24.05.2020 08:53
Gülçin-Avşar
“Devlet vatandaşına tuzak kuramaz.” Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye aleyhine de hüküm kurduğu, özellikle uyuşturucu dâvâlarında karşımıza çıkan “provokatör ajan” veya “X ajan” uygulamasıyla ilgili kararlarında, hukuk devletinde neden “tuzak” olamayacağını detaylı biçimde açıklamıştır.
Tuzak ne demek?
Uygulamada, uyuşturucu soruşturmalarında polis bir ajanla olayın takibatını yürütür. Ajan, kimliğini gizleyerek ve şebekenin güvenini kazanarak içine girer, suçu ve suçluları takip eder. Ancak eğer ajan, kişileri suç işlemeye teşvik ederse, bu durumda âdetâ azmettirici niteliğe bürünür ve provokasyon olur.
KARAR 1. “Başka bir deyişle, Hükümet’in ifadelerinin aksine, başvuran suç işleme potansiyeline sahip olmuş olsa bile, dosya unsurlarına göre, somut hiçbir unsur, ajan X’in müdahalesinden önce, başvuranın suç teşkil eden bir eylem hazırlığında olduğunu ortaya koymamıştır. Mevcut dâvâda söz konusu az miktardaki uyuşturucu başvuranın evinde bulunmamıştır. Başvuran, ajan X’in talebi üzerine, uyuşturucuyu üçüncü bir kişiden temin etmiştir. (…)
“AİHM, yukarıda söylenenler göz önüne alındığında, ajan X’in başvuranın işlediği suçu işlemeye azmettirici etkisi olduğu ve hiçbir şeyin, X’in müdahalesi olmadan, söz konusu suçun işlenebileceğini göstermediği kanaatindedir; sözkonusu müdahaleyi ve ihtilaflı ceza dâvâsında kullanılmasını göz önüne alan AİHM, başvuranın dâvâsının, AİHS’nin 6. maddesinin gerektirdiği hakkaniyete uygun niteliğini kaybettiği sonucuna ulaşmıştır.” (AİHM - Burak Hun - Türkiye Dâvâsı)
KARAR 2. “Aynı zamanda, açık kısıtlamaların ve teminatların sağlanması koşuluyla gizli ajanların kullanılması tolere edilebilmekteyken, kamu yararı gerekçe gösterilerek polisin suça teşviki sonucunda elde edilen delillerin kullanılması haklı bulunamaz, zira bunun yapılması, sanığın başlangıçtan itibaren âdil yargılanma hakkının kesin olarak riske atıldığı anlamına gelecektir.
“İlgili polis memurlarının (güvenlik güçleri mensupları veya onların talimatıyla müdahil olan kişiler) yalnızca pasif bir şekilde suç teşkil eden eylemi incelemekle sınırlı kalmayıp, suçun sabit bulunması amacıyla, diğer bir deyişle, delil üretmek ve bir soruşturma başlatmak için kişiyi başka türlü işlemeyeceği bir suçu işlemeye sevk etmek için nüfuzlarını kullanmaları, polisin suça teşvik etmesi anlamına gelmektedir” (AİHM – Sepil - Türkiye Dâvâsı)
Yani AİHM, normalde suç işleyeceğine dair yeterli bir delil olmayan birinin, kamu görevlilerinin teşviki ve yönlendirmesinin ardından suç işlenmesinin âdil yargılanma hakkının ihlâli olduğunu söylemektedir. Çünkü kişi normalde yapmayacağı bir şeyi devletin yönlendirmesi ile gerçekleştirmiştir. AİHM devletlerin bunu yapamayacağını açıkça ifade etmektedir.
Bu kısa hukuk bilgisi neden?
Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Çünkü Türkiye devleti, 2015 senesinde sona erdirdiği demokratikleşme süreciyle vatandaşına tuzak kurdu.
AK Parti’nin 2002-2014 seneleri arasında gerçekleştirdiği demokratikleşme çalışmaları Sessiz Devrim başlığıyla kitaplaştırılmıştı. Hattâ bu kitap dört dilde basılmıştı: Türkçe, Kürtçe, İngilizce ve Arapça (Türkçe sureti: https://drive.google.com/open?id=11aN_uBI__PlFlLVjiDY9dGi6ME2W_2aZ).
Aralık 2014’teki genişletilmiş 4. baskısının önsözünde Erdoğan, “İnsanına değer vermeyen, insanını öteleyen, dışlayan, vatandaşları arasında ayrım yapan, kendini vatandaşına karşı koruma altına alan bir devlet, hizmet üretemez, hakları güvence altına alamaz, ülkeyi büyütemez ve refahı tesis edemez” diye yazmış.
Tüm bunlar yaşanmadan, yani Avrupa Birliği’ne üyelik yolunda tam gaz ilerlenmeden evvel, bu ülkede yaşayan herkes “her an her şey olabilir”i bilir, buna göre gardını alır, resmi görüşü ile şahsi görüşünü ayrıştırmaya özen gösterirdi. Etnik kimliğini gizlemesi gerektiğinin, muhalif fikirlerin uluorta söylenemeyeceğinin, devletin ve devlet büyüklerinin eleştirilmesinin tehlikeli olabileceğinin, güvenmediği yerlerde dinini de dilini de saklamasının yaşamını sürdürmek için gerekli olduğunun… en küçük hücresine dek farkındaydı.
AK Parti’nin iktidara gelir gelmez AB müzakerelerinde fasıl üstüne fasıl açmaya başladığı 2002 ve sonrasında ise, (Sessiz Devrim’de de gururla anlatıldığı gibi) işkenceye sıfır tolerans, faili meçhul cinayetler dönemine son verme, anadilde savunma hakkı, ifade özgürlüğünü güçlendirme, üniversitelerde farklı dil ve lehçelerde enstitüler açılabilmesi, Kürtçe tercüman istihdamı, belediyelerin altyapısının desteklenmesi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, 1915 olaylarının anılması, Abdullah Öcalan’la resmi olarak müzakereler yürütülmesi ile barış sürecinin başlatılması gibi hamlelerle, demokratikleşme sürecine hızlı bir girizgâh yaptık.
“Onur Yürüyüşü”nün ilk kez AK Parti iktidarı döneminde yapılabildiği ve bunun da iktidar partisi tarafından demokratik seviyeyi göstermesi açısından broşürlerle ilân edildiği; hükümetin İstanbul Sözleşmesi’ni ilk imzalayan ülke olmasıyla övündüğü günlerdi.
Başbakanın canlı yayınlarda “Kürdistan” dediği, Mesud Barzani ve Şivan Perwer’in Diyarbakır’da ağırlandığı, gene başbakanın (yukarıdaki başlık resminde görüldüğü gibi) BDP’li belediye başkanı Osman Baydemir’le el ele sohbet ettiği, Öcalan’ın mektubunun devlet tarafından BDP-HDP’lilere ulaştırıldığı ve meydanlarda okunduğu, Demokratik Toplum Kongrelerine (DTK) hükümet üyelerinin katıldığı günlerdi.
Cumhurbaşkanına hakaret ile ilgili soruşturma izinlerinin nadiren verildiği, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlandığı, hattâ doğrudan iktidara karşı yapılan bayrak mitinglerine otobüslerle ulaşımı iktidarın sağladığı, ambulanslarla alanın güvence altına alındığı, milliyetçiliğin başbakan tarafından “ayaklar altına alındığı” günlerdi.
O güne dek sokakta kimliğini gizlemeye çalışan bir Zaza, bunu gizlemek ne kelime; gururla söyleme ihtiyacı duydu sağa sola. 1915 anmalarına yüzlerce insan katıldı; Hrant Dink’in katledilmesinden sonra yüz binler “Hepimiz Ermeniyiz” diye bağırdı.
Madem özgürdük, hepimiz sosyal medya hesaplarımızdan ifade özgürlüğümüzü evrensel standartlarda kullanmaya başladık. Esprilere Mustafa Kemal Atatürk’ü dahil edebilecek kadar rahatlamaya; dil veya kelime sıkıntısını düşünmeden rahatça açılmaya devam ettik.
Sonra…
Bütün bu gelişim, değişim, dönüşüm, AK Parti’nin tabiriyle Sessiz Devrim, 2015’ten itibaren yerini hızlı bir düşüşe bıraktı. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olduğunda “alışılagelmedik” olacağını ilân etmesiyle, savaş jargonuna geçiş de başladı. “Her seçim Kurtuluş Savaşı” diyerek bugünlerin sıradanlaşan beka korkusunu başlatan Erdoğan, her eleştiriyi dâvâ etmeye, her fikirle kavgalaşmaya girişti. İçeride de dışarıda da eleştiren herkes bir anda düşman olmuştu.
Çözüm süreci Ağustos 2015’te buzdolabına kondu. Seçilmiş milletvekilleri tutuklandı. Bir devlet projesi olan çözüm süreci için devlet tarafından Kandil’e gönderilen HDP’liler bu yüzden yargılanmaya başladı. Basın açıklaması yapan akademikler tutuklandı; sınır ötesi operasyonu eleştiren/desteklemeyen ve bunu kamuoyuna duyuranlar tutuklandı. Belediyelere kayyum atandı. Hakkında beraat kararı olmasına karşın birçok kişi siyasi fikirleri nedeniyle mesleklerinden ihraç edildi. Neredeyse bir hükümet organizasyonu haine gelmiş bulunan Newroz’larda yapılan konuşmalar nedeniyle siyasetçiler yargılandı. Hükümet üyelerinin de hazır bulunduğu DTK toplantılarına katılan üniversite mensuplarına ve muhalif siyasetçilere dâvâlar açıldı. Başbakanın “Her türlü milliyetçiliği ayaklar altına alıyorum” cümlesine güvenen tüm etnik kimlikler kendini özgürce ifade etmeye başladığında, ne söylense “Türklüğe hakaret” denerek soruşturma konusu edildi. Çocuk hakları alanında çalışan, Kürtçe üzerine çalışmalar yürüten dernekler “örgüt propagandası” gerekçesiyle kapatıldı.
Recep Tayyip Erdoğan tarafından kendi eseri gibi gururla imzalanarak dağıtılan Sessiz Devrim kitabı ise raflardan kaldırıldı. Adına açılmış internet sitesi kapatıldı. Çözüm süreciyle görevlendirilen Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı lağvedildi.
Ne ki biz kimliklerimizi yaşayabileceğimizi zannederek çoktan deşifre olmuştuk! Her konuda, evrensel standartlara uygun olarak fikrimizi beyan edebileceğimizi, örgütlenme özgürlüğüne sahip olduğumuzu, hukukun birey haklarından yana olduğunu zannederek yaşamaya başlamıştık.
Yazının başında, basit bir uyuşturucu dâvâsı için AİHM’in söylediklerine dönersek, “[Devletin/hükümetin] müdahalesi olmadan suçun işlenebileceğini göstermediği” kabulüyle tüm bu demokratikleşme süreci, bu ülkede yaşayanlara “tuzak” niteliğinde idi. Hükümetin müdahalesi ve doğrudan teşviki olmadan kimse “özgürlüklerin peşinde koşacak kadar saf” değildi. Biz bu ülkede devlete güvenilemeyeceğini, bireylerin özgürlüğünün iktidarlar tarafından öncelenmeyeceğini seksen senelik Türkiye tarihinden öğrenmiştik.
AK Parti ilk 13 yılında lügatimizden dış güçler, iç mihraklar, düşman/lar, lobiler, komplolar, beka kaygıları kavramlarını çıkartarak, birey özgürlüklerini evrensel standartlara taşıyarak “Sessiz Devrim” adını verdiği bir tuzak kurdu. Bugün ise “Sessiz Devrim”in çocuklarını yemekle meşgul.
Oysa devlet halkına tuzak kurmamalıydı.
---------------------------------
(*) Serbestiyet yazarlar topluluğuna yeni katılan Gülçin Avşar, 2008’de Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldu. 2010’dan beri aktif avukatlık yapıyor. Terörle Mücadele Kanunu (TMK) Mağduru Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları ve Silikozis Hastası Kot Kumlama İşçileri ile Dayanışma Komitesi bünyesinde, hukuka ilişkin faaliyetlerin yürütülmesinde görev aldı. Demokratik Açılıma Yurttaş Katkısı, Yeni Anayasa Platformu gibi sivil toplum kuruluş ve insiyatiflerinde yer aldı. 2013’te TESEV tarafından yayınlanan Ergenekon'un Öteki Yüzü: Faili Meçhuller ve Kayıplar raporunu yazdı. Kürt meselesinin çözümüne yönelik faaliyetlere teorik ve pratik katkıda bulunan Avşar, Demokrasi ve Atılım (DEVA) Partisi Kurucular Kurulu ve Genel Merkez Yönetim Kurulu’ndadır.