Yeni yılın ilk günlerini de nefretin, ırkçılığın, eril pervasızlığın, kibrin, haddini bilmezliğin boğucu kuşatması altında geçiriyoruz. Birbirinin aynası üç olay-durum, Taksim Meydanı´nda eğlenen Suriyelilere karşı tepkilerde açığa vurulan düşmanlık, Sezgin Tanrıkulu´nun Kürtçe yeni yıl mesajıyla dalga geçen Ulusal Kanal´ın sözde televizyon gazetecisinin gizleyemediği miliyetçiliği/ırkçılığı ve nihayet Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi Araştırma Görevlisi Ceren Damar´ın aynı fakültenin bir öğrencisince odasında bıçaklanarak, vurularak öldürülmesinde cisimleşen entelektüel/kadın düşmanlığı. Aslında bütün bunların neden aynı olgunun tezahürleri olarak görülmesi gerektiğini anlamak için, Balibar ve Wallerstein´ın modern bir toplumsal ilişki olarak ırkçılık kavramlaştırmalarını yardıma çağırabiliriz. Yazarlar, ırkçılığı, -hemen çoğumuzun Nazi döneminden kalma bir köken, bir biyolojik arılık referansı çerçevesinde anlama ve onu ancak geçmişe ait kabul etme eğilimimize karşıt biçimde- günümüzün sürekli yeniden inşa edilen toplumsal yapılarıyla ulus-devletin kriziyle, çağdaş kapitalizmin ve sınıf mücadelelerinin ilişkisi bağlamında tartışıyor. Bununla ilgili olarak bilgilenmek isteyenler, yazarların Irk, Ulus, Sınıf: Belirsiz Kimlik başlığıyla Türkçeleştirilmiş eserine bakabilir. Bu iki önemli düşünürden öğreneceklerimiz, örneğin Taksim´de eğlenen Suriyelilerin ÖSO bayrağı açmış bile olsalar Türkiye´deki varlığını doğrudan hedef alan tavrın neden ırkçılık sayılması gerektiğini de açıklar belki bize. O zaman en sofistikesinden en kabasına bütün o sözde eleştirilerde gördükleri şeyi ırkçılık olarak imleyenlerin haklılığını da teslim edebiliriz.
Öte yandan bütün bu yaşadıklarımız, varlığını çoktan unuttuğumuz ?had? meselesine de işaret ediyor. Dolayısıyla ortadaki etik sorunla yüzleşme eksiğimize. Haddini bilmezlikte dünya milletlerine fark atacak bir potansiyele sahip olduğumuz inkar edilemez. Güce tapanların memleketi olduk hepten. Güç burada geniş anlamıyla anlaşılmalı. Gücü gücü yetene? Kabadayılık bulunmaz akçe? Dayılanana, racon kesene, başını ezene hayranız; hakkını arayana haddini bildirmeye kalkan hadsizlerin ülkesi burası. Üstüne bir de siniğiz; içine düştüğümüz ahlaki nihilizmin farkında olmayan hadsizleriz. Ceren Damar olayına bakın mesela. Akademideki etik yoksunluğunun, sinikliğin, kapitalist ilişkilerle eklemlenmiş akademik üretim ve çalışma koşullarının, öğrenci-odaklı öğretim modeli diye yutturulan müşteri-öğrenci/ metalaşmış-bilgi/ tüccar-üniversite üçlüsünün bu olayla sınırlı kalmayan sonuçları olacağını kestirmek hiç güç değil. Bunu cinnet geçiren, şiddete eğilimli, haddini bilmeyen tek bir öğrencinin eylemi olarak görmek yanlış olur. İdealist bir eğitimle bu sorunun üstesinden gelineceğini düşünmek de bir o kadar aymazlıktır bence.
Akademinin Türkiye´de dünyadakine benzer süreçlerle giderek aşındığını gözlüyoruz. Özellikle çalışma koşullarının güvencesizleşmesi üniversitelerin en önemli sorunu. Dünyayı şimdilik bir yana bırakıp Türkiye´ye bakalım: Türkiye´de 12 Eylül´ün hemen ardından başlayan yüksek öğretimin yeniden yapılandırılmasına dönük politikaların öncelikli hedefi mesleğin ilk basamağı kabul edilen asistanlık kurumu oldu. Asistanlık kürsü geleneği içinde sahip olduğu anlamı yitirdi, araştırma görevliliğine evriltilerek öğrenciliğin bir parçasına dönüştürüldü. Başlangıcıyla bitimi öğrencilik süresine eşdeğer kılındı, böylece yıllar içinde bütünüyle geçici bir statüye indirgendi. Akademi bir bütün olarak bu güvencesizleştirme sürecine sessiz kaldı. Güvencesizliğe direnen araştırma görevlilerinin sorunlarına duyarsız kalan, onlardan desteğini esirgeyen akademi bugünü de hazırlamış oldu. Suskunluk, kurumun savunulması gibi tamamen sinik bir gerekçenin ardına sığınarak haklı olanın cezalandırılmasına ses çıkartmamaya kadar vardı. Araştırma görevlileri, doktoralarını kendilerine biçilen sürede bitiremediklerinden istifaya zorlandıklarında veya kurumlarıyla ilişikleri kesildiğinde meslektaşları buna direnmedi. Yüzlerce yetenekli genç akademisyeni öğüttü bu suskunluk.
Atama-yükseltmelerde uygulanan, güya nitelik yükseltmeyi hedefleyen ama aslında niteliği niceliğe feda etmekten başka işe yaramayan kriterler silsilesini dayatan üniversite yönetimlerine karşı çıkamayan akademisyenler, bilginin metalaşmasına katkıda bulunduklarını fark ettiler mi, bilinmez. Yükselebilmek için kendilerini saçma sapan kriterlere uyma konumunda bulan akademisyenler, örgütlenmekten de ödleri koptuğu için, piyasanın biçtiği bilimsellik ölçütlerinden biri haline gelen indekslerde taranan hakemli dergilerde yayın yapma peşinde ürettiklerine yabancılaştı. Aslında bu tarama indekslerinin tekelini elinde tutan, amacı kâr etmekten başka bir şey olmayan bir şirketin koyduğu standartlara boyun eğmekteydiler. Akademik olma iddiasında, içeriği yetkinliği tartışılmayan hakemlerin denetimine terk edilmiş ulusal veya uluslararası pek çok dergi parasıyla makale basmaya başladı. Çalışma güvencesi, kendisine dayatılan standartlara uygun yayın yapmaktan geçen akademik topluluk buna karşı örgütlenmeyi seçmedi. Bunun yerine, meslek etiğine aykırı biçimde hızlı ve niteliksiz yayın yapmaya razı oldu. Mesleğin haysiyeti böylece hiçe sayıldı.
Eleştiri satan ama kendisi eleştiriye hiç gelemeyen nice akademisyenin payı var gelinen bu noktada. Çalışma etiğinden bihaber akademi. Birbirlerinin yazdığını okumayan, okuduğunu anlamayan, giderek hiç okumayan akademi. İntihalin affedildiği akademi. İntihal yapanın pişkince ?öyle etkilenmişim ki kendiminmiş gibi kalemimden döküldü? diyebildiği, ama yine de profesörlüğe yükselebildiği, rektörlük yapabildiği bir akademi. Kriterler var ya; yayınları say, puanla, puanları topla, YÜKSEL! Televizyona çık, zırvala ama önemli değil, televizyonda her görünmen karşılığında puan alıyorsun nasılsa!
Unvanların güce dönüştürülmesine de sesi çıkmaz akademisyenlerin. Unvanını en alttakinden hıncını almak için kullanana haddini hatırlatmaz kimse. Sorumluluklarını yerine getirmediği bilinen, araştırma görevlilerini köleleştiren unvan sahiplerine kimse dokunmaz. Eril iktidarın en rahat at koşturduğu yerlerden biridir üniversiteler. Unvanlar paravan olur bezdiriye, tacize. Barış imzacılarına soruşturma açar da görevini kötüye kullanana, öğrencisini, meslektaşını taciz edene gözünü yumar üniversite. Üç maymunu oynamak kolaydır, güvenlidir. Ahlak öğretir, sinikliğin ahlaksızca suskunluğuna teslim olmuştur oysa.
Öğrenci-odaklı öğretim denen modele gelince? Gerçekten demokratik ilkelerin içselleştirildiği, öğrencilerin üniversitenin karar alma süreçleri içerisinde temsil edilmesine olanak veren bir yapıdan son derece uzak bir uygulaması söz konusu bu modelin Türkiye´de. Üniversitelerin kurullarında öğrenci temsili son derece sınırlı, var olan da göstermelik. Öğrencilerin örgütlü yapılar oluşturarak kurumun işleyişi üzerinde söz sahibi haline gelmesi mümkün değil. Onun yerine öğrencinin kendisini giderek daha fazla tüketici olarak gördüğü, üniversitenin basit bir ticarethaneye dönüştüğü bir uygulama var. Öğrenci, diplomayı çabalarının, emeklerinin tescili olarak değil de satın alabileceği bir şey gibi görüyor bu yapı içinde. Üniversite artık bilgiye ulaştıran, beceri kazandıran, dünya görüşünü şekillendiren, hayatı sorgulamanın zeminini hazırlayan bir aracı değil, daha çok diploma satan bir dükkan. Akademisyenlerin emeğinin hiçe indirgendiği, varlıklarının öğrenci ile diploma arasında bir engel olmaktan öte anlamının kalmadığı bir dünya. Buna hadsizliği ekleyin. Kurum içindeki eril iktidarın her tür tacizini gözlerden saklayan, şiddeti kurumun bekası, kârın sürekliliği için cezalandırmaktan kaçınan hadsiz yönetimleri de dahil edin. Özgürlüğü keyfilikle karıştıran, her istediğini yapma hadsizliğini hakkı zanneden, haddi hatırlatıldığında histeri krizleri geçiren, cebindeki paradan, arkasındaki dayıdan aldığı güçle sarhoş olan insan malzemesini de unutmayın. Ceren Damar´ların böylece kurban edildiği bu düzeni alın hayrını görün görebilirseniz!
Alakasız gibi görünen ama kurabilen için alakası açık bir not:
Ardı arklı tarlam,
Başı söğütlü değirmenim,
Işıl ışılım,
Alım yeşilim.
Anneannem Düriye hanım bizi böyle severdi. Onun ardı arklı tarlasıydık. Alıydık yeşildik. Bize ışıltımız gözlerini kamaştırmış gibi bakardı. Ne büyük ödüldü bu. İşitebileceğimiz en güzel sevgi sözcükleriyle anneannemizin sarıp sarmalayan sevgisiyle büyüdük. Şanslıydık. Çocuklar ışıl ışıldır, aldır, yeşildir, sudur. Sevgiden yoksun kaldıklarında, kökü kurumuş söğüt ağacı, arkı boşalmış, toprağı çatlamış kıraç tarlalar gibidir onlar. Yaşlanırlar büyümeden. Hep erişemediklerinin peşinde ama aslında neyi aradıklarını da bilemeden öylece dönenip dururlar. Işıltıları kalmaz. Renksizdir onlar. Al da olamazlar, yeşil de. Üretemezler. Değer bilmezler. Emeği tanımazlar. Nefretle beslenenler doymazlar. Hep daha çoğunu isterler. Hadlerini bilmezler. Bir gün gelir ellerine geçirdikleri bir silahla, birilerinin ardı arklı tarlasını, başı söğütlü değirmenini, alını yeşilini ışıltısız bırakıverirler?