Tarih: 09.05.2022 12:21

Aklın Halleri: Üç Akıl

Facebook Twitter Linked-in

Günlük hayatta olduğu kadar akademik tartışmalarda da akıl, kendinden menkul bir cevher olarak algılanmakta ve ne idüğü belirsiz olan bu aklın kurallarına uygun düşünenler “akılcı” (rasyonalist), uygun düşünmeyen ya da karşıt düşünenler ise “akıl-dışıcı” (irrasyonalist) ilan edilmektedir. Gerçekte akıl, hem insana özgü içsel dinamikler hem de dışsal-çevresel dinamiklerden bağımsız olarak düşünebilir mi? Bir şeyin akılcı ya da makul olduğunu belirlerken kimin aklını esas alacağız? Sıradan bir insan ile bir mühendis veya bir doktorun aklı aynı mı çalışmaktadır? Dünyanın farklı kültür ve coğrafyalarında insanlar akılcı düşündüklerinde ortak sonuçlara ulaşabilirler mi? İşte, tüm sorulara bir cevap aramaya ve bu bağlamda kendi görüşlerimi sunmaya çalışacağım.

Benim akıl ve aklın çalıştırılması konusundaki temel tezim şudur: Akıl, hiçbir zaman gerçeklik dünyasından bağımsız değildir. Az ya da çok gerçeklikten etkilenir ve ait olduğu gerçeklik dünyasının doğruluk ve yanlışlık nosyonlarının izlerini taşır.

Bu tezde ifade edilen aklın nasıl bir akıl türüne karşılık geldiğini anlamak ve başka akıl türleriyle ilişkisini kavramak için aklın gerçeklikle ne tür ilişkiler içinde olabileceğini araştırmak gerekir. Kabaca akıl gerçeklikle üç tür ilişki içindedir:

  1. Gerçeklikten kopuk akıl ya da saf akıl;
  2. Gerçeklik tarafından belirlenen akıl ya da gerçekçi akıl ve
  3. Gerçeklikle etkileşim halinde olan akıl ya da etkileşimsel akıl.

Saf aklın mümkün olduğunu düşünenler (bunlara kabaca “filozoflar” diyebiliriz) bazı varsayımlardan hareket ediyorlar. Evvela insanın akıllı bir varlık olarak diğer canlılardan ayrıldığını çıkış noktası olarak kabul ediyorlar. Bizi biz yapan aklımızdır. İkinci olarak akıl kendi başına işleyen bir cevher olarak kabul ediliyor. Bu cevheri kendi kendine çalışan bir saate benzetebiliriz. Üçüncü olarak akıl, gerçeklik hakkında düşünür ve bilgi üretir. Dördüncü ve sonuncu varsayım ise şudur: Akıl gerçeklik hakkında elde ettiği bilgilerle gerçekliği de dönüştürebilir. Bu son anlamda akıl aynı zamanda bir teknolojidir.

Burada tarif edilen şekliyle saf aklı, eski Yunan’dan başlatarak, Batı dünyasında 18. yüzyılda Kant ile birlikte doruk noktasına ulaşan bir akıl tasavvuru olarak görebiliriz. Eski Yunanca’da bir isim olarak kullanılan Logos kelimesi, genellikle ‘Söz’ olarak çevrilse de bunun dışında “düşünce”, “dil”, “akıl”, “ilke”, “doktrin” veya “mantık” anlamında da kullanılırdı. Logos, Sokrates, Platon ve Aristoteles için aslında insan aklının yetisi ve dünya insanlarının ve birbirlerinin sahip olduğu bilgi anlamına geliyordu. Özellikle mantıkla ilgilenen ilk kişi olan Aristoteles için, insanları hayvanlardan ayıran insani rasyonalitedir.

Stoacılar logos’u evrenin yaşamsal gücü olarak anladılar. Logos, tüm eylem gücünün ortaya çıktığı bir tür ilksel fenomen olan evrenin kökenidir. Dolayısıyla logos, örneğin nedensellik ilkesini, özellikle de nihai nedenin, deyim yerindeyse doğayı yöneten nihai nedenin ilkesini sembolize eder.

Akıl ve bilgi konusunda Kopernikçi bir devrim yapan Immanuel Kant’a göre bilinecek nesnelerin bilgisi öznenin koşullarına uymak zorundadır. Başka bir deyişle, her şeye, doğuştan gelen uzay ve zaman kavramları ve nedensel ilişkilerle çalışan kendi bilişimizin renklendirdiği gül renkli gözlüklerle bakarız. Kendinde şey (numen), kendisi için olduğu şekliyle gerçeklik, bilgi yetimiz tarafından işlenmemiştir ve bizim için bilinemez. Zihnimiz dünyayı gerçekte olduğu gibi değil, bize göründüğü gibi (fenomen) yansıtır. Duyumlar akla iletildiğinde “aklın kategorileri” tarafından işlenir ve bilgiye çevrilir.

Kant’a göre aklın kategorileri evrenseldir ve 12 adettir. Kategoriler, Kant’ta (Aristoteles’te olduğu gibi) gerçekliğin özellikleri değil, aklın özellikleridir. Örnek: Kırmızı bir bilardo topunu hareket halinde gördüğümüzde, bu algı doğuştan gelen “yer ve zaman” kavramlarımıza göre gerçekleşir. Algının yorumu daha sonra nedensellik anlayışımız sayesinde gerçekleşir (çarpışmanın “nedeni ve sonucu”).

Bu akıl tasavvurunun karşısında gerçekçi ya da pratik akıl tasavvuru vardır. Bu tasavvura göre bizim bir şeyi akli veya makul görmemiz, gerçeklikle uyumlu olmasından dolayıdır. Gerçeklik değişince akli olan da değişir. Eski Yunan’da Sofistleri bu gruba koyabiliriz. Çünkü onlar gezginci öğretmenler olarak Yunan sitelerinde dolaşıyor ve bir yerde doğru veya haklı olarak görülen bir şeyin başka bir sitede yanlış ve haksız değerlendirildiğini görüyorlardı. Bu sebeple bilgi görüşlerinde aşırı derecede izafiyetçiydiler.

Çoğu insan günlük hayat içinde izafiyetçidir. Fakat bu izafiyetçiliğinin farkında değildir. Bunun farkına varabilmesi için başka bir ülke ve kültüre gitmesi ve karşılaştırma yapması gerekir. Bu sebeple kültürel antropologlar, insanların etnosantrist eğilimli olduklarını iddia ederler. Çünkü herkes bir şeyi kendi kültürünü merkeze alarak değerlendirir. Kendi kültürüne uymayan şeyler anormal ve sapkındır.

Soyut akıl kendini ne kadar eşyadan soyutlamaya çalışıyorsa, pratik akıl da o kadar hayatın içinden konuşmaktadır. İlkinde akıl “bağımsız değişken” iken, ikincisinde akıl “bağımlı değişken”dir. Grek tarzı felsefe yapmakla sıkı sıkıya alakalı olan ilk görüş, netice olarak aklı ölümsüz ve kutsal bir varlık olarak görmeye ve böylelikle de statikleştirmeye yönelmiştir. Bu akıl tasavvuru İslam filozofları yoluyla Müslüman dünyasına da intikal etmiştir.

İkinci akıl tasavvuru, bugün postmodernistlerde rastlanan bir durum olmakla birlikte bizim dünyamızda pek ilgi görmemiştir. Pratik akıl, sıradan insanın günlük hayatını tanzim eden bir mekanizma olarak işlemektedir. Günümüzde buna akıldan ziyade “pratik zekâ” denilmektedir. Pratik zekâ kıvraktır, çünkü amaca varmak için her türlü yolu mubah görür.

Hem soyut aklın hem de pratik aklın afetlerinden bizi koruyacak olan akıl, etkileşimsel akıldır. Etkileşimsel akıl, İslam kültüründeki akıl kelimesiyle tam olarak örtüşür. Aklın, alıkoyma, kaydetme ve toplama olmak üzere üç sözlük anlamını tespit eden Taha Abdurrahman İslami akıl tasavvurunu şöyle kavramsallaştırmaktadır: “Akıl, insanın nesneler arasında varolan ilişkileri idrak etmesidir.” (Amel Sorunsalı, Sh. 85, Pınar Yay.).

Nesneler arasındaki ilişkiye, aklın kendi içinde olduğu ilişkiler düzenini de dâhil etmemiz gerekir. İslami akıl tasavvuruna göre akıl, pek çok şeyle bağlantı içindedir: Akıl-pratik (amel), akıl-duyu, akıl-ahlak, akıl-iman vs. ilişkisinden bahsedebiliriz. Akıl, insanın idrak güçleriyle bağlantılı olduğu gibi dışsal ve çevresel faktörlerle de iletişim halindedir. Bunun elbette akıl açısından önemli sonuçları vardır. En önemli sonuçlarından biri akıl başka kaynaklardan ve güçlerden yardım aldığı gibi, onlardan da etkilenir. Aklın etki altında olması, onu kendi kendine yeten bir cevher (bağımsız değişken) olmaktan çıkarır. Hiç kimse kendi aklını mutlaklaştıramaz. Kendi aklına uygun gelen bir şeyi başkalarına da tartışılmaz bir veri olarak kabul ettiremez.

Etkileşimsel akıl, Grek tarzından farklı bir felsefe yapmanın da yollarını bize açmaktadır. Etkileşimsel akıl, diyalojik ve sinerjik bir akıldır. Farklı bağlamlarda farklı etkileşimler içinde zengin bir fikir, bilgi ve yorum üretebilecek bir kapasitededir. En önemlisi, kendini mutlaklaştırma eğiliminden uzak olduğu gibi, aşırı izafiyetçilikten de kaçınır. Bu akıl tasavvurunda bilgi mümkündür, “şüphe” doğruya varmak için kullanışlı bir yöntemdir. Bu anlamda “metodik şüphecilik” yararlıdır. Doktriner anlamda şüphecilik bizi bilgiye götürmez. Çünkü bu anlayış her şeyden şüphelendiği için doğru bilgiye ulaşmayı imkân dâhilinde görmez.

Farklı akıl tasavvurları hakkında konuştuk, ama yukarıdaki sorulara henüz cevap vermedik. Gelecek hafta bu konuya devam edeceğiz inş.

 

Kaynak: Farklı Bakış




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —