Gönüllü Sürgün (!)…
Merhum Akif, 1923’te kurulan İkinci Meclis’te yer almayınca Ankara’da bulunmanın pek bir anlamı kalmadığını düşünür ve ailesi ile birlikte Mayıs ayı içinde İstanbul’a dönmeye karar verir. Yanında Millî Mücadele’den iki hatıra vardır: ‘İstiklâl Madalyası’ ve milletvekillerine verilen ‘Mavzer Tüfeği’…
Aslında kafasında öncelikle İstanbul’a yerleşmek yoktur. Gıyaben kendisini çok sevdiği bir arkadaşının memleketi olan Balıkesir’in Burhaniye ilçesinin Pelit köyüne yerleşmek, çekişmelerden ve küçük hesaplardan uzak durmak vardır. Yakın arkadaşları Mehmet Cavit, Hasan Basri ile denize nazır, asude evinde şiirler yazmak, tercümeler yapmak, eserler kaleme almak ister. Lakin köyüne yerleşmeyi düşündüğü Mehmet Cavit Bey’in II. Dönem Meclis’e seçilmesi hesaplarını bozar.
İstanbul’da Beylerbeyi’nde Boğaz’a nazır bir ev tutar Akif. Evin bahçesinde yer alan fıstık ağaçlarının altında oturup bol bol tefekkür eder, zaman zaman da arkadaşları ile uzun sohbetlerde bulunur. Lakin parasızdır, işsizdir… Daha önce görev yaptığı İstanbul Üniversitesi’ndeki görevine iade edilmemiştir. Vekillikten sonraki maaşı da bağlanmamıştır. Bir hayli de borcu birikmiştir.
Bu süre zarfında içinde fırtınalar kopsa da herhangi bir muhalefet yapılanması/girişimi içinde yer almaz Akif. Yapılan birçok şeyi yanlış bulsa da tepkisini açıkça göstermez, susmayı tercih eder. Kendine, yani iç dünyasına dönüş yapar. Biraz da mizacı böyledir Akif’in.
Akif, bu arada boş durmaz, Sebîlürreşâd’ı çıkarmaya devam eder. Derginin 1923 yılı sayılarında, Abdülaziz Çaviş’ten çeviriler yapar. Müslümanlık Fikir ve Hayata Neleri Bahşetti?, Müslümanlık’ta Kadının Hukuku ve Anglikan Kilisesine Cevap başlıklarıyla üç yazı dizisini dergide yayınlar. 28 sayı devam eden bu tercüme tefrikasını 1924’te sonlandırır ve kitap olarak da basar.
Akif’in o günlerdeki hâlet-i ruhiyesini yakın dostu Mithat Cemal şu cümlelerle anlatır: “Bir kenarda olmak, kimseye çarpmamak için az mevcut olmak istiyordu. Kımıldadıkça başkasının yerini almak istiyormuş gibi çekingen bir hâli vardı. Dertlerini kendi emziriyor, kendi büyütüp yetiştiriyor, bir kadın gibi gizli ağlamayı biliyordu.”
Bu arada yazmayı düşündüğü, sorumluluk sahibi bir aydın olarak yapmak istediği başka şeyler de vardır.
Eşref Edip’ten rivayetle Damadı Ömer Rıza Doğrul’a bu düşüncelerini şöyle açıkladığını öğreniyoruz: “Niyetim artık çekilmek, yazılarımı yazmaktır. Umumi Harb’e ait yazılarımı yazdım. Bundan sonra Milli Mücadele hatıralarını yazmak istiyorum. Sonra daha birkaç mevzum daha var. Çocuk şiirleri yazacağım. Manzum bir piyes de yazmayı tasarladım. Tarihi bir vak’adan istifade edeceğim. Sonra ‘Haccetü’l-Veda’ var. Maksadım şöyle bir kenara çekilmek, bu işlerle meşgul olmaktır. Abbas Halim Paşa’dan mektup aldım. Ne yapacağımı soruyor. İstersem Mısır’da bana bir yer temin edeceğini, kafi tahsisat bağışlayacağını, kışları Mısır’da, yazları İstanbul’da geçireceğimizi söylüyor. Ben de muvafık görüyorum. Ömrümün gerisini bu işlere hasretmek istiyorum.”
Lakin Akif her ne kadar gözlerden ırak kendi içinde yaşamak istese de hep göz önünde oldu. Yaptıkları adım adım takip edildi. Daha da ileri gidip hakkında ileri geri konuşmaya başladılar. Dahası, vatanına ihanet edenler gibi peşine hafiyeler taktılar.
İşte bu ve benzeri durumlar Akif’in çok zoruna gitmiş ve bu nedenle 1923 ve 1924 yıllarında kışı Mısır’da, yazı ise İstanbul’da geçiren Akif, 1925 yılında ömrünün sonuna kadar -11 yıl- bir nevi ‘Gönüllü Sürgün’ olarak yaşayacağı Mısır’a gitmiştir.
Rahmetli Akif Emre, söz konusu ‘Gönüllü Sürgünlüğe’ ilişkin farklı bir pencere açar ve der ki; “Savunduğu İttihad-ı İslam düşüncesi, ümmet çizgisi, yereli aşma, evrenseli yakalama imkânı veriyor idiyse bu anlamda sürgünlüğü de yeniden tanımlamak gerekiyor. Doğup büyüdüğü, istiklal mücadelesi verdiği topraklardan uzaklara savrulmuştu ilk bakışta. Ancak sürgün hayatını geçirdiği coğrafya da çok kısa süre önce vatan toprağı değil miydi?”
İlk bakışta haklı gibi gözükse de, dönemin şartları ve Akif’in durumu göz önünde bulundurulduğunda pek de öyle olmadığını söyleyebiliriz.
Çünkü Akif’e yapılanların sürgünlüğün de ötesinde derin yaraları vardır. Öyle ki mevzubahis olan sadece Akif değil! Yığınlarca değerimize yapılanların belki de en hafif uygulamalarından biridir bu muamele.
Akif Niçin Mısır’a Gitti?
Akif, Millî Mücadele’nin başlangıcında Ankara’ya davet edilen tek şair ve yazardı. Davet ediliş sebebi ise onun ‘İslam Şairi’ kimliği, bilgi birikimi ve samimiyetiydi. Akif, Millî Mücadele’nin manevi cephesinde büyük hizmetler gerçekleştireceği bilindiği için Ankara’ya davet edilmişti. Bu süre içerisinde üzerine düşeni fazlasıyla yaptı.
İslam Şairi kimliği ile TBMM’ye Milletvekili olarak girmiş, yayımladığı Sebîlürreşâd dergisi Millî Mücadele boyunca TBMM tarafından basılıp dağıtılmıştır. Bütün bu dönem boyunca Akif, Millî Mücadele’nin fikrî arka planının en önemli ismi olmuştur. Bu doğrultuda Millî Mücadele çok güçlü bir dinî, fikrî arka plan ile yürütülmüştür. İslam’a aykırı olabilecek her tür tutum, karar ve davranıştan sakınılmıştır.
Ancak mücadele zaferle sonuçlanınca şartlar değişmiş, Millî Mücadele’yi başarıya ulaştıran bu ana eksen terk edilmiştir.
Topraklarımızı işgal eden düşmanla savaşılmış ve başarıya ulaşılmıştır. Oysa asıl düşman, yine Yunanları üzerimize salan emperyalizmin öncüleri ile hesaplaşılmamıştır. Yeni Dünya Sistemi’nin Türkiye’ye biçtiği rolü kabullenen yeni Türkiye’nin yöneticileri için bir zamanlar özel olarak davet edilen Akif ve fikriyatı yük hâline gelmeye başlamıştır. Bu durumda Akif evinden hiç çıkmasa, yazmasa, çizmese, konuşmasa, hiçbir şey yapmasa bile tehlikeli bir kişi olarak görülecektir.
İşte Akif yukarıda da ifade edildiği gibi 1925 yılı sonunda dönmemek üzere Mısır’a gitmiş ve vefatına altı ay kalana kadar da Türkiye’ye dönmemiştir.
Akif’in hicretine farklı yaklaşımlar söz konusudur. Sağda-solda, ilgili-ilgisiz dedikodular yapılmaktadır. Kimi ‘şapka giymemek için’, kimi ‘parasız kaldığı için’, kimi ‘inkılâplar yapıldığı için’, kimi ‘korktuğu için…’ kaçıp Mısır’a gitti demektedir. Herkes durduğu yerden bir şeyler söylemekte, kimileri ise İslam’a karşı duydukları hıncı Akif üzerinden dillendirmektedir.
Mesela Hasan Ali Yücel; “İstiklal Mücadelesi’nden sonra Mehmet Akif cemiyette gördüğü değişimlere inanmadı ve inanmadığı için de uymadı. Beş-altı sene memleketten uzak yaşamasının sebebi budur” diyordu.
Âgâh Sırrı Levend de benzer bir yaklaşım sergilemiş ve Akif’in; “Sosyal inkılâpları kavrayabilecek bir ufuktan yoksun olduğunu” söylemiştir. Ayrıca; “İstiklâl Savaşı’na feragatli ve sadık bir vatanperver olarak katılan Akif, mücadelenin ilk safhalarında önemli bir yer alacak, ilk Millet Meclisi’nde mebus sıfatıyla bulunacak kadar bu büyük hareketi takip etmiştir. Ancak birbirini takip eden sosyal inkılâplar, onun âleminin üstünden aşacak kadar ileri ve ona uzak idi. Bu his, yabancı diyarların elemine katlanmayı göze alacak derecede ona kuvvetli geldi” açıklamasında bulunmuştur.
Burhan Cahit ise; “Akif’in başında burma sarığı ile haşin ve inatçı bir medrese softası gibi gördüm… Derin bir husumet duydum… Sonra Safahat Şairi’ne karşı duyduğum o masum düşmanlıktan utandım!” demiştir.
Nurullah Ataç işi biraz daha ileriye götürmüş ve: “Akif, muzır saydığım kanaatleri müdafaa ediyordu. Sevmezdim onun için. Hele onda fikir aramak, fikre hürmetsizlik olur. Şair sayılması hayli zor. Mahalle kahvesi hatibi…” demiştir.
Şükufe Nihal ise; onun “hurafelere takılmış bir adam” olduğunu söylemiş ve: “Akif’in Türk inkılâbına tek bir hizmeti yoktur. O, bilakis, bizim kanımız pahasına yarattığımız İnkılâbın eserlerini beğenmeyerek bu toprakları bırakıp gitmiştir. Başından, yine bizim malımız olmadığı söylenen fesi çıkarıp yerine bir başka biçimde bir çuha parçası geçirmeyi bir din, bir ahlâk meselesi yaparak yurdunu, milletini bırakan, hurafelere takılmış bir adam” olduğu iddiasını dillendirmiştir.
Daha ileri düzeyde tezviratta bulunanlar da vardır. Ona; “Bir çöl bedevisinin peşinden giden adam” diyenlerin yanı sıra Falih Rıfkı Atay gibi, -bir resmî gazetede çıkan yazısında- artık Akif’in devrinin kapandığını söyleyecek cürette bulunanlar da söz konusudur.
Atay, Akif’e; “Hadi git artık sen kumda oyna. Devir değişti, artık Ankara’da senin gibilere, Arap yavelerine de yer yok…” demektedir.
Bunlar Akif’e karşı yapılan algı operasyonunun bir kısmıdır. Aslında onlar da bu söylediklerine inanmamaktadır. Ama Akif’i son derece yaralamaktadır bu asılsız iddialar. Lakin karar verilmiştir ve Akif ile Akif gibiler yeni Türkiye’de istenmeyen adamlardır artık. İstiklal şairi düşman görülmektedir.
Akif üzerine araştırmalarıyla tanıdığımız Ertuğrul Düzdağ, Mehmet Akif’in vatanını terk ederek, bir daha dönmemecesine Mısır’a gidip ‘ihtiyar-ı gurbet’ etmesinin gerçek sebebini; “Rejim düşmanı sayılarak, polis tarafından takip altına alınmış olmasını” zikreder Akif’in Mısır hayatı ile ilgili çalışmasında. Bu durum da ancak 1950’li yıllardan sonra anlaşılmış ve açıklığa kavuşmuştur. Ve gün geçtikçe de yeni belgelerle detayları gün yüzüne çıkmaktadır.
Nitekim vefatından yıllar sonra (Aralık 2014) Akif’in devletin resmî organları tarafından ‘İrtica-906’ koduyla gizli takip edildiği belgeleri yayınlanmıştır. Söz konusu takibin özellikle Mısır’da olduğu yıllarda (1925-1936) yapıldığını görüyoruz. Ne hazin ki bir ülkenin Millî Şairi ‘Sakıncalı’, ‘Mürteci’, ‘Tehdit’ durumuna düşürülüyor ve devlet eliyle takibe alınıyor. Bu önemli belgeleri gazeteci-yazar Muharrem Coşkun ortaya çıkardı ve ilk kez Gaziosmanpaşa Belediyesi kitap bütünlüğünde yayınladı.
Şefik Kolaylı anlatıyor:
“Bir cumartesi günü idi. Yanında Fazlı Yegül de vardı. Yarın Mısır’a gideceğini ve arz-ı vedâya geldiğini söyledi. Çocuklarının tahsil ve terbiye çağı olduğunu, şimdi Mısır’a gitmekle çocuklarının tahsilinin sekteye uğraması muhtemel bulunduğunu ileri sürerek kararından vazgeçmesinde ısrar ettik. Akif, büyük bir hüzün ve teessür içinde dedi ki: ‘Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muâmele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum’.”
Osman Yüksel Serdengeçti’nin Hasan Basri Çantay’dan naklen verdiği aşağıdaki bilgiler, Akif’in Mısır’a gidiş nedenleri hakkında daha önemli ipuçları veriyor:
“Çanakkale zaferinin yıldönümüdür… Bir tören yapılıyor… Çanakkale şehitleri anılacak… Zamanın meşhur zibidi şairi kürsüye geliyor: ‘Maalesef’ diyor; ‘Çanakkale Şehitleri için güzel, şehitlerimizin şanına layık bir Türk şairi tarafından şiir yazılamadı. Çanakkale destanını yazan maalesef Türk değildir. Çaresiz Türk olmayan bir adamın şiirini okuyacağız’ yavesini savuruyor, istemeye istemeye Akif’in şiirini okuyor. (…)
Merhum bu hâdiseyi duyar. Çok, pek çok müteessir oluyor; o kadar ki koskoca adam bir çocuk gibi ağlıyor. Çanakkale şehitlerinden onu ayırmak, ‘Sen Türk değilsin!’ demek… Tahkir etmek… Akif’in en hassas yerine, en hassas teline dokunmak… Bu hareket ve hakaret, zamanın zamane şairi, devlet şairi, resmi şair tarafından yapılmış… Tam o sırada da gençliğinin kısm-ı âzamını hamamda geçirmiş bir yazar, CHP’nin resmi gazetesinde bir başmakale yazmış… Akif’e, ‘Hadi git artık, sen kumda oyna!’ demiş… Akif bunu da okuyor… Ve artık Türkiye’de duramıyor.’
Akif’in yakın dostu Neyzen Tevfik’in kardeşi Şefik Kolaylı anlatıyor:
“Arkadaşlar, Akif’e yobaz dediler, softa dediler, şapka giymemek için Mısır’a gitti dediler. Hayır, arkadaşlar, hayır. Akif, cumhuriyete inanmıştır. Akif bu vatanın selametini ve bu memleketin yükselmesini herkesten çok istemiştir. Akif, vatan sevgisini aile sevgisinin üstünde tutmuştur. Bir vatan haini gibi arkasında polis hafiyesi gezdirilmesine ve adım adım takip edilmesine tahammül edemediği için öz vatanını terk edip Mısır’a gitmek zorunda kalmıştır.”
Bütün bu yaşananların Akif gibi şair ruhlu, nazik, narin bir insanın ruhunda oluşturduğu etkinin onu kaçınılmaz olarak Mısır’a göçe ittiğini söylemek mümkündür. Öyle anlaşılıyor ki; Akif ile ilgili bütün o yapılan dedi-kodu ve iftiralar bilinçli bir projenin ürünüdür. O da; yeni kurulan Türkiye’de Akif ve Akif gibileri saf dışı etmek… Nitekim bu projenin amacına ulaştığını da görüyoruz.
Görüldüğü üzere bu süreçte Akif adeta kıskaca alınmıştır. Çok sevdiği vatanından ayrı yaşamanın derin acısı yanında bir de fakr-u zaruret içinde yaşamıştır Akif.
Öyle ki 1925-1936 yılları arasında bulunduğu Mısır’da emekli maaşı da bağlanmayan Mehmet Akif, hepten perişan bir hayat sürmüştür Mısır’da olduğu yıllarda.
Akif’in Mısır’daki Yaşamı
Akif, Mısır’a gittiğinde iki sene kadar Abbas Halim Paşa’nın misafiri oldu. Paşa’nın, Kahire’nin şifalı sularıyla ünlü banliyö kasabası (bugün için il statüsünde) Hilvan’daki büyük sarayının karşısındaki küçük köşk kendisine tahsis edildi. Köşk yanında, içinde ceylanlar bulunan bir bahçe de bulunmaktadır.
Bahçeye bakan Rüstem Ağa adındaki bir Arnavut, aynı zamanda Akif’e de hizmet etmekte, çayını-kahvesini yapmaktadır. Akif, burada sakin ve de müsterihtir. Hayatının en huzurlu (!) zamanlarını orada yaşamıştır. Sonra ailesini de Mısır’a götürünce, çöl yanında ayrı bir ev kiralayarak yine Hilvan’da kalmaya devam etti. Burada bir nevi hem gönüllü hem de mecburi sürgün diyebileceğimiz yokluk ve sıkıntılar içinde bir hayat yaşadı.
1932 yılında Mısır’a giderek Akif’i ziyaret eden Eşref Edib, kaldığı odayı şöyle anlatmaktadır:
“Eşya namına odasında birkaç kanepe, iki demir ayak üzerine konulmuş birkaç tahtadan ibaret karyola vazifesini görür bir şey, bir hasır seccade, bir çift nalın, bir divit, bir de duvarda Hikmet Bey’in Afganistan’dan gönderdiği bir seccade. Bu seccade lüks sayılırdı.”
Öyle ki üstat evden eve taşınırken ‘konu-komşu eşyasını görmesin diye’ geceleri taşındığını söylemiştir. Üstadın evi, daha sonra bir su küpü ile zenginleşir. Ziyaretine gelen İhsan Efendi’ye şöyle der: “Çok zamandan beri bir su küpü almak istiyordum. Nihayet aldım. Şimdi böyle suyumuzu soğutup içiyoruz.”
Akif, kendisiyle yapılan son röportajında Mısır’daki yaşantısı ile ilgili ise şunları ifade eder: “Kahire’nin yirmi beş kilometre cenubunda (güneyinde) Hilvan vardır. Sakin, asude bir köşedir. Orada oturdum. Zaten tab’an münzevi bir adamım. Gürültüyü sevmem, İstanbul’da iken de böyle idim. Mısır’da da Darülfünun işi çıkıncaya kadar Hilvan’da yaşadım. Son zamanlarda Kahire’ye indim.”
O sıralar İngiliz işgali altındaki Mısır’da hayat kolay değildir hiç şüphesiz. Akif bu zor koşullarda bile boş durmaz. Hem yazı faaliyeti hem de çevresindekilerle iletişimi son derece iyidir. Kendi davası uğruna uğraşıları burada da devam eder.
Akif, Mısır’da bulunduğu yıllarda ihtiyaç dışında Kahire’ye pek inmemiştir. Burada bulunduğu süre içerisinde çok kimse ile görüştüğü de söylenemez. Hatta Kahire Üniversitesi hocalarından Abdülvehhab Azzam, onun varlığını, Mısır’a hicretinden dört yıl sonra, İstanbul’a gelerek öğrenmiştir. Zaten üniversitede Türkçe dersleri vermeye başlaması da bu olaydan sonra olmuştur.
Haftada iki gün Kahire’ye inerek Darülfünundaki dersini okutur, dersten çıkınca ise trene atlayıp Hilvan’a dönerdi. Ancak derslerde sadece fiil, cümle, özne, yüklem öğretmezdi. Sorumluluk duygusundan hareketle konjonktüre de dikkat çekerdi. İngiliz işgali altında Mısır’da katliamlar yapılmaktaydı. İngiliz askerleri Denşevay köyünü yakmış, köylüleri de katletmişlerdi. İngilizlerin yaptıklarını basın yazmıyor, diplomatlar konu bile etmiyordu. Akif, tüm bunların öğrenciler tarafından bilinmesi gerektiğine inanıyordu. İslam dünyasında İngilizlerin neler yaptığını çok iyi bilen Akif, bu konuda duyarlıydı. Gördüklerini şöyle ifade ediyordu o yıllarda:
“Mısır’da çoğu şey İngilizlerin elinde. Oysa oraya ticaret için gelmişlerdi. Her şeye hâkim olmaya çalışıyorlar. Mısır’da İngilizlerin etkisiyle bütün şark ile rabıtaları gevşemiştir. İngiliz yaman bir millet. Ama Mısır aydınları Türkiye’deki her gelişmeyi takip ediyor, alaka duyuyor…”
Bu arada Mısır’da sürekli yönetim değişmekteydi. Zaman zaman krizler çıkıyordu bu dönemde. Vefd Partisi etkinliğini artırmış ve seçimleri kazanmıştı. Süveyş Kanalı dolayısıyla İngilizler, halkı birbirine kırdırıyordu. İngiltere’yle daha uygun koşullarda bir bağımsızlık antlaşması yapmaya ve aşırı milliyetçi Vefd Partisi’nin etkisini kırmaya çalışan Fuat başa geçmiş ve Mısır’ın ilk kralı olmuştu (1922-1936). Bu arada bir hususa da dikkat çekmek gerekir. Bugün İslam dünyasında oldukça etkin bir hareket olan İhvanü’l Müslimin teşkilatı da o günlerde faaliyetlerine başlamıştır. Teşkilat resmî olarak Hasan el-Benna tarafından 1928’de Mısır’ın İsmailiye kentinde gizli olarak kurulmuştur. Teşkilat, İslam’ın sahih bir şekilde anlaşılması ve yaşanması için tebliğ̆, irşat ve teşkilatlanma çalışmaları yapmaktadır. Halifeliğin ihyasından yanadır ve İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadele vermektedir.