ALEV ERKİLET: ´İSLAM ŞEHRİ´ BİR ÜTOPYA DEĞİL, YAŞAYAN BİR YER

Alev Erkilet, şehrin sosyolojik arka planına eğilerek; kültürel miras, kentsel ayrışma ve yoksulluğa dair meseleleri Müslümanca bir bakışla ele aldığı ´Kenti Dinlemek´ kitabından hareketle Safa Dallı´nın sorularını cevapladı.

ALEV ERKİLET: ´İSLAM ŞEHRİ´ BİR ÜTOPYA DEĞİL, YAŞAYAN BİR YER

Oturduğumuz evlerde, yürüdüğümüz sokaklarda, sohbet ettiğimiz mekanlarda bize ait olmayan bir şeyler var. Şehir her daim ayak sürüyor bize. Taleplerimize cevap vermiyor, özlemlerimizi yansıtmıyor, hassasiyetlerimizi ciddiye almıyor. Her şey zor, her şey çok çaba istiyor. Yaşam su gibi akmıyor.

Şehirler; insanların inançlarından, yaşayışlarından beslenir, etkilendikleri gibi etkiler, duyguda ve düşüncede derin izler bırakırlar. Kişilerin seçeneklerini şehrin imkanları belirler, günlük yaşamda alınan yüzlerce kararda en önemli etkendirler.

Çeşitli üniversitelerde şehir sosyolojisi dersleri veren, İBB´nin Tarihi Yarımada Koruma Amaçlı Kentsel Tasarım Projesi´nin sosyolojik araştırma ayağını yürüten, şehir üzerine düşünen ve yazan sosyolog Alev Erkilet´le, şehrin sosyolojik arka planına eğilerek; kültürel miras, kentsel ayrışma ve yoksulluğa dair meseleleri Müslümanca bir bakışla ele aldığı ´Kenti Dinlemek´ kitabından yola çıkarak şehir meselesine dair verimli bir sohbet gerçekleştirdik.

Çalıştığı üniversitenin ofisinde ağırlayarak sorduğum soruları samimiyet ve sabırla cevaplandıran Alev Erkilet Hocama şükranlarımı arz ediyor, cevaplarını istifadenize sunuyorum.

´Kenti Dinlemek´ adlı kitabınızda, gereken özenin gösterilmediğinden yakındığınız şehrin sosyolojik arka planına eğilerek, kültürel miras, kentsel ayrışma ve yoksulluğa dair meseleleri Müslümanca bir bakışla ele alıyorsunuz. Bir sosyolog olarak şehir meselesine eğilmenizin nedeni ve bugün şehir meselesi üzerine düşünmenin önemi nedir? 

Aslına bakılırsa, kentle ve kent sosyolojisi ile ilgilenmem yeni değil. 90´ların sonundan bu yana kent sosyolojisi dersleri veriyordum ama ana ilgi konum sizin de bildiğiniz gibi siyaset ve toplumsal hareketler sosyolojisi idi. Ortadoğu´da İslami hareketlerle alakalı olan tezimin zaman içinde farklı bağlamlarda yapılan yeni okumaları bana şunu gösterdi: İslamcılık toplumsal hayatta yaşanma imkânı bulduğu andan itibaren kendi bütüncüllüğü gereği bilimde, sanatta, kentte, haklar alanında, hukukta ve bunun gibi çeşitli alanlarda söz söylemek zorunda, alternatifler ortaya koymak durumunda. Bu alternatifler genellikle soyuttur ve değerlere odaklanır.

Sonra 2006-2012 arasında Tarihi Yarımada Koruma Amaçlı Kentsel Tasarım Projesi´nin saha çalışmalarını yaparken, kentin bu değerlerin pek çoğunu kendi sadeliği içinde taşıdığını fark ettim. Eşitsizliğe, yoksulluğa, kapitalizme direnen pek çok müessese ve mekanizmanın karşımızda durduğunu ama bu gözle okumadığımız için onlardan yarınımıza dair anlamlı toplumsal çıkarımlar yapamadığımızı gördüm. Onun için kitabın adı ?Kenti Dinlemek?. Onu yapay müdahalelerle kendisi olmaktan çıkarmak yerine bize anlattıklarını dinlemek ve yeniden-üretmek gerektiğini düşünüyorum, Jacobs´un da söylediği gibi.

Bu ana tespite ilave olarak sermayenin kente müdahalesinin müdanasız ve pervasız hale gelişini izlemek, doğa ve hayvan dostu İslam kentlerinin yerini her ikisine de adeta düşman kesilmiş modern kentin alışı, muhafazakârların İslam´ı siyasetle sınırlayan kimlikçi tavırları, yoksullukla mücadele eden İslami pratiklerin ve müesseselerin kentten süpürülmekte olduklarını görmek beni bu alanın önemine ve siyasetle kentin aslında birbirinden ayrılamayacak iki bileşen oldukları sonucuna götürdü. Bugün siyasetin ana biriminin ulus devlet olmaktan çıkıp kent haline gelmesi ve sermayenin kendini kent üzerinden yeniden üretmesi de ayrıca zikredilmesi gereken faktörler.

Kenti sadece kalkınma perspektifinden ve teknik adamların mevzuu imiş gibi düşünmekten ötürü resmin bütününü göremiyor ve bir mirasyedi edasıyla elimizdekileri savuruyoruz. Bu açıdan bakıldığında Kenti Dinlemek bir tespit, bir feryat ve bir direnme çağrısıdır. İslami ve anti-kapitalist duruşun gereği olan amellere yönelme çağrısı.

İslam Şehri´nin ilkelerini tanımladığınız ´Saadet Yurdu´ bir hayal mi yoksa yaşanmış ya da yaşanabilecek bir gerçeklik mi?

Bu soru için gerçekten teşekkür ederim. Saadet Yurdu benim için önemli ve anlamlı bir yazı ve kitaba gelen değerlendirmelerde onun bir ütopya olarak değerlendirildiğini ve bugün geldiğimiz noktada artık kesinlikle ulaşamayacağımız bir ?ütopya? olarak ötelendiğini görmek beni hem şaşırttı hem de üzdü. Neden derseniz, Saadet Yurdu, bugün ciddi şekilde örselenmekte, hırpalanmakta ve paylaşılıp yağmalanmakta olsa da halen yaşayan, hem de İstanbul´da yaşayan bir beldedeki hayatın İslami bir ekonomi politik perspektifinden okunmasıdır; olmayan ya da olamayacak bir dünyanın kurgulanması değil. Elbette orayı soyutladım, besledim, güçlendirdim, yorumladım ama kurgulamadım.

Bu hayatın gerisinde fıkha indirgenmiş ve dayatılmış bir İslami model yok, İslami değerlerin asırlar boyunca toplumun imbiğinden geçip hayata aktarılmış incelikleri var. Slogan atmadan, kavramlara düşürmeden yaşayan insanların ortaya koyduğu özgün bir bileşim var. O incelikleri iddiasız ve belki de farkında olmadan yaşayan Türkiye´nin dört bir yanındaki insanlar hâlâ varlar. Ama modernleşme süreci zihinleri o denli esir almış, kapitalizmin gerekleri o kadar kaçınılmaz gerçeklikler olarak benimsenmiş durumda ki, İslami olanın hayata aktarılmasıyla ilgili küçük çatlakları bile ısrarla doldurmaya, çimento ile örtmeye çalışıyoruz ve bunu muhafazakâr veya İslami perspektiflerle yapıyoruz. Bu nedenle bence o yazı bir turnusol kâğıdı işlevi gördü. Anti-kapitalist duruşu tercih edecek miyiz ve bunun izini kentsel gerçeklikte sürüp onu yeniden üretmeye çalışacak mıyız yoksa şikâyet ede ede kendimizi kapitalizmin ve sermayenin iştihasına terk mi edeceğiz? Bence en önemli soru bu ve Müslümanlar bu soruyla samimi bir şekilde yüzleşmedikleri sürece gerçek bir yol ayrımına gelemeyeceğiz.

Kimlik; her türlü ifadesini yerle ilgili değişkenler üzerinden bulmakta, mekân, varoluşta benzersiz bir rol oynamaktadır. Bugünün İstanbul´u bizi nasıl şekillendirmektedir?

Tam da bir önceki soruya verdiğim cevap üzerinden devam etmek isterim. İslami olanın gerçekliğine ve mekânsal bir gerçekliğe dönüşebileceğine inanmadığımız sürece, kapitalizmin gerçekliğinin bizi dönüştürmesi mukadderdir. Yıllar önce, Sürgünden Eve Eleştirellikten Uyuma başlıklı kitabımda yayınlanan bir yazı yazmıştım. Peter Berger´in ?Dinin Sosyal Gerçekliği? metnine gönderme yaparak dışsallaşma-nesnelleşme-içselleşme kavramları yardımıyla tam olarak şu değerlendirmeyi yapmışım: ?Biyolojik yapısının özgül niteliği nedeniyle insan kendisini dışsallaştırmaya zorlanır. İnsanlar, toplu olarak ortak davranış yoluyla kendilerini dışsallaştırır ve böylece bir beşeri dünya üretirler. Bir kısmını toplumsal yapı diye isimlendirdiğimiz bu dünya onlara nesnel gerçeklik statüsü kazandırır. Nesnel bir gerçeklik olarak aynı dünya, toplumsallaşan bireyin sübjektif bilincini oluşturan diğer bir parça olmak üzere sosyalleşme esnasında içselleştirilir. Bireysel bilinçlerin dışsallaşması olarak ortaya çıkan gerçeklik, bir kez nesnelleştiğinde karşıt/farklı değerleri dışsallaştırmak isteyenler için bile bilinçlerinde öylece yer eden belirleyici bir varlık kazanmaktadır. Böyle durumlarda toplumsal kimlik öznel kimliğe karşı toplumu temsil etmeye başlar, onu toplum adına denetleme eğilimine girer?.

İşte bugün yaşanan durum tam olarak budur. Müslümanların, modernleşme sürecinde dışsallaşmış ve artık içselleştirilmiş olan kapitalist değerler üzerinden şekillenmiş bulunan toplumsal kimliği, dışlaşmak isteyen öznel İslami kimliğiyle mücadele ediyor. Mevcudu kaçınılmaz ve gerekli, İslami örüntüleri ise imkânsız gösteriyor. Bugünün İstanbul´u bir yandan geçmişi, hatırayı ve hafızayı siler/sıfırlarken, diğer yandan da tam Bergervari bir etkiyle modernleşmenin formatını çekiyor. Senin değerlerin mekânda dışlaşamaz, orada tecessüm edemez ise başka değerlerin taşıyıcısı olan mekân, toplumsalın yeni ve kaçınılmaz kabı olarak seni dönüştürecektir.

Son olarak, editörlüğünü üstlendiğiniz, kentsel yaşamın kalitesinin yükseltilmesinden, toplumsal adalete, eşitlik ve katılımın artırılmasından yoksulluğun azaltılması gibi pek çok konuya değinilen ve bunların aynı  zamanda insanca yaşamanın asgari gerekleri olduğu fikrinin savunulduğu ´Magnetsiz Şehirler: Türkiye´de Kentlerin Dönüşümü´ kitabı nasıl ortaya çıktı?

Magnetsiz Şehirler, 2014 yılında İLEM´de yaptığımız Türkiye´de Kentlerin Dönüşümü atölyesinin çıktılarını bir araya getiren bir kitap oldu. Atölye, Toplum Çalışma Grubu bünyesinde gerçekleştirdiğimiz uzun soluklu bir çalışmaydı. Birlikte düşünen, tartışan, disiplinler arası çalışmayı ilke edinen genç insanlardan oluşan bir ekiple yol almak çok ilham verici bir deneyim. Biz yaklaşık iki yıl boyunca atölye dışı çeşitli vesileleri de fırsat bilerek bir araya gelmeyi sürdürdük. O arada metinler oluştu ve atölyenin çıktılarından biri olarak okuyucuya sunuldu.

Kitabın başında benim kaleme aldığım bir yazı var. Hem editöryel bir giriş olsun hem de atölyenin macerasını anlatsın istediğim bir yazıydı. Orada atölyenin amaçlarını, katılımcılarını, etkinliklerini anlatıyorum hem de kentsel süreçlere değer merkezli ve bütünselci yaklaşmak, kentsel müdahalelerin yoksullaştırıcı etkilerini dikkate almak, müdahalelerin neden olduğu hak ihlallerine dikkat çekmek, yabancılaştırıcı etkileri üzerine düşünmek gibi bazı çerçeve ilkelerimizin manasını irdelemeye gayret ediyorum. Kitapta mahallenin Osmanlı´dan bu yana geçirdiği dönüşümler, mahalle ile güvenlikli siteler arasındaki farklar, sanayi alanlarının dönüşümünde uluslararası yaklaşımlar gibi başlıklar yanında evsizlik, ulaşım ağlarının ve kırsal soylulaştırmanın etkileri, sınır gibi kavramlar çeşitli şehirler üzerinden irdelendi. Kentlerin dönüşüm süreçleri İstanbul, Bursa, Taraklı, Malatya örnekleri üzerinden analiz edildi. Kitabı daha fazla anlatmayayım, okuyucu kendi gözünden burada söz konusu edilenlerden çok daha fazlasını bulacaktır orada.

Ama son bir hususu hatırlatmadan geçemeyeceğim. Biz her ne kadar ortak bir çerçeve üzerinde analizler yapmaya özen gösterdikse de, en az o kadar özen gösterdiğimiz diğer husus her bir makalenin yazarının görüş, tutum ve tercihlerini yansıtmasının sağlanmasıdır. Diğer bir deyişle burada hem bilginin kamusal üretimine katkı yapmaya çalışıyoruz hem de tam bir entelektüel bağımsızlık içinde farklılıkları korumaya dikkat ediyoruz.

 

A. Safa Dallı

 

dunyabizim.com