‘Fatih semti, İstanbul’un içinde ikinci bir İstanbul’dur. Yüzde yüz Fatih şehridir. Fatih Camii, İslâm-Türk kültürünün bu ölmez abidesinin çevresinde halka halka Fatih Medreseleri ve semti, en saf Müslüman Türk heyecanının ördüğü bir toplumdur.’
Sezai KARAKOÇ
İstanbul’un Kalp Noktası
Fatih semti, İstanbul'un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethinden sonra şehrin dördüncü tepesine inşa edilen Fatih Cami’nin etrafında gelişip boy atmıştır. Zamanla Fatih, klasik bir Osmanlı-Türk şehri halini almaya başlamıştır. Günümüze kadar kısmen de olsa ulaşan ahşap evleri, cami ve medreseleri, sıbyan mektepleri ve çeşmeleri ileOsmanlı-Türk yaşam tarzının ve mimarisinin güzel örneklerini görmek mümkündür. Fatih, aynı zamanda Roma ve Bizans gibi çok önemli uygarlıkların eserlerini de bünyesinde barındırır. Bu özelliklerinden dolayı olsa gerek İstanbul’la özdeşleşen Fatih, ‘İlk İstanbul’ veya ‘Asıl İstanbul’olarak da anılır.
Sezai Karakoç’un Mehmet Akif’i anlattığı eserinde dile getirdiği; ‘…imparatorluğun gözbebeği İstanbul’un kalp noktası’ olanFatih semti; ‘…İstanbul’un içinde ikinci bir İstanbul’dur. Yüzde yüz Fatih şehridir.’ adeta.
İşin doğrusu bugün de Fatih, muhafazakâr kesimin yoğunlukta olduğu semt kimliğini koruyor. Özellikle de Fatih Camisinin cenaze çıkış kapısı tarafında kümelenen çay ocaklarında ‘Duvardibi’lerinde hala hararetli İslami tartışmalara kulak misafiri olmak mümkündür. Bu çerçevede faaliyet gösteren birçok vakıf, dernek, dergi ve yayınevi de burada konumlanmış durumdadır. İstanbul’un diğer birçok semtinde olduğu gibi Fatih semtinde de son yıllarda Suriyeliler başta olmak üzere yabancı uyrukluların yoğunluğunu da hatırlatmakta fayda vardır.
Akif’in hayata gözlerini açtığı Fatih semtinin de içinde yer aldığı yaklaşık bundan bir buçuk asır önceki dönemin resminisöyle tasvir eder Karakoç:
‘Sultan Aziz’in devrilmesinin arefe yıllarında, Balkanlar, Makyavelist Batılıların elbirliğiyle, karıştırmalarıyla allak bullak olur; köy köy, şehir şehir, Osmanlıların çekilişi, Rumeli’nde bir medeniyetin yıkılışı, saadet dolu evlerin kan gölüne dönüşü, köy öğretmeni kadınların kraliçeliğe ve dağ eşkiyası çetelerin krallık ve devlet adamlığına özenişi, Rus baskısının bizi boğuntudan boğuntuya sürükleyişi, Batı hilesinin İstanbul’da kazan kaynatışı, devletin bütün yivlerinin çözülürken bir eski zaman şatosunun demir kapısından daha çok hıçkırışı… ve daha neler nelerle sosyal yapının mutsuzluktan sünger gibi delik deşik olduğu o yıllarda, imparatorluğun gözbebeği İstanbul’un kalp noktasında bir çocuk doğdu.’
Karakoç’unyukarıda resmini çizdiği bu kaotik dönemde toplumun her kesiminde üzüntü, umutsuzluk ve dahi çaresizlik had safhada idi. Bir kesim için koskoca Osmanlı Devleti bir ‘ölü evi’ matemine bürünmüştü adeta.
Batı özellikle Rusya ve İngiltere Hasta Adamın başında ölümünü bekliyordu. Öyle ki; Hasta Adam ölmeden önce, kendi aralarında mirasını taksime başlamışlardı bile. Lakin aralarında tam da anlaşamıyorlardı. Hedef; kendi aralarında bir savaşa girişmeden, Osmanlıyı tarihten silercesine paylaşımda bulunmaktı. Tabi evdeki hesap çarşıya uymuyordu her zaman.
Öte yandan yeniden ayağa kalkmak için Osmanlı Devleti içinde çok farklı çabalar yok değildi. Kurtuluş çareleri, can havliyle silkinmeler, birçok bölgede yapılanma ve mücadele girişimleri…
Hasta Adam’ın bazı organları yeniden dirilmek, iyileşmek, ayağa kalkmak için umudunu yitirmemiş ve bedene can katmak için gayret halindeydi. Bedende hala can vardı ve Allah’tan umut kesilmezdi/kesilmemeliydi.
Bir yandan da İslam Aleminin Batı dünyası karşısında yaşadıkları, bir özeleştiri ve yenilenme sürecinin başlamasına da neden olmuştur. Yaşanan durumun nedenleri ve çözümü hususunda ciddi bir çaba da söz konusudur.
Korkuyla umut, ataletle hamle çabası, teslimiyetle yiğitçe direniş, çözülüşle yeniden toparlanış aynı anda ve çoğu zaman kol kola denecek kadar birbirine yakın duruyordu.
Bir zamanlar üç kıtaya hâkim olup adalet ve merhamet dağıtan ancak son dönemlerinde hasta yatağında ölümle pençeleştiği düşünülen Osmanlıyı bir an önce paylaşma telaşı zaten vardı. Adına Şark Meselesi dedikleri bir dertleri vardı yani. Bu dert, İslam coğrafyasından en fazla kazanım elde etme meselesiydi. İngilizler, Fransızlar, Ruslar sonrasında ise İtalyan ve Almanlar… Diğer taraftan Sırplar, Rumlar, Bulgarlar ve diğerleri… Hasımlar ağzını açmış büyük lokmayı parçalayıp yutmak için enva-i çeşit oyun tezgahlıyorlardı.
Bu çerçevede büyük lokma Osmanlıyı bütünüyle kontrol altına almak, parçalamak hatta tarihten silmek amacıyla hücumlar da ardı ardına geliyordu.
İlber Ortaylı’nın; ‘Bir toplumun kurumlarıyla, gelenekleriyle, devlet adamlığıyla kaçınılmaz bir yazgıya doğru ilerlediği, karanlığın ve gafletin yanında fazilet ve aydınlığın ortaya çıktığı, çöküşle ilerleyişin boğuştuğu, Osmanlı tarihinin en uzun asrıdır.’ tespiti, tam da bu atmosferi resmediyor.
Akif, Fatih’te Kur’anlı Ve Namazlı Bir Evde Doğdu
Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinin üzerinden üç asırdan fazla bir zaman geçmiştir. Çağlar açılıp çağlar kapanmıştır. Zaman eskimiş, mekân bir hayli yorulmuştur. İnsanlık yeni bir dönemin eşiğine gelip dayanmıştır. Bütün dünyayla birlikte İstanbul’da da sosyal, siyasal ve ekonomik çalkantılar yaşanmaktadır.
İşte Akif yukarıda da ifade edilen böylesi kaotik bir atmosferde ve böylesi bir muhitte gözlerini hayata açmıştı. Burası imparatorluğun gözbebeği İstanbul’un Fatih semti idi. Zor bir coğrafyada zorluklarla dolu bir gelecek onu bekliyordu.
Dönem; Sultan Abdülaziz dönemidir.
Tarih; 20 Aralık 1873’ü göstermektedir.
Yer; İstanbul, Fatih Semti, Sarıgül Mahallesi, Sarınasuh Sokak, 12 no’lu evdir.
Tahminen bu ev, yedi-sekiz odalı ve küçük bir bahçeye sahiptir. Bugün bu evin yerini aradığınızda; Fatih Millet Kütüphanesi bitişiğindeki Ali Emiri Efendi sokaktan Kıztaşı’na doğru inip Sarıgüzel’e doğru ilerleyince Sarınasuh sokaktaki apartmanları görürsünüz.
Her ne kadar resmi sicil kaydı onun doğum yerini, Çanakkale’nin Bayramiç kasabası Kal’a-i Sultaniye’yi gösterse de onun babasının görevi dolayısı ile nüfusa kaydedildiği yer olduğu kuvvetle muhtemeldir.
Mithat Cemal Kuntay, Akif’in doğumunu şöyle anlatır:
‘Mehmed Akif in doğduğu ev, Kur’an’la ve namazla doluydu. Zaten dünyaya gelmesine bile bir din vak’ası sebeptir: Annesi Emine Şerife Hanım’la Hoca Tahir Efendi Hac vesilesiyle evlendiler. Emine Şerife Hanım’ın Buharalı olan babası, Buhara’dan Hacca giderken Amasya’da ölmüştü. Sonraları Maliye Nazırı ve Sadrazam olan Şirvani Rüştü Efendi, o tarihte Amasya’da Evkaf Müdürü idi. Âcizi daima himaye eden ve sadaretten atılıp sürgüne giderken, vapurun uğradığı Rodos adasının zindanında Namık Kemal’in yüzünden politika suçlusu olarak yatan Ebüzziya Tevfik Bey’i, eski sadrazamlığının henüz tamamen bitmeyen nüfuzunu kullanarak vapura getirten, kendisine para veren ve adanın mutasarrıfı Dilâver Paşa’dan Ebüzziya’nın himayesini isteyen bu merhametli adam Emine Şerife Hanım’ı da vaktiyle evine almıştı. İstanbul’a geldiği zaman da konağında biriyle evlendirmişti. Emine Şerife Hanım’ın bir müddet sonra kocası ölüyor ve Tahir Efendi ile evleniyor.’
Akif’in Babası, Fatih Medresesi müderrislerinden Nurettin Ağa’nın oğlu Mehmet Tahir Efendi (1826-1888) olup aslen Arnavut’tur.
Akif babasını kendi diliyle;
‘Beyaz sarıklı, temiz, yaşça elli beş ancak, vücudu çok zinde, fakat saçı ve sakalı ziyadesiyle ak.’ olarak tasvir eder.
Annesi ise Emine Şerife Hanım’dır (1836-1926). Aslen Buharalı olan Emine Şerife Hanım, sonraları Tokat’a yerleşen soylu bir ailedendir. İlk kocası olan Derviş Efendi’den iki erkek ve bir kız çocuğu dünyaya gelmiştir. İki erkek çocuğunun vefatının akabinde kocası da genç yaşta vefat edince dul kalan Emine Şerife Hanım, Akif’in doğduğu bu evde oturmaya devam etmiştir.
Genç yaşta dul kalan Emine Şerife Hanım’a, Tahir Efendi talip olmuş ve izdivaç gerçekleşmiştir. Emine Şerife hanım ise; Hekim Hacı Baba isminde bir kişinin Buhara’dan Anadolu’ya gelerek Boyabat’ta evlenmiş olan ve sonrasında eşini alıp Tokat’a gidip buraya yerleşen aileden gelmedir. İşte Akif’in anneannesi bu aileden Tokat’ta doğmuştur. Yani Akif’in annesi hem baba hem de anne tarafından Buharalıdır.
Annesi Emine Şerife Hanım, Akif’in Mısır’da bulunduğu 1926 yılında doksan yaşlarında iken vefat etmiş ve Küplüce Kabristanı’na defnedilmiştir.
Babası Mehmet Tahir Efendi ise, Osmanlı ülkesinin Arnavutluk bölgesindeki İpek kazasında bir köy olan Şuşisa’dan gelip İstanbul’a yerleşmiştir. Şuşisa bugün Kosova topraklarındadır.
Akif daha sonraları anne ve babasıyla ilgili şunları söyleyecektir:
‘Annem ibadetine çok düşkün bir hanımdı. Babam da öyle… Her ikisinin de inançları vardı. İbadetin verdiği hazları büyük bir heyecanla ve büyük bir beraberlik duygusu ile tatmışlardı.’
Tahir Efendi, Emine Şerife Hanım ile evlendiğinde yaşı kırk beştir.
Akif’in baba tarafından Rumelili, ana tarafından ise Buharalı olması onun önemli bir kültür ve medeniyet sentezi çocuğu olarak doğmasına yol açmıştır, denilebilir. Doğudan da Batı’dan da esintilere sahiptir. Doğduğu münbit topraklar ise onun daha gür olarak hayata filizlenmesine elbirliğiyle katkı sağlayacaktır. Zaman ve çevre onun ileride olgun yemişler sunmasına ve kar, kış, fırtına ve kasırgalara karşı mukavemetli olmasına yardım edecektir.
Denilebilir ki; hayat şartları, içinde bulunduğu atmosfer onu her yönüyle geleceğe hazırlamıştır.
Akif’in çocukluğunda önemli bir ayrıntı da doğduğu Fatih semtinde masalla büyümüş olmasıdır. Elbette ki birçok yazar ve şairin hayatında masalın önemli bir yeri vardır. Bu, Akif için de geçerlidir. Küçük Akif, masal dinlemeden uyuyamaz. Masalı, annesi ya da babasından ziyade komşuları olan Baise Hanım anlatır.
Fatih Semtinin Akif’e Tesiri
Mehmet Akif’in doğduğu muhitin çocukluğuna önemli tesirleri sözkonusudur. Akif, çocukluğunun geçtiği Fatih’te yer alan mahalleyi şöyle anlatır bir şiirinde;
‘Bizim mahalleye poyraz kışın da uğramaz,
Erir erir akarız semtimize geldi mi yaz…
Baharı görmeyiz ala latif olur, derler,
Çiçeklenirmiş ağaçlar, yeşillenirmiş yer…
Demek şu arsada ot bitse nevbahar olacak?
Ne var gidip Yakacıklarda demgüzar olacak…
Fusulü dörde çıkarmaz bizim sokaklarımız;
Kurak, çamur. İki mevsim tanır ayaklarımız!’
Baba, titiz ve temizliğe son derece önem veren, bu nedenle de Arnavutluk’ta tahsil gördüğü yıllarda temiz anlamına gelen Tahir ismi verilen saygın bir kişidir. Aynı zamanda âlimdir ve Fatih’teki Nakşi şeyhlerinden Feyzullah Efendi’ye intisaplıdır. Öyle ki Fatih Medresesi müderrisliğine kadar terfi etmiş saygın, bilgili, olgun bir zattır.
Mehmet Tahir Efendi çocuklarına çokça özenen, onların eğitim ve kişisel bakımlarıyla yakından ilgilenen sorumlu bir babadır. Öyle ki; her sabah okula göndermeden önce çocukları Akif ve Nuriye’yi kendi elleriyle yıkayıp karınlarını doyururdu. Hatta kızı Nuriye’nin saçlarını kendi elleriyle tarayıp ördüğü olmuştur. Yalnız Akif, çocukluğunda biraz yaramaz olduğundan, baba ona karşı biraz serttir. Bu disiplinli ve sert tutumu da Akif’in yetişmesine büyük bir katkı sağlamıştır aslında. Onun ahlaklı ve şuurlu bir şekilde yetişmesine; vatanına, milletine, dinine faydalı bir evlat olarak katkı sağlamasına bu çocukluk yıllarında aldığı eğitim ve terbiyenin önemi büyüktür.
Akif, çocukluğunun geçtiği evin cennetten bir farkının olmadığını bir şiirinde şöyle dile getirir:
‘Çocukluğumda, evet, bahtiyar idim cidden
Harim-i ailenin farkı yoktu cennetten.’
Sosyal değişim taleplerinin ilk kıvılcımları ailede başlar hiç şüphesiz. Aile, toplumu geleceğe hazırlayan bir laboratuvardır bir bakıma. Sosyal değişim ihtiyacının da ilk tohumlarının atıldığı yerdir aynı zamanda. Bu durumu Akif’in aile ortamında da görüyoruz. Şöyle ki:
Annesi, oğlu Akif’in; ‘sarıklı olmasını, medrese tahsiline devam etmesini’ arzular. Baba Tahir Efendi ise; ‘medresede öğreneceği şeyleri kendisinin de öğretebileceğini’ söyleyerek yeni açılan mekteplerden birine göndermek ister.
Aile içi bu küçük tartışma aslında o dönemin sosyal yapısındaki değişim sancılarının ipuçlarını da bize veriyor.Bir tarafta geleneğin bütün çizgileriyle yaşadığı Fatih’te evladını bir inanç ve ilim adamının saygınlığı içinde görmek isteyen anne; diğer yanda değişen dünyanın gereklerini fark eden, kendisi de bir inanç ve ilim adamı olan baba. Ne inanç ihmal edilebilirdi ne de yeni gelen ve kendi şartlarını dayatan dünya. Bu açıdan bakıldığında Akif annesiyle babasının özlemini kendi şahsında bütünlemiş ve uygun bir senteze kavuşturmuş gibidir.
Akif, ‘tam bir doğu İslamlığının, batı İslamlığının ve merkez İslamlığının sentezi bir çocuk...’ olaraközel bir muhit olan Fatih semtindeyetişmiştir.
Akif Temel Eğitimini Fatih’te Aldı
Nihayetinde Akif, babasının tercihleri doğrultusunda, okula 1878 yılında 4 (dört) yaşında iken Emir Buhari Mahalle Mektebi’nde başlar. Burada iki yıl okur. İbtidai (İlkokul) Mektepte okuduğu yıllarda (üç yıl) babası da bir taraftan kendisine Arapça dersleri vermektedir. Akabinde ise üç yıl Fatih Merkez Rüştiyesi’nde (Ortaokul) okur. Bugün aynı okul Fatih Kız İmam Hatip Ortaokulu olarak hizmet vermektedir. (Neden bu okula Mehmet Akif Ersoy’un adı verilmez hala anlayabilmiş değilim.)
Akif’in şiire olan merakı da bu yıllarda başlar. Bol bol şiir kitapları okur bu dönemde.
Hatta bu yıllarda okul arkadaşı İbnulemin Mahmut Kemal ile birlikte manzumeler de yazmaya başlamıştır.
Bu yıllarda Akif, aslında ele avuca sığmayan, çalışkan ama haşarı, okuldan döner dönmez sokağa fırlayan, ağaçlara tırmanan, kabına sığmayan bir çocuktur.
Bu arada Akif´in babası Hoca Tahir Efendi, aynı zamanda Mühürdar Emin Paşa ailesinin hususi muallimi idi. Emin Paşa’nın oğulları İbnülemin Mahmut Kemal (1870-1957) ile Ahmet Tevfik’e (öl: 1923) ve aileye mensup öteki çocuklara ders vermekteydi. Bu dersler, kışın Bakırcılar’daki Emin Paşa Konağı’nda; yazın ise Yakacık’taki köşkte yapılıyordu. Bu sebeple Tahir Efendi de ailesiyle birlikte yazları Yakacık’a giderek köşkün bir dairesinde kalmakta idi. Akif, İbnülemin kardeşlerle birlikte derslere katılır ve yazları onlarla arkadaşlık ederek Yakacık’ta bulunurdu.
Akif’in babasının bir özelliğini daha hatırlatmak gerekir: Tahir Efendi, 1304 yılı Ramazan (24 Mayıs–22 Haziran 1887) ayında Huzur Dersi’ne davet edilmiş ve ‘muhatap’ olarak derslere katılmıştır. Huzur Dersleri, Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarından itibaren her Ramazan, Sultanın huzurunda yapılmakta olan ‘tefsir’ dersleridir.
Akif gerek çocukluk günleri gerekse aldığı eğitimle ilgili düşüncelerini şöyle dile getirecektir sonraları;
‘Rüştiye tahsiline devam ederken babamdan yine Arapça okuyordum ve iyice ilerlemiştim. Seviyem mektep programlarından yüksekti.
Babam, o zamanın usulünü ve kitaplarını takip ediyordu. Mektepte okunan Farsça ile yetinemezdim.
Fatih Camii’nde ikindiden sonra Hafız Divanı gibi, Gülistan gibi, Mesnevi gibi muhalledatı (akılda kalacak şeyleri) okutan Esad Dede’ye devam ederdim.
Rüştiye tahsilinde zaten en çok lisan derslerine yatkınlığım vardı.
Dört lisanda; Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca derslerinde hep birinci idim ve şiiri çok severdim.İlk okuduğum şiir kitabı Fuzuli’nin Leyla ve Mecnun’udur.’
Babası ona sadece Arapça öğretmekle kalmamış; bununla beraber Akif’i imanlı, ahlaklı bir genç olarak da hayata hazırlamıştır.
Yine Akif daha sonraları babası Tahir Efendi için; ‘Hem babam hem hocamdır. Ne biliyorsam kendinden öğrendim.’ demiştir. Bu yönüyle babası onun başöğretmeni gibidir.
Fatih Semtinin Akif’in Hayatında Özel Bir Yeri Vardır
Sezai Karakoç, Akif’in doğduğu Fatih semtini şöyle tasvir eder:
‘Fatih semti, İstanbul’un içinde ikinci bir İstanbul’dur. Yüzde yüz Fatih şehridir. Fatih Camii, İslâm-Türk kültürünün bu ölmez abidesinin çevresinde halka halka Fatih Medreseleri ve semti, en saf Müslüman Türk heyecanının ördüğü bir toplumdur.’
Akif, hayatı burada keşfetmiş, toplumsal dokuyu burada hissetmiş ve kendinden bir parçası olarak tanımıştır. Bir inanç ikliminin güzelliği ile birlikte toplumun yazılı olmayan mutabakatlarını, modern hayatın yerli ve geleneksel olana nasıl nüfuz ettiğini, hangi çelişkilere, trajedilere yol açtığını, neleri çürüttüğünü, neleri eskittiğini ve nelerin yenilenmesi gerektiğini ilk olarak bu mahalle hayatında gözlemlemiştir. Yenilenmekle, yerli kalmak, kendi olmak arasındaki tercihlerinin ilk çizgilerini burada idrak etmiştir.
Nitekim Nihat Sami Banarlı, Akif’in İslâmcı bir kişiliğe sahip olmasında yaşadığı semtin etkisini şu şekilde değerlendirir:
‘Kuvvetli bir dinî terbiye gören, İstanbul’un Fâtih semti gibi, o zamanın en millî ve muhafazakâr bir semtinde, temiz bir Türk Osmanlı ailesinin çocuğu olarak yetişen Akif’in, bu ilk muhitinden aldığı sağlam terbiye, şairin mektep hayatıyla bütünlenerek, ona bütün hayatınca yurdunun, Müslümanlığın ve insanlığın iyiliği için çalışan bir büyük insan siması verdi. Akif, -kalben Türk milletinin siyasî ve idarî iktidarı altında yücelmesini istediği- büyük bir İslâm Birliği için çalışıyor, bu samimî ideal ona hem Türkiye’yi hem de İslâm Dünyasını kurtarıp yaşatacak tek çare gibi görünüyordu.’
Akif’in şiir ve düz yazılarında da bu yılların izlerini yakalamak mümkündür. Mesela şiir ve hikâyelerindeki ‘Asım’ bu yılların ruhunda oluşturduğu bir karakterdir. Ve Asım’ın Neslinin öylesi bir ruhla yetişmesini arzulamaktadır.
Babası onu sekiz yaşından itibaren Fatih Camii’ne götürürdü. Sadece namaz kılmak üzere değil; aynı zamanda onun için bir sosyal ortam, terbiye ve manevi atmosfer olması için de camiye götürüyordu onu. Kız kardeşi Nuriye ile birlikte caminin manevi ikliminde bol bol soluklanır. Gözü, gönlü, kulağı O’nun sevgisiyle dolar bu çocukluk döneminde.
Akif, Safahat’ta bu dönem çocukluk yıllarını şöyle ortaya koyar;
‘Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: ‘Bu gece,
Sizinle camiye gitsek çocuklar erkence.
Giderseniz gelin amma namazda uslu durun;
Merâmınız yaramazlıksa işte ev, oturun!’
Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi
Namaza durdu mu, haliyle koyverir peşimi
Dalar giderdi, ben artık kalınca âzade
Ne âşıkane koşardım hasırlar üstünde.’
Cami, masal, oyun ve yaramazlık… Müslüman bir mahallede yaşamanın tabii sonuçları… Cami içinde baba ve çocuklar… Cami içinde inanç ve coşku… Cami içinde ciddiyet ve oyun… Cami içinde inanç ve çocuksuluğun sınırsızlığı… Cami içinde yetişkin ve çocuk samimiliği… Ve cami ile iç içe bir ev. Camii ile iç içe düşünce, duyarlık ve yaşama iklimi. Bir ömür boyu sürdürülen bir birliktelik…
İşte bizim Akif’in portresinin temel çizgilerini belirginleştiren çocuk Akif’in dünyası ya da Akif’in içinde kendini bulduğu dünya... Yani ‘...yüzde yüz Fatih şehri…’
Değil mi ki, insanın karakutusudur çocukluk ve gençlik yılları…
Kaynak: Sebilürreşad Dergisi