HDP’nin 2023 seçimleri öncesi ve sonrasına dönük tutumunu açıkladığı 11 maddelik deklarasyon ile İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in Cumhurbaşkanlığına değil başbakanlığa talip olduğu yönündeki deklarasyonu Millet İttifakının her bir üyesini aşan siyasi bir toparlanma çağrısına uyduklarını gösteriyor.
Malum, Akşener’in şimdiye kadar Cumhurbaşkanı adayı olma konusunda sergilediği “inatçı ısrar” ittifak içinde bir tür oyun bozanlık oluşturuyor, hesapları tutturmayı zorlaştırıyordu. Akşener’in bugünkü sistemde talip olduğu başbakanlık biraz imkansızın politikası gibi, olmayacak, olamayacak bir şey. İttifakın adayı kazansa bile yeniden parlamenter sisteme geçişi sağlayacak bir sürecin de önünün açılması hem zor hem olsa bile kazanacak başkan adayının parlamenter sisteme dönmeye razı olması muhal. Kendi partisinde bile yetkilerini hiç kimseyle paylaşmayan, sürekli daha da merkezileştirenlerin seçimle kazandıkları başkanlık yetkilerinden feragat etmeleri ise muhalden de öte.
Akşener’in imkansıza durduk yerde kendi iradesiyle razı olduğunu deklare etmesi hep aradığımız “siyasette şeffaflık” kriteri açısından da ciddi bir sorun. 15 Temmuz’dan önceki dönemlerde sürekli herkese 15 Temmuz’da başbakan olacağını söylerken de imkansıza talipti aslında. Çünkü başbakan olmasına imkân verecek, ortada hiçbir yol görünmüyordu. Tek yol, olağanüstü bir durum olabilirdi ki, o gün darbe teşebbüsü de oldu. Bugün görünürde imkânsız olan bu vaadin ardında nasıl bir plan olduğunu sormak Türkiye’de her vatandaşın hakkı değil mi?
İmkansızın yorumu da insanı absürdün teviline sürüklüyor hep. Bundan biraz geri durup HDP’nin deklarasyonuna geçelim. İttifakla ayrı telden çalıyor izlenimini özellikle verse de ittifakı rahatlatan bir deklarasyon olarak algılandı. Ama bunun dışında HDP’nin genel politikaları için bir çerçeve ortaya koyma iddiasında.
Doğrusu, HDP’nin bir Türkiye partisi olma yönünde attığı, atacağı her adımı olumlu karşılamak gerekir. Neticede Türkiye’de etnik bir grubun partisi olduğunda milliyetçiliğe karşı milliyetçilik hatta ırkçılık olarak her iki tarafın, hatta tüm tarafların ırkçılığını, bağnazlığını, kapalılığını artırmaktan başka bir şey yapmamış olursunuz.
Bugün Türkiye’de ciddi bir milliyetçilik sorunumuz varsa bunda en büyük paylardan birinin de Kürt milliyetçiliği olduğunu görmezden gelemeyiz. Elbette yıllarca Kürtlere yönelik inkâr ve asimilasyon politikalarının bu milliyetçilik türünü de beslediğini göz ardı etmeden. Ancak bir noktadan sonra Türkiye’de işler belli bir normale ulaşmış oldu.
Son yirmi yıl içinde Türkiye’de etnik bilinç konusunda önceden hayal bile edilemeyecek belli bir seviyeye gelindi. Türkiye’nin etnik çokkültürlülüğü devlet tarafından tanındı ve bu bir kompleks konusu olmaktan çıktı. Önceki yılların çocuksu ve ilkel kimlik tasavvurları yerini daha tanımacı, kucaklayıcı bir siyasete bıraktı.
İşin ilginç tarafı da bundan en çok rahatsız olan kendini bu sorunun varlığıyla haklılaştırmaya çalışan PKK ve siyasi uzantıları oldu. Bu saatten sonra aslında Türkiye’de etnisite konusu ciddi bir sorun olmaktan çıkmıştır. Eskiden Kürt sorunu yok denildiğinde bu hem Kürtlerin hem de sorunun inkâr edilmesi anlamına geliyordu. Oysa Kürtler tanındıktan, Kürtçe ve kimlik üzerindeki inkâr ve baskılar kaldırıldıktan sonra “Kürt sorunu yoktur” demenin o sorunu çözmüş olmanın gururunu ifade etmekten başka bir anlamı olamaz.
HDP’nin deklarasyonunda ise hâlâ Türkiye’nin en önemli sorununun Kürt sorunu olduğunun söylenmesi bir yere kadar anlaşılabilir, neticede bir siyasi kitle hedeflenip onu siyasi bir özne olarak var etme arzusu siyasetin en makul işlerinden biridir. Bu bir siyasi tartışma ve diyalog konusu olduktan sonra kimse bir şey diyemez. Ancak yöntem olarak “silah değil müzakere” dediğiniz anda söylediğiniz her şeyin anlamı da kapsamı da maksadı da başka bir şey olur.
Türkiye’de silahlı terörle silahla, siyasi güçlerle siyaset zemininde konuşulur. Siyasetin, kendisine bir zaman çözüm sürecinde aslında hiç de hak etmediği bir fırsat verilmiş olan silahlı terör örgütünü müzakere muhatabı haline getirmeye çalışması ve “Kürt sorunu” diye açtığı dosyayı ona havale etmesinin hesabı o kadar kolay değildir.
PKK şu anda hak ettiği bir dile muhatap oluyor. Aslında bu dile muhatap olmayı en iyi ihtimalle kendi tamahkarlığıyla kendisi tercih etmiş oldu. On yılların müzmin sorununun çözümü yolunda bir aşamada, zerre kadar samimiyeti var idiyse kendisine sunulmuş olan fırsatı gerçekten de barış için, gerçekten de demokrasi için ve gerçekten de Kürt halkının faydası için değerlendirebilirdi. Oysa PKK Kürtleri veya “Kürt Sorunu” dediği ne varsa rehin alarak kendisine canlı kalkan yapmanın yolunu seçti.
Görülüyor ki HDP söyleminde bile hâlâ Kürt sorunu aslında PKK ile müzakere kapısı açmak, PKK’yı bir siyasi muhatap haline getirmek için telaffuz ediliyor.
Bu kadar demokratik açılımdan ve Kürt sorununun çözümü yolunda kat edilmiş bunca yoldan sonra HDP’nin PKK adına neyi talep ettiğini biraz daha net ortaya koyması gerekiyor. Kürt sorununda halledilmemiş ne var ve bunun halli için HDP, PKK’ya neden ihtiyaç duyuyor?
Bunca mesafeden sonra PKK için bir devlet tesis edecek bir bölünmeden başka bir şey kalıyor mu? HDP bunu mu istiyor? Nerede kaldı bir Türkiye partisi olma iddiası?