Tarih: 16.05.2022 12:40

Aklın Halleri ve İşleyiş Biçimleri

Facebook Twitter Linked-in

Geçen haftaki yazımızda aklın hallerini, gerçeklikle ilişkisi bakımından ele almış ve “üç” tür akıl ayırt etmiştik. Akılların farklı olması, onun paradigmatik yapısına işaret etmektedir. Her üç akıl da gerçeklikle kurduğu belirli ilişkiden dolayı farklı bir işleyişe sahip olup bunun sonuçları da bulunmaktadır. Tersinden konuşacak olursak, hiçbir akıl “saf” değildir ve bilakis gerçeklikle ilişkisinden dolayı belirli bir biçimde çalışmaya mecburdur. Fakat pek çok insan bunun farkında değildir ve kendi aklını, her tür etki ve belirlenmeden bağımsız ve nesnel bir biçimde çalışıyor zanneder. Bu zan, aklın kendi kendine kurduğu bir tuzaktır.

Geçen hafta bazı sorular sormuştuk, ama bunlara cevap verememiştir. Şimdi bu soruları, geçen hafta geliştirdiğimiz konsept dahilinde ele almaya çalışacağız. İlk soru şuydu: Gerçekte akıl, hem insana özgü içsel dinamikler hem de dışsal-çevresel dinamiklerden bağımsız olarak düşünebilir mi? Eğer aklın farklı halleri varsa, bu onun “bağımsız” değişken olmadığını göstermektedir. Bilakis akıl hem içsel hem de dışsal dinamiklerden dolayı “bağımlı” bir değişken olarak çalışır. Eğer söz konusu içsel ve dışsal dinamikler değişirse, akıl bundan kesinlikle etkilenir ve daha önceki çalışma ve sonuç çıkarma işlemlerinden vazgeçer.

Buna örnek olarak tefsir bilimini ve burada aklın rolüne ele alabiliriz. Mesela tefsir tarihimiz boyunca kelamî, felsefi, fıkhi, tasavvufi, edebi ve hatta sosyolojik tefsirler yazılmıştır. Müfessir, uğraştığı temel bir disiplinden hareketle Kur’an’ı yorumlamıştır. Her disiplin belirli bir niyet ve odaklanma gerektirdiği için kelamcı birinin yazdığı tefsirle, mutasavvıf birinin yazdığı tefsir farklı olmuştur. Buradan şuna sonuca gitmek doğru değildir: Kelamcının tefsiri gayri meşrudur, mutasavvıfın tefsiri meşrudur! Veya tersini düşünmek de aynı şekilde doğru değildir. Her disiplin belirli bir perspektiften bakarak yorum yaptığı için kısmi ve izafi bir bilgi üretir. Bu bakımdan Kur’an’ın tarih boyunca farklı biçimlerde tefsir edilmesi anlayışımıza büyük bir zenginlik katmıştır. Oysa modern zamanlarda kimi Müslümanlar kuvvetli bir biçimde pozitivist bilgi teorisinin etkisinde kaldıkları için tüm bu yorumları lüzumsuz ve hatta kafa karıştırıcı bulmuşlardır. Çünkü onlara göre Kur’an’dan herkes aynı sonuçları çıkarmalı ve Müslümanlar tek bir doğru yorum olduğuna inanmalıdırlar! İşte bu tür düşünme şekli de paradigmatik aklın icabıdır. Bunun farkında olursanız, bu akıl yürütmeye hiç şaşırmazsınız!

Müslümanların 19. yüzyıldan sonra kendi kaynakları ve gelenekleriyle ilişkilerinin nasıl değiştiğine ve bunun sonuçlarına değinen önemli bir eser dilimize çevrilmiştir. “Müphemlik Kültürü ve İslâm: Farklı Bir İslâm Tarihi Okuması” (İletişim Yay., 2019) adlı, Alman araştırmacı Thomas Bauer’in bu eseri bu açıdan ibretle okunması gereken bir eserdir. Müslüman aklın paradigmatik değişimini konu almaktadır.

Kanaatimizce, Kur’an başta olmak üzere bir metni anlamak ve yorumlamak için bir çaba sarf ettiğimizde en az üç etki altında kalarak yorum yapıyoruz:

  1. Çağa hâkim olan düşüncelerin etkisi;
  2. Yorumlayıcı kişinin yetiştiği çevre ve aldığı kültür;
  3. Tefsir ettiği metnin kendi doğası.

Çağa hâkim olan düşünceler değişince, metne bakış da değişmektedir. Sözgelimi 19. yüzyıldan itibaren bilim tartışmaları ve din-bilim ilişkileri hız kazanınca, Müslümanlar Kur’an’ı bilimsel verilerin ışığında tefsir etmeye yöneldiler ve böylece “bilimsel tefsir” anlayışı ortaya çıktı. Yine söz konusu yüzyılda kadın sorunsalı tartışmaya açıldığı için, bu konuyu tematik olarak ele alan kitaplar ortaya çıktı ve onlarca “İslam’da Kadın” veya “Kur’an’da Kadın” adıyla kitaplar yayınlandı. Bu kitaplar kadın ve erkekle ilgili ayetlere yoğunlaştığı için bir nevi tematik bir tefsir tarzı da doğurdu.

Yorumlayıcı kişinin yetiştiği çevre ve aldığı kültür geçmişte olduğu gibi bugün de tefsirde etkili olmaya devam etmektedir. İslami bilim alanları bir tarafa, seküler (!?) bilim alanlarında da yetişen Müslümanlar farklı tefsirler yazdılar. Sözgelimi Seyyid Kutup edebiyatçı ve sosyolog biri olarak Kur’an’ın daha çok edebi ve sosyolojik bir yorumunu yaptı. Pakistan’da Mevdudi, siyasi bir partinin ve çevrenin içinde olduğu için yazdığı tefsirde politik temalara fazla yer verdi. Hatta Mevdudi, İngilizce arkeolojik kaynaklara hâkim olduğu için kıssaların yorumunda ciddi bir arkeolojik bilgi de kullanmaktadır.

Geleneksel dönemde rivayet tefsirleri ağırlıklı iken, günümüzde dirayet tefsirleri daha fazla önem kazandı. Geçmişte Fahreddin Razi çoğu müfessir için bir model iken, çağımızda çok farklı tefsirlerden faydalanan ve kendi görüşlerini de ekleyen bir müfessir profili ortaya çıkmıştır. Burada herhangi bir yanlışlık da yoktur. Müfessir zihni otomatik makine gibi çalışan bir varlık değildir. O bir sosyal ve kültürel çevrenin ürünüdür ve tefsir yaparken farklı motivasyonlarla hareket etmektedir.

Her metnin kendine özgü bir doğası vardır. Bir şiir ile hikâye ya da roman aynı tip metin olmadığı gibi klasik metinlerle modern metinler de aynı değildir. Özellikle Kur’an, muhkem ve müteşabih ayetleriyle, Mekki ve Medeni sureleriyle, kıssa ve ahkâm ayetleriyle vs. kendine özgü bir içeriğe ve dile sahiptir. Bu dil, bizim “Bilim ve Mitoloji İkileminde Din Dili” adlı eserimizde (ESkiYeni Yay, 2022) gösterdiğimiz gibi, ne bilim diline ne de mitoloji diline benzemektedir. O kendine has bir dile sahip olup disiplinler anlamda daha çok bir edebiyat diline sahiptir. Çünkü edebiyatta var olan tüm sanatlar ve dil oyunları Kur’an’da da mevcuttur.

Cevaplamamız gereken ikinci soru şudur: Bir şeyin akılcı ya da makul olduğunu belirlerken kimin aklını esas alacağız? Sıradan bir insan ile bir mühendis veya bir doktorun aklı aynı mı çalışmaktadır? Dünyanın farklı kültür ve coğrafyalarında insanlar akılcı düşündüklerinde ortak sonuçlara ulaşabilirler mi? 

Yukarıda bu sorunun cevabı dolaylı olarak verilmiştir. Bir şeyin akılcı veya makul olduğunu söyleyen paradigmatik aklımızdır. Bir sanatçının yaptığı bir eser, ona göre sanatsal ve estetik olabilir, ama bir ahlakçı veya bir hukukçuya göre pekâlâ “edepsiz” veya “hukuk dışı” olabilir. Burada bir sanat eserini sanatçı, bir hukuksal olayı hukukçu değerlendirsin diyerek geçemeyiz. Geçmişte de, günümüzde de mesleğini kendine maske yaparak usulsüzlük yapan birçok kişiye rastlanmıştır ve rastlanmaktadır. Hayatta bir olayın pek çok boyutu olabilir ve mülti-disipliner bir yaklaşım gerektirebilir. Bir mühendis, taşıyıcı anneliğin teknik olarak mümkün ve hatta meşru olduğunu söyleyebilir, ama bir hukukçu veya bir ilahiyatçı bu olaya başka bir şekilde bakacaktır.

Bu açıklamalarımız şu ezberi bozmaktadır: Aklın yolu birdir! Eğer herkes akılcı bir şekilde düşünürse aynı sonuca ya da yargıya ulaşır!

Aynı zamanda ve kültürel çevrede doğan ve yetişen insanlar, aynı akıl türüyle bir konuda uzlaşma sağlayabilirler, ama bu aklın yolunun bir olduğunu göstermez. Bu tam tersine aklın paradigmatik olduğunu gösterir. Aklın paradigmatik olduğunu göstermenin en etkin yolu, farklı kültürlerde ve zamanlarda karşılaştırmalı araştırmalar yapmaktır. Şimdi soralım: Ortaçağda Hristiyan dünyada kadının ruhu olup olmadığı tartışmasını yapılmışken, bugün bu tartışmayı makul karşılayacak ve yapacak kaç Hristiyan teolog bulabiliriz? Dün köleliği normal ve şeri kabul eden Müslüman fakihler varken, bugün bunu savunacak kaç modern fakih bulabiliriz? 1960’larda dünyada kürtaja izin verilsin mi verilmesin mi diye tartışma yapılırken, bugün bu tartışmayı yeniden yapacak kaç kişi bulabiliriz? Soruları çoğaltabiliriz, ama sanırım muradımız anlaşılmıştır.

Çağımızda insan hakları, demokrasi ve benzer konularda büyük bir uzlaşmanın olması bu konularda aklın birlik içinde olduğunu değil, paradigmatik akılda bir birlik olduğu gösterir, bunun için uzlaşma sağlayabiliyoruz. Küreselleşme, Batı kültürünün egemenliğine dayalı bir zihniyeti hâkim kılmıştır ve bugün herkes az ya da çok Batı-merkezcil düşünmektedir. Modernleşme ve küreselleşme ilerledikçe, başka bir deyişle dünya “küçük köy”e dönüştükçe bu zihniyetin daha fazla hegemonik bir hale geleceği beklenmektedir.

Peki, kendi aklımıza nasıl mukayyet olacağız? “Müslüman aklı” saptamalardan ve saptırmalardan nasıl koruyacağız? Bu soruya bir sonraki yazımızda cevap vermeye çalışacağız.

 

Kaynak: Farklı Bakış




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —