Konda Genel Müdürü Bekir Ağırdır’ın T24’te hafta başında yaptığı analizin, Ak Parti dahil partiler açısından olduğu kadar, partilerden bağımsız, İslam’ın Türkiye toplumu ile ilişkisini bir misyon çerçevesinde önemseyen kesimler için de hayati önemde olduğunu düşünüyorum.
Ağırdır’ın Ak Parti’ye ilişkin tespiti, yazının başlığına ve spotuna yansıyan şu cümlelerle özetlenebilir:
“AKP artık kitlelerin değil bir hayat tarzının partisi. Ak Parti’nin seçmen tabanı daralıyor, giderek dindar-muhafazakâr bir kesime sıkışıyor. Ancak kitle partisi olma özelliğini hızla yitirse de, oylarındaki gerileme yavaşlamış durumda. Bugün hâlâ “Ak Parti” diyen seçmen sorunların elbet farkında. Fakat kimlikten hareketle yanında durmaya devam ediyor.”
Bekir Ağırdır bu süreci anlatırken, “Ak Parti’nin birçok küresel-yerel dinamik ve sürecin de katkısıyla ilk sekiz yılında seçmen tabanının taleplerine cevap ürettiğini ve yaptıklarıyla tabanını genişleterek kitle partisine dönüştüğünü” kaydettikten sonra, “2008 küresel ekonomik bunalımı ve 2009 yerel seçimlerinden itibaren seçmeninin taleplerine değil, kendi davasına öncelik vermeyi seçtiğini” ifade ediyor. Şunlar da Ağırdır’ın diğer tespitleri:
“Önce seçmenini “Ak Partilileştirmeye” ve kutuplaştırarak sabitlemeye, 2013 Gezi’den sonra da “Erdoğancılaştırmaya” ve kutuplaşmayı da çatışmacılığa doğru bükmeye yöneldi. Doğal olarak da bu süreç, kazanılan her bir sosyolojik, kültürel, siyasal kümelerin Ak Parti’den uzaklaşmasına ve Ak Parti’nin giderek kitle partisi özelliğini yitirmesine neden oldu. Tıpkı uzay araçlarının boşalan yakıt tanklarından kurtulması gibi, Ak Parti kendisine enerji sağlayan kümelerden giderek kurtuldu ve ağırlıklı olarak muhafazakâr ve dindar kimliğin “öteki” duygusu güçlü bir kesiminin içine sıkıştı.”
Bu tespitlerin Ak Parti’yi yönetenler için bir anlamı olduğu muhakkak. Onlar “parti açısından” bunun muhasebesini yapabilirler.
Ama ben, onların içinde de daha geniş anlamda da, bu “siyasi durum”un Türkiye toplumunun İslam’la ilişkisi bakımından değerlendirilmesi gibi bir meseleye dikkat çekmek istiyorum.
Belli ki “Türkiye toplumu ve İslam” herhangi bir parti çerçevesini aşan bir olgu. Kaç kere Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin getirdiği oy oranının zorladığı kamplaşma politikalarına işaretle, “Türkiye’de Müslümanlık oranını yüzde 50 artı 1’e indirgememek gerekiyor” diye yazdım. Bu “Tehlike alarmı” kimsenin kılını kıpırdatmadı. Reel politik karşısında kimsenin bu tür konuları dikkate alacak zamanı yoktu anlaşılan.
Şimdi Bekir Ağırdır’ın tespitleri doğru ise, yani Ak Parti yüzde 30 civarında bir “kimlik partisi” olmuşsa ve bu kimlik “muhafazakarlık – dindarlık” diye bilinen ama gerçekte “İslam aidiyeti”ni ifade eden bir nitelik arz ediyorsa, biz Türkiye toplumunun İslam’la ilişkisini bu siyasi tabloya göre mi okuyacağız? Yani iş, benim daha önce ifade ettiğim “Yüzde 50 artı 1”in de altında, yüzde 30’lar seviyesinde bir “İslam aidiyeti” demek mi oluyor?
Ve tabii, Ak Parti geriledikçe, bu aidiyet daha alt seviyelere doğru mu inecek?
Ak Parti’nin yöneticileri benim hassasiyetim konusunda ne derler, bilemem. Aslında onların da böyle bir hassasiyet taşıyacakları gibi bir umudum yok değil.
Ama ben olaya, partileri aşan bir hassasiyet zemininde bakılabileceğini, böyle bir hassasiyet çevresi bulunabileceğini düşündüğüm için böyle bir yazıya gerek duymuş bulunuyorum.
Yani İslam, insanların bir parti ile ilişkisine bağlı olarak başlayıp bitmiyorsa, Türkiye toplumu ve İslam denildiğinde ülkenin her bir insanının İslam’la alakasının diri, sağlıklı, hayat halinde tutulması gibi bir duyarlılık varsa, “İslam, bir parti aidiyeti ile sınırlanmamalı”, diye düşünürüm ben. Parti aidiyeti, İslam’la ilişkiyi sıkıntıya sokuyorsa, öncelikle o partinin İslam’a yük olmamasını beklerim ben.
Mesela Diyanet’in en itibarlı kurumlardan birisi olmasını hep önemsedim. İtibardan - Güvenden bir puan bile kaybetmişse, bunun üzerinde durulması, sebeplerinin araştırılması ve duyguların onarılması gerektiğini ifade ettim.
Ak Parti’ye şunu söyleyebilirim: Değerler etrafında bir kamplaştırma dili, insanların sizinle birlikte değerlerle ilişkisini de sıkıntıya sokuyor. En azından yanlışlara değerleri kalkan yapmayın.
Ama daha geniş bir camiaya, -ki İslami camia çok daha geniştir- siyasi sınırlarla bloke olmamayı, tüm toplumu kuşatan bir iletişim dili (Tebliğ dili mi demeliydim?) oluşturma meselesini gündeme almayı teklif etmek isterim.
Yani İslâm benimle sınırlı değil. Bir parti ile, bir kurumla, bir akımla sınırlı değil. Herkes İslam’ın onurunu taşımaya itina etmeli, ama asla İslam’a yük olmamalı, İslam’ın önüne engel teşkil etmemelidir.