Süleyman Seyfi Öğün yazdı;
İnsan hayâtı bir bileşke. Aslında bireysel hayâtlarımıza o kadar çok hayât sığdırıyoruz ki.. Çocukluğumuzdan başlayarak, kişiliklerimize, en yakınlarımızdan başlayarak “dış dünyâdan” ithâl ettiğimiz unsurları dâhil ediyor; “içimizden gelenlerlerle” harmanlıyoruz. Karmaşık bir süreç bu. Herşey bir “özenme” ve “taklide” dayanıyor. Meselâ erkek çocuklar evvel emirde “babalarını” taklit ediyor; kız çocuklar ise “annelerini”..Tabiî ortaya çok sayıda komik manzaralar çıkıyor. Rol yapıyoruz. Başlangıçta bu rolleri; mimik, jest ve davranışları pek çoğumuz yüzümüze gözümüze bulaştırıyoruz. Küçük bedenlere o roller oturmuyor. Zaman ilerledikçe, toplumsallaşmasının boyutları derinleştikçe başkaları da devreye giriyor. Kişiliklerin oturması veyâ olgunlaşma denilen bir şey varsa, bu devşirilmiş rollerin bize yakışmaya başlaması, yaradılışımızdan gelenlerle uyumlulaşması, hazmedilmesi, başkalarınca artık yadırganmamasından başka bir şey değil. Tabloların hayli değişken olduğunu söyleyebiliriz. … Bâzıları ileri yaşlarda bile rollerini o kadar kötü oynayabiliyor ki.. Dünyâ sahnesi içi doldurulmamış, hakkı verilmemiş eğreti rollerin performanslarından geçilmiyor. Bunlar bâzen ağır eleştirilerin konusu edilebiliyor. Bâzen de, menfaat icâbı görülmek istenmiyor.
Eğer birileri rollerini abartıyorsa ona “tiyatro yapma” veyâ “oyun oynama” tarzı bir îkaz gelebilir. “Gerçekçiliğe” veyâ “ciddiyete” çağrı, rollerin abartılmasına, inandırıcı olmaktan çıkmasına bir tepkidir. Hoş, bu çağrıyı yapanlar çok defâ ciddiyetin veyâ gerçekçiliğin de bir tarz oyun olduğunu unuturlar. Târihçi Huizinga insanın diğer varlıklar karşısında en ayırd edici niteliklerinden birisinin “oyun oynama” kabiliyeti olduğunu yazar. Homo Ludens, yâni oynayan insan der buna. Aslında bu saptama, asırlar evvel, bütün zamanların en büyük tiyatro ustası olan Sheakespeare’in mâhut söyleminde ifâdesini bulan vurucu bir îkâzın yansımasıdır. Seyircilere dönerek, “Hanımefendiler ve beyefendiler. Dünyâ bir tiyatrodur. Ve bütün erkekler ve kadınlar sahnedeyiz” diyordu Sheakespeare. Aslında dünyâ tiyatrosunda (Theatrum Mundi) seyirci de seyretme oyununu oynayan bir oyuncudur. Sartre Altona Mahkûmları’nda ahlâkî bağlamı üzerinden ne güzel anlatır bu durumu. Eski Nazi Franz Von Gerlacht, derin bir bulantı içinde bir tiyatro oyununu basar. Sahnedeki oyuncular şapkalıdır. Sahneye fırlar ve seyircilere bağırır: ”Şapkalarınız nerede?”..
Kapitalizm herşeyi metâlaştırmak ve endüstrisini kurmakla mâruftur. Sâhip olduğu ve biteviye geliştirdiği kültürel araçlarla, kapitalist akla ve menfaatlere uygun bir insanlık üretmek ve türetmek için elinden gelenin en iyisini yapar. Temsiller dünyâsı ve onun en incelmiş ürünlerini ifâde eden sanatları sonuna kadar kullanır. Edebiyât, tiyatro ve müzik dünyâlarını kolonize etmek için elinden geleni yapmıştır. Vasatî olanı yakalamak, vasat almak bu işin mühendisliğinin sırrını verir. Kültürel derinlikleri yüzeye vurduran, dışbükeyleştiren kitle kültürü ve onu tâkip eden popüler kültür kavramlarının içini de bu doldurmaktadır. Amaç sâdece yaygın bir tüketim üzerinden kâr devşirmek değil; aynı zamanda bilinçleri fethetmek ve sömürgeleştirmektir. Sinema ile kapitalizm arasındaki ilişki bu açıdan biçilmiş kaftandır. Homo Ludens’e, gömüldüğü o rahat koltuklarda en kitlesel ölçekte senaryolar yazmakta, rol kalıpları sunmakta, nasıl düşünmesi, neleri, nasıl hissetmesi ve nasıl oynaması gerektiğini söylemektedir. Hollywood’un târihi tam da bunu anlatmaktadır.
Alev Alatlı, Allah uzun ömürler versin, Türkiye’nin en başat edebiyatçı düşünürlerinden birisidir. Velûdiyeti de hayranlık vericidir. Olguların üzerine hiçbir ayrıntıyı kaçırmamaya çalışan bir titizlikle gider. Kendisinin de sevdiği bir ifâdeyle, hiçbir “çalının dibini eşelemeden” bırakmaz. Şahsen kendisini tanımaktan her zaman şeref duydum ve eserlerini ilham verici buldum. Fikirlerine katılmayabilirsiniz; ama onun herhangi bir kitabını, ister bir roman, ister bir deneme veyâ inceleme, sarsılmadan okumamak mümkün değil. Alev Hanım âdeta tek başına bir “dünyâ nöbeti” tutuyor, sis çanı çalıyor. En olağan şeylerdeki olağan dışı tarafları ortaya çıkarıyor. Son çalışması Hollywood üzerine. “Suç Ortağı Hollywood“ başlığını taşıyor. Turkuaz Yayınları’ndan çıktı. Üslûbu olağanüstü akıcı. Âdeta okuruyla sohbet eder gibi yazıyor. Sıkılmadan, şaşırarak, hani derler ya, bir solukta okuyacağınız bir kitap bu. Hollywood’un târih galerilerinde dolaşacak, ikonlarına yakından bakacak,muhtelif duygular yaşayacaksınız.. Ama sarsılacağınız ve Amerikan miti üzerinden kendi hayâtınızı sorgulayacağınız muhakkak. Size varoluşsal temelde bir ışık tutacak; ne kadar ve nasıl Amerikalılaştırıldığınızı anlatacak bu kitap. Bilinç, hattâ bilinçaltlarımızın nasıl şekillendirildiğini göreceksiniz. Gâliba Hollywood üzerinden Theatrum Mundi bir Cinema Mundi’ye dönüştü. Lâkin bir mâsumiyet kaybı üzerinden ..Tiyatro mâsumdu. Ama sinema öyle değil. (Elbette Amerikan sinemasının ağır baskısına ve dışlamasına mâruz kalan alternatif sinemalar bu değerlendirmenin dışındadır). Yüksek bütçeli, tek başına bakıldığında sanatsal açıdan başarılı olan Hollywood’un mâsumiyeti yavaş yavaş kaybolacak, bu endüstriyi kuşatan “kirli” siyâsal, bürokratik, askerî, ve medyatik ilişkileri, küresel Amerikan hegemonyası ile onun sineması arasındaki bağları keşfedeceksiniz. Alev Hanım, Amerikan miti ve Homo Americanus’un inşâ edildiği ve milyarlarca insana ulaştırıldığı Hollywood’un yapı sökümünü yapıyor. Harâretle tavsiye ediyorum…