakere sonucunda muahedeye katmak.
Bir toplumsal sözleşmenin üç aşamada gerçekleşebileceğini düşünüyorum; birinci aşama muarefe. Muarefe, biliyorsunuz müşareke babından gelir, karşılıklı olarak birbirini tanımak ve anlamak demektir. Tanımlama ve isimlendirmeden farklı bir şeydir bu. Batı Antropolojisi, Batı Sosyolojisi tanımlamaya dayanır. Yani ötekini, pazarlık yapacağı grubu tanımlar, sen busun der. Fakat muarefede tanımlama, isimlendirme yok, sen isim koyamazsın bir başkasına, onu anlar ve tanımaya çalışırsın. ‘Arefe’ kökünden gelen bu fiiller bize bunu söyler. Bunu tarihte doğru bir şekilde uygulayan Bîrûnî olmuştur. Bîrûnî muarefe temelinde yeni bir antropoloji kurdu. Tanımak önemli bir şey, tanımlamak ise müdahaledir.
Zihinsel ve kültürel olarak tanımladığını isimlendiriyorsun. İsim tepeye bayrak dikmek ya da hayvanı dağlamak demektir. Birine isim koyuyorsan onu temellük ediyorsun demektir. Ben sana isim koydum, sen benim koyduğum isim dolayısıyla artık bana aitsin olur. Batı sürekli tanımlar ve isimlendirir. Oryantalizm büyük ölçüde bu işleme dayanır. Bize ‘ikinci veya üçüncü dünya ülkesi’ dediğinde bizi tanımlamış olur. Kendini merkeze alır buraya Ortadoğu der. Kime göre Ortadoğu? Yine tanımlıyor, isim koyuyor. Resûlullah bu tutumu değiştirip muarefe yoluyla grupların bir araya gelip birbirini karşılıklı tanımasını ve anlamasını sağlıyor.
O halde en başta yapmamız gereken şey muarefe ile işe başlamamızdır. Kim kavga ediyorsa, kim çatışıyorsa, kimin bir sıkıntısı, sorunu, talepleri varsa önce vicdanımıza, temiz fıtratımıza, aklımıza, adalet duygumuza başvurarak onu anlamaya çalışmalıyız. Bu ne diyor, ne istiyor, derdi ne, diye kendimize sormalıyız, Ama sen en başta bu teröristtir, bölücüdür, haindir, gericidir, bu bilmem nedir dersen muarefe yapamazsın, zaten tanımlamışsın sen onu. Teröristle, gerici ile, vatan haini ile konuşulmaz vs.
Muarefeden sonra müzakere aşaması başlar. Müzakere iki önemli şeye dayanır; birisi hatırlatma, öğüt verme. Zikir oradan gelir, Kur’an da bir zikirdir, hatırlatır. Burada Platon’un felsefesi ile uyum içinde olan bir şeyden söz ediyoruz. Platon diyordu ki “biz doğuştan bilgiye sahibiz, potansiyel olarak bizde bunlar var, öğrenme hatırlamadır”. Yani bir şeyi öğreniyorsan onu hatırlıyorsundur, bilinç seviyesine çıkmış oluyor. ‘Tabula rasa’ olarak gelmiyoruz dünyaya, bilgilerle geliyoruz.
İkinci anlamı bizim konumuzla doğrudan ilgilidir; pazarlık. Pazarlıktır müzakere. Yani evet birbirimizi tanıdık, birbirimizi anladık, taleplerimiz ortaya kondu, bir tasavvurumuz var. Bir şehir, bir ülke tasavvurumuz, bir bölge tasavvurumuz var. Bunlar birtakım taleplere, birtakım prensiplere dayanıyorlar. Peki biz karşılıklı olarak nasıl ortak noktayı bulacağız? Burada iki prensibi devreye sokmak lazım. Diyelim ki bir şehir kuruyoruz, her grup 30 madde saysın, şehir böyle olmalı desin. Grupların 30 maddelik önerilerini bir araya getirdiğimizde bakacağız ki 23 madde ortaktır, fakat gruplar 7 maddede ayrışıyor. O zaman diyoruz ki bu 23 madde bizim anayasamız olsun, 7 madde gruplara kalsın. İleride tekrar tekrar bir araya gelip mutabık kalmadığımız maddeleri müzakere edelim, görüşelim. Bu dinamik bir anayasa yöntemidir.
Mesela Mısır buna bence çok uygun, makul ve medeni bir çözüm bulmuştur. Prensip olarak içki yasaktır, fakat Kıptiler’in hareket halinde olduğu her yerde serbesttir. Semtlerde, mahallelerde, alanlarda serbesttir ve içki üretirler, satarlar, ihraç ederler, kendi piyasalarına sürerler. Bir de 5 yıldızlı otellerde içki serbesttir. Ama her yerde içkiye izin versen içki içmeyen gidemeyecek o lokantaya. İçkiyi her yerden kaldırsan bu sefer içki içen içkiyi içecek yer bulamayacaktır, fakat böyle kendiliğinden alanlara imkân tanırsan sorun çözülür. Bu da müzakere sonucunda ortaya çıkan bir şeydir. Anayasa metnini donmuş resim değil, sorun çözen ve işleyen bir yöntem olarak düşünmek lazım.
Mesela birileri bütün ülke sadece benim dilimi konuşsun, diyebilir. Peki azınlıkta olanların dili ne olacak? Bir örnek vereyim. Kazakistan’a 3 defa gittim, benim çok ilgimi çekiyordu, modern dünyaya bizim cevabımız nedir, bir arada nasıl yaşayabileceğiz gibi konularda sempozyumlara katıldım, Cengiz Aytmatov’la bunları tartıştım. Kazakistan’da 131 ayrı etnik grup var. Devlet bu 131 ayrı etnik gruba resmi olarak cevap vermek zorundadır. Herkes kendi diliyle müracaat ediyor, devlet o etnik gruba kendi diliyle cevap vermek durumundadır. Televizyonlarda böyle bir sistem kurmuşlar. Hatta ben gittiğim sıralarda Güney Koreli 30 aile yaşıyordu, onlar da kendi dil ve edebiyatlarını çocuklarına ögretmek istiyorlardı. Almatı Valisi, onlara şunu teklif etmiş; “çocuklarınızı cumartesi-pazar günü devlet okullarımıza gönderin. Korece dil ve edebiyat dersi verecek öğretmenlerinizi de bulun, biz bu öğretmenlere maaş vereceğiz” demiş. Yani bina bizden, altyapı, teknik altyapı bizden, maaş da bizden, siz de öğretmen bulun. Bakın çözmüş adamlar, 30 aileden ne olacak, değil mi? Netice itibari ile yabancı bir ülkede yaşıyor ve anadilini de unutmak istemiyor, çocuğuna öğretmek istiyor. Son derece medeni bir çözüm. İşte bu Kur’anî bir çözümdür, Resûlullah’ın takip ettiği çözüm budur.
En sonunda eğer müzakere sonucunda bir mutabakat noktasına ulaşırsak üçüncü aşama, muahede başlar. Muahede sözleşmenin imzalanmasıdır, ahitleşme demek. Esasında İslam, kendiliğinden çıkan olaylar hariç diğer bütün toplumsal ve beşerî ilişkileri ‘akit’ olarak ele alır. Her şey sözleşmeye dayanır İslam’da. Mesela nikah akittir. Kadınla erkek birbirini beğenir, evlenmeye karar verirler, bu yeminle olmaz. Hrıstiyanlık’ta nikah yemindir, İslamiyet’te sözleşmedir. İslamiyet’te evliliğe sadakat kadına veya erkeğe değil, sözleşmeye sadakattir. Ticari ortaklıklar akittir. Devletler arası ilişkiler yine muahededir, yani sözleşmedir. Yönetenlerle yönetilenler arasındaki sözleşme (biat), bir akittir. Cinayet, yaralama, hırsızlık, gasp, iftira gibi Kur’an’ın açıkça maddi ve dünyevi müeyyidesini takdir ettiği suçlar hariç, diğer bütün hayat sözleşmeler üzerinde yürür.
İşte insanlar, icap ve kabule göre ve özgür varlıklar olarak aralarında akit yapacak olurlarsa bir toplum sözleşmesi ortaya çıkar.
Bunun anayasa ile bağlantısını kurmak istiyorum. 2007 yılında biliyorsunuz, ülkemizin değerli hukukçularından Ergun Özbudun’un liderliğinde bir ekip, bir anayasa hazırlığına girişti. Ben o zaman itiraz etmiştim, Medine Sözleşmesi’nden hareketle demiştim ki; anayasayı askerler yapmaz, yapamaz, bilim insanları, partiler de yapamaz. Çünkü bir anayasa bilim insanları tarafından yapılacak olursa, metin onların dünya görüşü, felsefesi, hukuk anlayışlarına göre şekillenecektir. Bir parti yapacaksa kendi çıkarını, parti programını esas alacaktır. Askerler yapacaksa işte ‘61, ‘82 Anayasalarını nasıl yaptıklarını biliyoruz. Peki anayasa nasıl yapılabilir? Aynen Resûlullah’ın Medine’de yaptığı gibi farklı sosyolojiler, etnik ve dini gruplar bir araya gelir, kendi aralarında konuşur, muarefe, müzakere yapar, mutabakat noktalarını bulurlar. Bu süreçten sonra ortaya çıkacak ham bilgi, bilim insanları tarafından teknik bir dile, hukuk diline çevrilir. Resûlullah’ın yaptığı buydu. Belirlenen mutabakat noktaları tespit edildikten sonra Resulüllah teknik dille ifade eder, Hz. Ali’ye yazdırır. Böylelikle bir vesika ortaya çıkıyor. Demek ki vesikanın, anayasanın arkasında bir toplum sözleşmesi var.
İşte ‘hakem olmak’la ‘hâkimlik’ (tahakküm) arasındaki en temel fark budur. Buradan hareketle diyorum ki, bundan sonra modern devlet, egemenliği, erklerin tamamını kendi eline, tekeline geçirmiş bir aygıt olmaktan çıkıp, düzenleyici, denetleyici bir rol oynamalı, sosyolojiler arasında hakemlik rolü oynamalı, hâkim olmaktan çıkmalı!
Peki taraflar sürece kimlerle katılacaklar? Taraf olan sosyolojilerin doğal önderlerinin bir araya gelmesiyle süreç başlar. Son Akabe biatında Resûlullah, “nakîblerinizi (kabile lideri) seçin ki ben bundan sonra onlarla muhatap olacağım” buyurur. Kabilenin bütünüyle her gün ve her olayda bir araya gelmesi mümkün olmadığı için bu yolu seçiyor. Resûlullah, müzakereleri seçilen 12 nakîb ile yürütüyor. Bu tam Kur’anî bir yöntemdir. Hakikaten Hz. Ayşe’nin dediği gibi oluyor. Diyor ki, “şehirler kılıçla fethedildi fakat Medine Kur’an ile fethedildi”. Resûlullah bunu vahiy destekli olarak yapıyor. Nitekim bu Sözleşme’nin Kur’anî dayanakları, Kur’an’ın her tarafına yayılmıştır, kitabımda onları gösterdim.
Bu arada bir sorunun cevabını bulmak lazım:
Peki neden Yahudiler ve müşrikler bu sözleşmeyi kolayca kabul ettiler? Gayet basit. Yahudiler şöyle düşündüler; bu beklenen son peygamberse, peygamberliği bildiği için Araplara karşı bizi koruyacak. Müşrikler de böyle düşündüler. Müşrikler de dediler ki, eğer peygamberlik iddiasında ise, yani peygamber değilse bile, bu çatışmalara bir son verecek ve bizi birbirimize karşı koruyacak. Onu avantajlı kılan en önemli şey adil bir vasfa sahip olmasıdır. Bir tarafı tutmuyor, dışarıdan gelmiş, çatışmaların içinde değil. Dışarıdan gelmiş birisi çözüm öneriyor, somut bir çözüm. Bu çözüm herkesi de ikna ediyor, tatmin ediyor. Vicdanları, akılları tatmin eden bir çözüm. Bundan dolayı taraflar O’nu hakem olarak kabul ettiler. İşte ‘hakem olmak’la ‘hâkimlik’ (tahakküm) arasındaki en temel fark budur. Buradan hareketle diyorum ki, bundan sonra modern devlet, egemenliği, erklerin tamamını kendi eline, tekeline geçirmiş bir aygıt olmaktan çıkıp, düzenleyici, denetleyici bir rol oynamalı, sosyolojiler arasında hakemlik rolü oynamalı, hâkim olmaktan çıkmalı! Biraz liberal teze yaklaşıyor bu öneri, fakat liberalizmden çok farklı bir şey muhteva itibariyle.
Sözleşme’nin tarihte ilk yazılı anayasa olduğu konusunda bir kanaatiniz var. Peki Sözleşme, neden Magna Carta gibi evrensel bir referans kaynağı olma hüviyetine kavuşamadı?
İslam tarihinde veya genel olarak tarihte, Aydınlanma dönemi siyaset felsefesine gelinceye kadar, siyaseti ya hanedanlar ya da kavimler belirliyor. Yani ya bir kavmin önderliğinde siyasi bir birlik kuruluyor ya da bir hanedanın. İslam tarihine buradan baktığınız zaman, ilk dört halifenin seçimi büyük bir şanstı. Kabile geleneğinin çok güçlü olduğu Arap Yarımadası’nda, kabileleri hiç de güçlü olmayan Ebu Bekir ve Ömer gibi şahsiyetler, ilk halifeler oldular. Onlar herhangi bir kabilenin liderleri, temsilcileri olarak seçilmediler. Kabile asabiyeti orada aşıldı. Daha sonra Ensar’la ihtilaflar çıktı, sonra Ebu Bekir’e karşı irtidat olayları (kitlesel olarak dinden dönmeler) başladı, daha doğrusu silahlı muhalif gruplar ortaya çıktı. Fakat bu Hz. Ebu Bekir’in kabilesine karşı değildi. Arapların alışık olmadığı, yönetimin merkezileşmesine karşıydı. Onlar kabile geleneğine alışmışlar. Her kabile kendi içinde özerktir; Ebu Bekir bütün bunları merkezileştirmek istiyor. Bir başkent ilan ediyor, herkes oraya bağlı kalacak, zekât verecek, yasalar yapılacak, onlara iletilecek, buna isyan ettiler. Fakat Muaviye’yle beraber, bu sefer bir haneden yönetimi girdi İslam tarihine, ondan sonra da devam etti. Yani önceki kabile geleneği devam etti.
Batı’da da böyleydi, hanedanlar vardı. Batı’da krallar, mutlakiyetçi idareler, önce kiliseye karşı büyük bir mücadele verdiler. Toprağı sekülerleştirdiler, hükmettikleri toprağı vatan yaptılar. Sekülerleşme, toprağın kilisenin hakimiyetinden kurtarılıp, kralın egemenliğine devredilmesi idi. Fakat krallık yine de bir hanedanı temsil ediyordu. İşte Cumhuriyet fikri, bunu da ortadan kaldırdı. Cumhuriyet, ‘kim yönetecek’ sorusuna bir cevaptır. Cevap şu oldu: Hanedan değil halk yönetecek. Kim bu halk? Millet dediler. Yani millet diye halktan bir entite inşa ettiler, aslında millet diye bir şey yok. Ne tarihi bir realitesi var ne de toplumsal bir karşılığı. Halk var, insanlar var, insan yığınları var.
Batı’da siyaseti en temelde belirleyen şey sınıf savaşlarıdır. Marx’ın dediği bir ölçüde doğrudur. Yani köle-efendiden sonra, feodal dönem başladı, serf-senyör ilişkisi, sonra da burjuva ve proleterya. Bu çatışmalar, sınıf savaşları, köylü isyanları, halk ayaklanmaları devam etti. Sekiz asır süren kanlı çatışmalardan sonra 19. yüzyılda anayasa sürecine geldiler. Anayasa hareketi, çatışan sınıfların bir uzlaşma zemini bulup kendi aralarında bir sözleşme imzalamalarıdır. Burada her ne kadar devlet, hanedanın veya kabilenin siyaset aracı olmaktan çıktıysa da sınıfsal özelliğini korudu. Çünkü demokrasi, endüstriyel toplumun siyasi rejimi olarak sonuç itibariyle bir sınıfı iktidara taşıma mücadelesidir. Partiler ona göre örgütlenmişlerdir. Umumi yelpazede liberal parti bir burjuva partisidir, büyük sermaye ve toprak sahiplerinin partisidir. İşçi partisi veya sosyalist parti, işçilerin partisidir. Sosyal demokratlar daha orta sınıf ve altındakilerin partisidir. Artık eskisi kadar katı olmasa da halen öyle denilebilir. Batı’da bu yumuşadı, mesela birçok yerde işçiler de liberal partiye oy verebiliyor. Ve demokrasi, artık geldiğimiz noktada, sınıflar tarafından, kurumlar tarafından pek korunmuyor.
Bunun son örneğini ABD başkanlık seçimlerinde gördük; ABD’de demokrasi bir sınav verdi ve kazandı. Orada kim mücadele etti? Trump’ın popülist veya giderek otokrat yönetime doğru kayan tutumlarına karşı önce sivil toplum kuruluşları, medya ve yargı büyük bir mücadele verdiler. Söz konusu üç yapı, bu mücadeleyi ve seçimi kazandı. Eğer bunlar, yani medya, sivil toplum kuruluşları ve yargı, bu mücadeleyi kazanmayacak olsalardı, demokrasi belki de yüz sene geriye gidecekti, bu yüzden hayati bir seçim oldu.
Medine Sözleşmesi’nde etnik ve dini gruplar yer alıyor, fakat herhangi bir grup diğerini domine etmiyor. Bizim tarihimizde sınıf olmadığından, bence bu konuda Said Halim Paşa’nın analizleri doğrudur. O diyor ki, “bizim toplumumuz sosyo-kültürel bir toplum olarak örgütlenmiştir. Batı toplumları ise sosyo-ekonomiktir. Sosyo-ekonomik zeminde örgütlenmiş bir toplumda ana aktörler sınıflardır. Demokrasi ve siyaset, sınıflara göre şekillenmiştir. Fakat sosyo-kültürel zeminde inşa edilmiş bir toplumda, kimlikler öne çıkmaktadır. Dil ve kimlik, inançlar, yaşama biçimleri önem kazanmaktadır”. Bugün de halen kimlik ve dil, inanç ve yaşama biçimi siyaseti belirleyen en önemli unsurlardan biridir. Yani ister CHP’nin olsun ister AK Parti veya HDP yahut da MHP’nin olsun, birinci meselesi sınıfsal değil dikkat ederseniz. Sınıfsal olmanın ötesinde bir kimlik ve inanç tercihi söz konusu olmaktadır. Dolayısıyla yeni bir sözleşmeyi de bu çerçevede düşünebiliriz.
Kitabınızı nasıl bir yöntemle hazırladınız? Farklı bir okuma yaptığınızdan bahsediyorsunuz önsözde. Nasıl bir okuma yaptınız? Hangi kaynakları kullandınız? Aradan geçen 30 yılda Vesika hakkında yapılan çalışmalar hakkında neler söylersiniz?
Bu konuyu bana ilham eden şey Ortadoğu’nun, İslam dünyasının şu an içinde bulunduğu kaotik, dramatik durumdur. Gerçi biz 1976’da Düşünce Dergisi’ni çıkarırken, bu sözleşme bizim dikkatimizi çekmişti. Hatta Beşir Eryarsoy, iki sayı süren bir yazı yazmıştı bu sözleşmeyi anlatan. Ben dergi adına da bir önsöz yazıp Vesika’ya dikkat çektim. 1981 yılında da Ebu Ubeyd’in önemli eseri Kitabu’l Emval’ini tercüme ettirip Düşünce Yayınları arasında yayınladık; dostum ve okul arkadaşım Cemaleddin Saylık’ın çevirdiği bu önemli eserde Medine Vesikası yekpare metin olarak geçiyordu. 1990’da bu tartışma başlayınca, ben tekrar dönmeye başladım sözleşmeye, bu sefer daha yakından bakmak istedim. Tabii önce Muhammed Hamidullah hocaya baktım. Hamidullah Hoca, 1938 yılında yazmış bunu, fakat çok ayrıntılı değil. Yaptığı şey çok değerli, Allah rahmet etsin, büyük bir alimdi. Halede fi’l-Mektebe derler ona Araplar, kütüphane köstebeği. 12 dil biliyordu.
Bizim İslamî camia pek ilgi göstermiyor. Şu anda içinde bulunduğu durumla kitapta anlatılanlar birbirine uymuyor tabii. İkincisi de çok tepki aldım ben 90’larda. Hatta o zamanlar bir hafta evden dışarı çıkamadım. “Sen bu kitaptan vazgeç, sen bu müşrikleri meşrulaştırıyorsun. Yanlış yorumluyorsun. Resûlullah hâkimdi” vs. dediler.
Hamidullah Hoca’nın Vesika ile ilgili araştırmalarına baktım, sonra tabii bizim kaynaklarımıza dönüp bakmaya başladım. İlk dönem siyer kaynaklarına. Gerçekten bu son derece önemli geldi bana, hele o tartışmalarda. Biliyorsunuz o zamanlar Türkiye’de cinayetler başlamıştı. Muammer Aksoy, Bahriye Üçok öldürüldü. Bir kere daha ülke cinnet moduna girmişti. Mevcut paradigma, doktrinler bana çıkış yolu gibi görünmüyordu. Medine Vesikası’nı Kitap Dergisi’nde gündeme getirince, Ahmet İnsel’in dikkatini çekti. Birikim Dergisi’nin başındaydı, Murat Belge, Ömer Laçiner vardı onunla. İnsel bir yazı yazdı*. Benden de cevap bekledi. Bu önemliydi. Ben cevap verdim, o bir yazı daha yazdı ve ben bir daha cevap verdim. Peşpeşe dört yazı yazdım.
Tartışma beklenmedik hızla alevlendi Birikim Dergisi çevresinde. Herkesin ilgisini çeken bir tartışma başladı. Çünkü bu çok farklı bir yöntemdi, herkese çok farklı göründü. Marksistler bir devrim yapacaklar ve bütün Türkiye’yi devrimle ele geçirip yeni bir rejim kuracaklar vs. herkesin kendine göre bir projesi vardı. İslamcılar da öyle düşünüyorlardı. İran’da devrim olmuş. İhvan gibi, Ziyâ ül Hak gibi ya da İranlıların yaptığı gibi bir ihtilal, bir devrim düşünceleri artmıştı. Fakat sözleşme başka bir şey söylüyordu. Hâkimiyeti ele geçiren diğerlerini sindirecek, hatta yok edecekti. Ben başka bir şey söylüyordum. Vesika’ya göre gruplar birbirini tanıyor, birbirini kabul ediyor, bir araya geliyor, ‘ümmet’ içinde mütalaa ediliyor, ümmetin semantik anlamı değiştiriliyor, bir siyasi birliğin kurulabileceğini söylüyordu. Bu tabii arayış içerisinde olan insanların ilgisini çekti. Şunu söyleyeyim bana en şiddetli tepki radikal Kemalistlerden ve radikal İslamcılar’dan geldi.
O dönemin bir özelliği de, Sovyetler Birliği çökmüş, Varşova Paktı dağılmış, komünizm iddialarından vazgeçmiş. Vicdan sahibi, akıl sahibi solcular arayış içinde idiler. Bu onların da ilgisini çekti. Derken konu İngilizler’in ilgisini çekti. Beni Manchester Üniversitesi davet etti. Sonra Helsinki Üniversitesi, Finlandiya, oradan Paris Sorbonne, Kahire, Tahran, Moskova, ABD Georgetown Üniversitesi davet etti, ben de tezimi anlattım.
Aradan 30 sene geçtikten sonra kitabı yazabildim, ama hiç gündemimden çıkmadı, konuyla ilgili en ufak bir haber veya bilgiyi gözden kaçırmamaya çalıştım. Benim için iki eser çok önemliydi; biri tefsir (Kur’an Dersleri), diğeri Medine Sözleşmesi. Bunları yazmadan ölürüm korkusu içinde yaşadım. 22 aylık hapis sırasında hep Allah’a dua ettim: “Allah’ım bana tefsiri yazmayı nasip ettin, sonsuz şükür. Medine Sözleşmesi’ni de yazmayı nasip et”. Hamdolsun nasip oldu, tahliye olur olmaz ilk işim kitaba sarılmak oldu, nihayet yayımlandı. Kitap büyük ilgi gördü. İlk baskı hemen bitti, ikinci baskı geçtiğimiz hafta çıktı. Çok önemli yerlerden ilgi görüyor. Özellikle CHP kanadı çok okuyor, ilgileniyor. Bizim İslamî camia pek ilgi göstermiyor. İlgi göstermemesinin sebebi, şu anda içinde bulunduğu durumla kitapta anlatılanlar birbirine uymuyor tabii. İkincisi de çok tepki aldım ben 90’larda. Tek tek tepki gösterenleri yazdım, neye tepki gösterdiklerini. Hatta belki tuhaf gelecek ama o zamanlar bir hafta evden dışarı çıkamadım. “Sen bu kitaptan vazgeç, sen bu müşrikleri de meşrulaştırıyorsun. Biz bunlara hayat hakkı vermeyeceğiz bunu nereden çıkardın, yanlış yorumluyorsun. Resûlullah hâkimdi” vs. dediler.
Fakat elhamdülillah kitap çıktı ve şu an büyük bir ilgi de görüyor. Bu ilgi ileride daha da artar, etkisini hemen göstermez. Bir tohum gibidir toprağa atarsın, beş sene, on sene, yirmi sene sonra filiz verir. İslam dünyası buna dikkat kesilmek zorunda; şu anda İslam dünyasını ifade edebileceğimiz tek kavram ‘çatışma’dır. Bu çatışmanın içinden başka şekilde çıkamayız. Liberal demokrasiler ağır bir yara aldılar, Trump’la ve Trump’ı ortaya çıkaran popülist dalga sebebiyle. Popülist-otokrat eğilimli liderlerin peşinden giden kitlelerin kendilerince haklı gerekçeleri var. 2008’de başlayan krizle bu kitleler dışlandı, ezildi, paylaşımdan hak ettikleri payı almadılar. Ve kolay yoldan para kazanan liberal demokrasinin destek verdiği, beslediği o vahşi kapitalizmden kolayca zengin olan zümrelere karşı büyük bir nefret, bir öfke birikti. Trump gibi adamlar bunu kullandılar. Bu nefreti siyaset diline çevirdiler. Trump çok enteresan bir cümle kullandı bir ay önce seçim kampanyasında, “Biden seçilirse her şeyi bilim insanlarına soracak” dedi. Dikkat ediyor musunuz, ne kadar enteresan bir cümle değil mi?
Sosyalizmin de tekrar bir kurtuluş çaresi olacağı son derece şüpheli. Müslümanlık, İslamcı akımlar da bugün çok ciddi bir çözüm yolu koymuyorlar ortaya. Pakistan’dan Mısır’a, Ürdün’den Türkiye’ye, İran’a, Yemen’e kadar her tarafta iktidar oldular İslamcılar. İktidar oldular ama bir şey değişmedi. O zaman bu kaosun içinden nasıl çıkacağız? Din müntesipleri çatışıyor, etnik gruplar çatışıyor, mezhepler çatışıyor, yönetenler, yönetilenler çatışıyor, sivil toplum kuruluşları çatışıyor, ülkeler birbiriyle çatışıyor, her şey tam bir kaos hali içinde! Aynen Medine olmadan önceki Yesrib’in hali gibi, öyle bir noktadayız. Buradan nasıl çıkacağız? Bu kitap, umuyorum en azından bir çıkış yolu gösterir.
Medine Sözleşmesi incelendiğinde, maddelerin ilk yarısının Müslümanların kendi arasındaki hukuka dair olduğunu, kalan yarısının da Müslümanların diğer inanç gruplarıyla kuracağı hukuki ilkelerden oluştuğunu görüyoruz. Günümüz Ortadoğu’sunda Müslüman toplulukların kendileri arasında da (mezhep, etnisite, ekol vs.) diğer inanç ve düşünce gruplarıyla da neredeyse kesintisiz bir şiddet sarmalı içinde olduğu görülüyor. Müslüman ülkelerde bu krizden çıkış için Sözleşme’yi ölçü almaya dair bir çabanın varlığından söz edebilir miyiz? Sudan’da benzer bir sözleşme pratiğinin yaşandığını biliyoruz. Orada sürecin nasıl yürütüldüğünden biraz bahseder misiniz? Yürürlüğe girdi mi; karşılık buldu mu toplumda?
Önümüzde siyasetten başka çıkış yolu yok. Bunun altını çizmemiz lazım. Fakat biliyorsunuz, siyaset biliminde siyasetin iki versiyonundan bahsedilir; negatif ve pozitif siyaset. Negatif siyaset; siyasi bir hedefin şiddet kullanılarak elde edilmesidir. Bu versiyonda şiddet ve terör, iç savaş ya da genel olarak savaş bir araç olarak kullanılır. Savaş da netice itibarıyla siyasetin dili, siyasetin bir aracıdır. Bir hedefe varmak istiyorsun, bir amacın var, bunu normal yollardan elde edemeyince savaş çıkarıyorsun. İkincisi ise kânunî siyaset, yani pozitif siyaset. Tabii kânunî siyaset derken kişilerin, hanedanların veya devletlerin vaz’ettikleri ilkeleri kânun haline getirip bunlara göre siyaset yapılmasını kastetmiyorum. Hukuka dayalı bir siyasetin olması lazım.
Şimdi Ortadoğu bu çatışma ve şiddet sarmalından çıkamıyor, buradan çıkmak lâzım. Buradan çıkmak için de pozitif siyasetin yeni ideallerini ortaya koymamız gerekiyor. Ben diyorum ki, hem Ortadoğu’yu, İslam alemini hem de genel olarak bütün dünyayı küresel düzeyde siyaseten yeniden dizayn edecek temel prensipler ortaya koyma zamanıdır. Bu temel prensipleri ben dört noktada topluyorum; birisi özgürlük. Bu sözleşmenin en temel vasıflarından biri herkese özgürlüğü getirmesi. İkincisi, ahlak. Sözleşmenin temeli aynı zamanda ahlaktır. Bir arada yaşayacağız, birbirimizin hak ve hukukuna riayet edeceğiz. Herkes kendi alanında varoluşunu sürdürecek, kendini gerçekleştirecek. Hesabını kime inanıyorsa ona verecektir. Üçüncüsü, hukuk ve hukukun üstünlüğü ilkesi. Ortadoğu’da buna hiçbir alanda riayet edilmiyor.
Kabul edelim ki, Batı dünyası siyasete çok büyük katkılar sağladı. Sağladıkları en önemli katkı, iktidarın şiddet kullanılmadan belli periyotlarda seçimle el değiştirmesi ilkesini getirmeleridir. İslam’ın ilk döneminde dört halife seçimle başa geldi, iyi kötü seçim vardı fakat iktidar kılıçla el değiştirdi, üç halife suikasta uğrayarak öldürüldü. İslam tarihinde hiçbir zaman seçim olmadı. Ebu Hanife söyler, “ümmetin tamamı biat etmiş olsa dahi halife seçimle iş başına gelmediği müddetçe gayri meşrudur”. Batı bunu getirdi, bunu kabullenmek lazım. Batının getirdiği ikinci önemli yenilik, kuvvetler ayrılığı ilkesini getirmesi oldu. Peygamberler hariç hiçbir insana üç kuvvet teslim edilemez. Alman şansölyesi Konrad Adenauer (1949), Hitler’e atıfta bulunarak, “öğrendik ki gökten İsa inecek olsa kuvvetlerin tamamını onun eline teslim etmemek lazım”. Üç kuvvet o toplumun beşerî ve iktisadi gücünü temsil eder. Bunu tek bir kişiye devrettiğin zaman o kendiliğinden diktatör olur. Batı dedi ki biz bu erkleri kilisenin ve mutlakiyetçi kralların elinden çıkardık, halka devredeceğiz. Peki halk bunu nasıl kullanacak? İşte Montesquieu kuvvetleri üçe ayırdı. Üç kuvvet; yargı, yürütme ve yasama birbirini denetleyecek.
Fakat bu yetmez, üçüncü önemli bir ilkeyi getirdiler. Üçüncü ilke de ifade özgürlüğü. Diyelim ki bu üç kuvvet birbirini denetlemiyor, aralarında açık veya gizli ittifak olmuş, Gramsci’nin dediği gibi tarihsel bir blok ve ittifak kurmuşlar. Peki o zaman bunlara karşı nasıl tedbir alacağız, ne yapacağız? Dolayısıyla medya ve ifade özgürlüğü üç kuvvetten bile daha önemlidir. İşte Umberto Eco diyor ki; “Batı’yı, Batı dışı dünyaya karşı avantajlı kılan yegâne faktör ifade özgürlüğü konusunda titiz davranmasıdır, ifade özgürlüğünü korumasıdır”. Şimdi ifade özgürlüğü, her gün İbn-i Sina, Platon, Aristo gibi orijinal felsefi düşünceler geliştirmek değil, kamu otoritesinin nasıl icraat yaptığını, ne yaptığını, neyi nasıl harcadığını, nasıl yönettiğini bilmek ve bunu kamuoyuna duyurmaktır. Bu olmayınca, üç kuvvet birbirini dengeleyemez.
Ben bunun bir Pax İslama olabileceğini, bir İslam Barışı önerisi olarak konabileceğini düşünüyorum. Fakat tabii ki Pax kavramını kullandığımız zaman akla hemen Pax Romana veya Amerikana gelir, Osmanlı barışı gelir, bunlardan ayrı bir şey Pax İslama.
Bir diğer önemli ilke, muhalefet hakkını garanti altına almaktır. Muhalefet ettin, beğenmedin eleştiriyorsun, peki senin muhalefetin nasıl, hangi mecrada ve hangi yollarla dile gelecek ve hayata geçecek? Bu konuda İslam hukuku son derece zayıftır, kamu hukukumuz çok zayıftır. Fakat sivil ve medeni hukukumuz çok zengindir. Batı’dan çok daha zengindir, bunu bizim tekrar canlandırmamız lâzım. Hukuk derken işte ben bunu kastediyorum. Ben Medine Sözleşmesi’yle modern zamanlarda İslam’ın alternatif olarak sunabileceği bir kamu/anayasa hukukunun kelâmî/fıkhî temellerini geliştirmeye çalıştım,
Dördüncüsü de ihtiram. Bütün farklı etnik ve inanç gruplarının karşılıklı birbirine saygı göstermesi. Ne olurlarsa olsunlar, birbirlerine saygı gösterecek, birbirlerinin hak ve hukuklarına tecavüz etmeyecekler. Hem mahrem alanlarına hem sivil/medeni haklarına saygı gösterecekler, buna ihtiram diyorum. Bu sözleşme ile dünyada bu bölgede yaşamak isteyen ne kadar grup varsa gelip yaşayabilir. Diyelim ki bütün dünyada 20 milyon Yahudi var hepsi gelsin Ortadoğu’da yaşasın. 2 milyon Süryani var, gelsin. 2,5 milyon Ermeni var, onlar da gelsin. 8-9 milyon Rum var, bu sözleşmeye göre bütün bu etnik ve dini grupları bir arada yaşatabilirsin. Bu grupları siyasi birliğin eşit ortağı kılarsan, nüfusu kaç olursa olsun kimse azınlık olmaz. Çünkü bu sözleşmeye göre siyasi birlikte azınlık yoktur, zımmî de yoktur. Zımmî, savaş sonucunda ortaya çıkar. Muahid olduğu müddetçe yani ben senin dinine, inancına, hayat hakkına, temel haklarına saygılıyım, beraber yaşayacağız dediği anda azınlık olmaz. Azınlık bize, 19. yüzyılda ekalliyet kavramı olarak Batı’dan geldi. İslam tarihinde azınlık kavramı yok, zımmî var. Zımmîlik de sözleşmede geçmiyor dikkat ederseniz, cizye ayeti, yani zımmîlere tatbik edilecek olan ayet Hicret’in 9. yılında indi ve birkaç ay sonra da Resûlullah vefat etti, vahiy kesildi. 9 sene boyunca Resûlullah, gayrimüslimleri zımmî olarak görmedi, siyasi birliğin ortağı olarak kabul etti, herkes vergisini verdi, kamusal harcamalar böyle finanse edildi.
Şimdi yeniden bunu gündeme getirmek lazım. Ben bunun bir Pax İslama olabileceğini, bir İslam Barışı önerisi olarak konabileceğini düşünüyorum. Fakat tabii ki Pax kavramını kullandığımız zaman akla hemen Pax Romana veya Amerikana gelir, Osmanlı barışı gelir, bunlardan ayrı bir şey Pax İslama. Roma barışından başlamak üzere bütün bu barış modellerinin temelinde iki şey var. Birincisi, bir hanedan ve krallıkları var, onlar istikrarı koruyor. İkincisi, barış, askeri-ekonomik güçle, yani sopayla veya silahla sağlanıyor. Burada ise insanların, grupların özgür iradelerini kullanıp beraber yaşama iradesini beyan etmeleri sonucunda ortaya çıkar. O zaman herkes kendi inancını, kendi dinini yaşasın, etnik kimliğini yaşasın, adil bir paylaşım olsun; bunu bir ideal olarak ortaya çıkarmak zorundayız. Aksi hâlde Ortadoğu’daki, İslam dünyasındaki bu çatışmanın tarafı olduğumuz zaman veya bir tarafı desteklediğimiz zaman netice itibarıyla bu çatışmayı devam ettirmek ve tekrar çıkmaza girmekten başka bir şey yapamıyoruz, tarihimiz ve bugün yaşadığımız tecrübe de bunu gösteriyor.
Sudan’a gelelim. 1990’larda Sudan’da bir darbe olmuştu, çok önemli bir hareket vardı orada. Yeni bir anayasa yapma telaşı gündemdeydi, bu çok konuşuluyordu o zaman, ben de takip ediyordum. Orada İhvan ve diğer İslamî gruplar aktif olarak katılıyordu bu tartışmaya. Şöyle bir öneride bulundular; farklı dini ve etnik gruplardan 300 kişi tespit edelim. Hükümet bunları belli bir süre finanse etsin, bunlar bir araya gelip bir anayasa hazırlasınlar. Herkes önerisini özgürce, kendi inancına ve çıkarına göre dile getirsin. Tabii orada etnik, dini gruplar var. Dini gruplar da sadece Müslüman ve Hrıstiyan değil, totem inancına mensup olanlar, animistler var. İslamcı taraf, Medine Vesikası’nın yol gösterebileceğini teklif ettiler. Uzmanlar bir araya geldi, müzakere yaptılar ve güzel bir anayasa metni çıkardılar. Aslında bir sözleşme metni çıkardılar. Üç kırmızı çizgi koydular: Bu sözleşme veya anayasa 1- Kutsal kitaplara aykırı olmayacak, 2- Sudan’ın örfüne aykırı olmayacak, 3- Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne aykırı olmayacak. Fakat sonra biliyorsunuz, askeri darbe oldu, darbeciler bütün süreci dağıttı, dikta yönetimi başladı.
Mutfakta yeni çalışmalarınız var mı? Neler üzerinde çalışıyorsunuz?
Ed Din fi’l Medin (Din Medine’dir) diye Arapça bir söz vardır, annemden duymuştum, bu başlıkta bir kitap düşünüyorum. Sözleşme kitabının devamı niteliğinde olacak. Sözleşme ile bir teori koymuş olduk, bu teoriyi siyasi, sosyolojik ve felsefi bir zeminde kurduk. Kur’an’dan ve Sünnet’ten hareketle bunu yaptım ki, bu İslamcılığın bir çözüm önerisi olarak görülsün. Peki bunu nasıl pratize edeceğiz? Bu konuda bir kitap düşünüyorum, bunun devamı olacak bir kitap, Din Medine’ye Aittir.
Bu söz de rahmetli annemden aklımda kalmadır. Ben su satıyordum, Mardin’de İnekler Çarşısı (Suku’l bakar) var, köylüler geliyor, köyden kavun, karpuz getirip satıyorlar, meyve sebze getiriyorlar. Bir defasında çok fena birbirlerine girdiler, çok kanlı bir kavga oldu. Birbirlerinin kafalarını kırdılar. Eve gidince anneme anlattım, anne böyle böyle kavga ettiler çok da üzüldüm, ya ne kadar vahşi bunlar dedim. Annem dedi ki “oğlum Ed Din fi’l Medin”. Yani din Medine’ye, şehre aittir. Bunu önemsemedim o yıllarda. 20-25 sene sonra farkına vardım, kendi kendime dedim annem ne kadar enteresan bir şey söylemiş. Öyle ya, Resûlullah da dini Medine’de hayata geçirdi. Medine, dinin mekânında tezahür etmesi, ortaya çıkması, ete kemiğe bürünmesi demektir. Medine kelimesi köken itibari ile Aramice’dir, Arapça’ya Aramice’den geçmiş, bir mahkemenin yetki sahası içerisindeki düzenlemeye verilen isimdir.
Demek ki Medine’nin kökeninde hukuk var. Bir mahkemenin yetki sahası içerisindeki yerleşim, habitat söz konusu. Medine Sözleşmesi’yle Resûlullah hukuku getiriyor. Sözleşme’nin temeli hukuk, karşılıklı rıza, özgürlük, ahlak ve ihtiramdır. Buradan hareketle inşallah Medine, medeniyet/şehir, modernleşme başlıklı üç bölümlük, öncekini tamamlayan bir kitap düşünüyorum. Temel perspektif, Medine’yi yani şehri yeniden nasıl kurabiliriz üzerine olacak, Allah ömür verirse.
Dipnot:
*Ahmet İnsel, ‘Ali Bulaç’ın Çoğulcu Ümmet Tasarımı Üzerine: Totalitarizm, Medine Vesikası ve Özgürlük’, Birikim dergisi, Mayıs-1992, sayı: 37
HEMHAL