6 Şubat (2023) tarihli, merkez üsleri sırasıyla Gaziantep’in Şehitkamil ilçesi ve Kahramanmaraş’ın Ekinözü ilçesi olan, 7,8 ve 7,5 şiddetindeki iki depremin üzerinden tam iki hafta geçti. Şu an arama-kurtarma çalışmaları sonlandırıldı. Hepimizin izlediği üzere ortaya çok ağır bir bilanço çıktı. Bir sonraki yazımda bu ağır bilançoyu, maddi ve manevi boyutlarıyla konuşacağız. Ama ilk önce, geçen hafta deprem sosyolojisi için önerdiğimiz çerçeve içinde kalarak depremin algılanma biçimini analiz ederek başlayacağız.
Algı düzleminde bu depremde en çok dikkat çeken şey, insanımızın olayı “dini” bir dille anlamaya ve yorumlamaya çalışıyor olmasıdır. Deprem sırasında ansızın yüksek binaların bir karton kutu gibi devrilmesini kameraya alan bir adamın ağzından “Allah’ım, Allah’ım” sözleri dökülüyor. İlk bir hafta ülkede genel yas ilan edildi ve camilerden sela sesleri yükseldi. İki hafta boyunca kurtarma çalışmaları sırasında çıkarılan her bir can için tekbir sesleri yükseldi. Kurtarma çalışmaları uzadıkça toprağın ve yıkık evlerin altında çıkarılan her bir can için “mucize” sözcüğü kullanıldı. Nasıl mucize olmasın ki? Soğuk kış gününde, aç-susuz ve karanlık bir ortamda sıkışıp kalmışlar olan insanlar 13 gün sonra gün yüzüne çıkarılıyor. Antakya’da Kanatlı Apartmanı’nın enkazından Kırgız ve AFAD ekiplerince biri çocuk 3 kişi 296. saatinde enkazdan çıkarıldı.
Depremin sebep ve sonuçlarının algılanma biçimi sosyal medya ve televizyonlarda geniş bir şekilde tartışılıyor. Bu tartışmaya ilahiyatçılardan tutun sosyolog ve psikologlara kadar pek çok farklı disiplinden uzmanlar katılıyor. Tartışmanın düğüm noktası şudur: Deprem bir kader mi, yoksa ihmal mi? Doğal olarak tartışmada kimleri “kader” görüşünü savunurken, kimileri de bunun basbayağı bir “ihmal”in sonucu olduğunu ortaya koymaya çalıştılar.
Deprem ülkemiz için yeni değil. Daha önce pek çok deprem oldu. Fakat şiddeti 7’nin üzerinde olan ve kayıpların çok olduğu 1999 yılında gerçekleşen Düzce ve Gölçük merkezli depremde de buna benzer tartışmalar yaşandı. 17 Ağustos depremi olarak tarihe geçen Gölcük merkezli deprem tüm Marmara Bölgesi’nde, Ankara’dan İzmir’e kadar geniş bir alanda hissedilmişti. Bu depremin akabinde İstanbul’da yapılan geniş çaplı bir araştırmada insanların deprem algısıyla ilgili bir soru, insanımızın deprem algısını sosyolojik olarak ortaya koymaktadır.
İstanbul Kültür A.Ş. tarafından 2002 yılında yayınlanan araştırmada “Sizce depremin zararları bir kader mi yoksa bir ihmal sonucu mudur?” sorusuna toplam 2.516 katılımcının sadece yüzde 16,5’i “kader sonucudur” demiştir. Bu azınlık grubun karşısında yüzde 67,9’luk bir çoğunluk “ihmal sonucudur” şeklinde bir kanaat bildirmiştir. Son olarak yüzde 15,6 kadar bir kesim ise “her ikisi de” diyerek depremin yarattığı sonuçları kader ve ihmalin bir sonucu olarak gördüklerini söylemişlerdir.
Bu veriler bize ne söylemektedir?
Sanırım bu tartışmayı iki düzlemde yürütmek daha sağlıklı olacaktır. Birinci düzlem “depremin sebebi”ne dair açıklamalar, ikinci düzlem ise “depremin sonuçları”na dair açıklamalardır. Bu iki mesele tartışmalarda birbirine karıştırılmaktadır. Depremin sebeplerine dair açıklamalarda depremin “ilahi mi, doğal mı bir olay olduğu?” sorusu sorulmalı ama bu sorulara ne cevaplar verilirse verilsin, sebepler bazında pek sorun yok gibidir. İlahi de denilse doğal da denilse, sadece dil farklılaşıyor ama ortada kaçınılması imkânsız ve elimizde olmayan bir afetle karşı karşıya kaldığımız açıktır. Muhafazakâr ve dindar kesim bunu “ilahi” sebeplere bağlıyor, laik-seküler kesim ise “doğal” sebeplere bağlıyor.
Tartışmalarda esas mesele, depremin sonuçlarının nasıl algılandığıdır. Sonuçları ya da zararları konusunda çoğunluk, bunun bir “ihmal sonucu” olduğunu düşünüyor. Bu oldukça da doğru ve sağlıklı bir açıklama sayılır. Çünkü dünyanın farklı yerlerinde 7 üzerindeki depremlerde daha az zarar olmaktadır, bunun sebebi buralarda depreme dirençli konutların yapılıyor olmasıdır.
Algı ve anlamlandırma konusunda bir başka boyut, depremin neye benzetildiği meselesidir. Gülmez (2008) tarafından yapılan küçük çaplı nitel bir yüksek lisans araştırmasında “Deprem anını neye benzetirsiniz?” sorusuna insanların çoğu “kıyamet” ya da “mahşer” şeklinde cevaplar vermiştir. Burada da “dini” bir dil kullanıldığı görülmektedir.
Depremin “dini” bir dille anlamlandırılması ve yorumlanması, resmin daha geniş bir çerçevede yorumlanmasına imkân tanımaktadır. Türkiye toplumu dini değerlere önem veren ve kendini dini bir dille ifade eden “Geleneksel” ve “Muhafazakâr” bir toplumdur. Buradaki geleneksel ve muhafazakâr deyimlerini zihniyet ve tutum düzeyinde ifade ediyoruz.
11 ilimizi kapsayan son deprem, Akdeniz ve Güney Doğu bölgesindeki illerden oluşmaktadır. Bu bölgenin geleneksellik ve muhafazakarlık düzeyi, İstanbul’daki insanlarınkinden daha yüksektir. Bu bölgelerde muhtemelen depremin “ilahi sebebe” bağlı ve “sonuçları itibariyle kader” olarak değerlendirilmesi daha yüksek çıkacaktır. Burada kullanılan dini dil de buna işaret etmektedir. O zaman şöyle bir değerlendirme yapmak mümkündür: Muhafazakâr ve geleneksel bölgelere gidildikçe, depremin sebep ve sonuçları itibariyle “ilahi ve kaderi” bir olay şeklinde yorumlanması artmakta, daha modern ve seküler bölgelere doğru gittikçe depremin sebep ve sonucu “doğal ve ihmal” çerçevesinde değerlendirilmektedir.
Ancak bu değerlendirmeye bir şeyi de eklemeliyiz: Algı sabit olan bir olgu değildir, zaman içinde ve değerlendirmeler sonucunda insanların algısı değişmektedir. Bu son depremde kolonların kesilmesi, yeni yapılan ama mevzuata uygun olmayan yapıların yıkılması ve bu çürük yapılardan sorumlu olan insanların cezalandırılması gibi saptamalar ve gelişmeler bölgedeki insanların depremin sonuçlarına ilişkin algısını önemli oranda değiştirecektir.
Gelecek hafta bu konuya devam edeceğiz.
Kaynak: Farklı Bakış