Şimdi Gelecek Partili, eski AK Parti milletvekili ve Merkez Bankası başkan yardımcısı İbrahim Turhan kendisinin de bir parçasını oluşturduğu AK Parti iktidarının 20 yıllık serüvenini “giriş, gelişme ve sonuç” bölümleriyle analiz etti. İbrahim Turhan’ın makalesi Perspektif’te bugün (18 Nisan) yayımlandı: “AK Parti iktidarının yol açtığı türbülans sadece bir siyasal akımın değil bütün bir zihniyetin ve zihin kodlarının da sorgulanmasına yol açtı. Bu sorgulama Türkiye’yi daha aydınlık bir geleceğe taşıyacağının işaretlerini barındırıyor.”
AK Parti iktidarının 20 yıllık serüveninin sonu, aralarında bu iktidarın oluşumunda ve sürmesinde düşünsel ve fiili katkısı olmuş çok sayıda ismin de dahil olduğu birçok kişi için büyük bir hayal kırıklığı oldu. Sözleri Yusuf Hayaloğlu’na ait ama içimize Ahmet Kaya’nın sesiyle işleyen şarkı bu ruh halinin özeti gibi;
Bitmeseydi bizim öykümüz böyle
Göğsüm daralıyor, yüreğim kanıyor
Olmasaydı sonumuz böyle…
Şimdi mutlu sonla bitiremediğimiz bir Türkiye öyküsü var elimizde. Bir kompozisyon tadında, Giriş-Gelişme-Sonuç biçiminde okuyalım isterseniz.
Arka plan
Türkiye’de devletin çatısı ve yapısı, tarihsel olarak anlaşılabilir nedenlerden ötürü psikolojik travmalarla şekillenmiştir. Roma İmparatorluğu’nun varisi olarak 300 yıl boyunca Eski Dünya’nın tartışmasız en büyük gücü olan bir devletin, 19’uncu yüzyılda her alanda parça parça oluşunun yönetici elitlerde de toplumsal bilinçte de iz bırakmış olması normal görülmeli. Tarihle ucundan kenarından ilgilenen herkesin artık bildiği üzere Balkanlar merkezli Osmanlı devletinin bu coğrafyayı neredeyse tümüyle kaybetmiş olması, önemli bir kısmı Balkanlar’da doğup yetişmiş olan son dönem yöneticileri için kalplerinin göğüslerinden sökülüp alınması ile aynı şey olmalı. Kayseri’den önce Osmanlı şehri olmuş Niş’in, Trabzon’dan 100 yıl önce Osmanlı olan Filibe’nin, hele de Selanik’in elden çıkması, ağır bir travma. Birinci Dünya Savaşı felaketinin ardından sığındığınız son vatan parçasının da işgal edilmesinin hem Cumhuriyet’in kurucularında hem Müslüman halkta, artık hiçbir yerin güvende olmadığı duygusu yaratmış olması anlaşılabilir.
Türkiye bu travmaların izlerini hâlâ taşıyor. Yaşamın erken dönemlerinde yaşanan travmalar bilinçaltında derin yara bırakır ve bazen ‘fobi’ adı verilen psikolojik bozukluklara yol açar. Fobi, rasyonel olmayan korkudur. Örneğin; Araknofobisi (örümcek korkusu) olan insanların örümceklere olan tepkileri mantıksız ve düzensiz olur. Yetişkin bir insan için hiçbir tehdit oluşturamayacak küçük bir örümcekle bile karşılaştıklarında çok korkarak aşırı tepkiler verir, panik atak geçirilebilirler. Hatta davranışlarını kontrol edemedikleri için kendilerine ve çevrelerine zarar verebilirler. İşte Türkiye de uzun süre güvenlikle ilgili siyasal ve toplumsal fobilerin esiri olmuştu. Osmanlı döneminden beri devletin gerçek kurucusu ve sahibi olagelmiş askeri ve sivil bürokrasi, Araknofobik bir insanın örümcek karşısındaki tepkisi gibi her 10 yılda bir siyasete doğrudan müdahale eder olmuş, her seferinde yeni yeşermeye başlayan kurumsallaşma filizlerini kırıp geçmişti. Bu fobilere yol açan yaralar, devlet ve dahası toplumun kendisi fobik tepkiler verdikçe giderek derinleşmiş ve sonunda Türkiye’yi “yırtılmış bir ülke” hâline düşürmüştü.
1990’lı yıllarda küresel düzenin yeniden oluştuğu dönemde bu durum sürdürülebilir olmaktan çıktı. Türkiye; siyasal, ekonomik, toplumsal alanların tümünde derin bir kriz sürecine girdi. Birkaç yılda bir alevlenen döngüler hâlindeki ekonomik çöküşlerle, ülkenin büyük şehirlerini kasıp kavuran terör olaylarıyla, muhtıralar ve postmodern darbelerle, yolsuzluklarla, devletin de parçası olduğu karanlık ve kirli ilişkilerle simgeleşen bu dönemde Türkiye gerçek anlamda varoluşsal bir tehlike yaşadı. İşte AK Parti, böyle bir konjonktürde ortaya çıktı.
Önsöz: Nasıl başladı?
Parti sözcüleri, siyasal ve toplumsal fay hatlarında biriken yok edici gerilimlerin tümünü azaltmaktan bahsediyordu. “Herkes özgür olmadıkça kimse özgür değildir” özdeyişini temel ilke edindiklerini duyuruyorlardı. Parti programında “bireyi bütün politikaların merkezine alarak demokratikleşmenin sağlanmasını, temel insan hak ve özgürlüklerini temin etmeyi ve korumayı en önemli ödevleri arasında sayan” AK Parti, devlet politikalarının, güvenlik merkezli olmaktan çıkarılacağını, özgürlük-güvenlik dengesinin gözetileceğini, bireyin devlete önceleneceğini vaat ediyordu.
Geçmişte birçok reform girişiminde bulunulmuş ama sonuca ulaşılamamıştı. Bu deneyimlerin ışığında AK Parti, kökten bir değişim, hatta liberal bir devrim gerçekleştirilmesi gerektiğinin altını çiziyordu. Bu yüzden yine programında; “Başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Paris Şartı ve Helsinki Nihai Senedi; Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerin insan hakları alanında getirdiği standartlar uygulamaya geçirilecektir” diyerek somut ve normatif hedefler benimsemişti. Türkiye, kendisine giydirilen deli gömleğinden kurtarılacak, ülkeyi fiilen bir açık hava hapishanesi durumuna getiren yasaklar kaldırılacak, düşünce ve ifade özgürlükleri uluslararası standartlar temelinde inşa edilecek, düşünceler özgürce açıklanabilecek, farklılıklar birer zenginlik olarak görülecekti.
Siyaset-iş dünyası-bürokrasi-finans sektörü-basın arasında kirli bir çıkar düzeni kurulmuştu. Ülkenin havasını zehirleyen bu yapı tasfiye edilmedikçe düze çıkmak mümkün değildi. AK Parti; “Toplumları ve devletleri tahrip eden yozlaşma, yolsuzluk, usulsüzlük, çıkarcılık, iltimas, hukuk önünde ve fırsat açısından eşitsizlik, ırkçılık, partizanlık, despotluk gibi olumsuzluklar partimizin en yoğun mücadele alanlarıdır” diyordu. Yolsuzluk sorununun temelinde devlet eliyle yaratılan ve keyfî biçimde dağıtılan rantlar olduğuna vurgu yapan parti programı, devletin ilke olarak her türlü ekonomik faaliyetin dışında olması gerektiğinin altını çiziyor, devletin ekonomideki işlevinin düzenleme ve denetim ile sınırlı kalacağı, tüm kurumlarıyla ve kurallarıyla işleyen bir piyasa ekonomisi düzeni öngörüyordu. Evrensel standartlara uygun tam tanımlanmış bir hukuk düzenini, güvenilir ve işleyen bir adalet mekanizmasını, garanti altına alınmış mülkiyet haklarını, güvenilir kurumsal yapıyı, pazara ve kaynaklara serbestçe ulaşma imkânını öngören bir ekonomik düzen kurulacaktı. Bu düzende dayatan, direten, rant dağıtan bir devlet değil; düzenleyen, denetleyen, fırsat yaratan, teşvik eden ve yol gösteren bir devlet olacaktı. Böylece toplumsal refah da artacak, sürdürülebilir büyüme sağlanacaktı. AK Parti bu ilkeleri “yasaklarla, yolsuzlukla ve yoksullukla mücadele” ya da kısaca “3 Y ile mücadele” olarak sloganlaştırmıştı.
Belki de en önemlisi, programda sık sık AK Parti’nin katı yargılara değil ilkelere dayandığına, tekelci aklın değil kolektif aklın hâkim olduğu bir kitle partisi olduğuna vurgu yapılmasıydı. Parti programı ‘Giriş’ kısmında “çağdaş, akılcı, gerçekçi ve uygulanabilir bir siyasi program” olarak tanımlanıyordu.
Ama olmadı…
Giriş
AK Parti iktidarın ilk yıllarında, parti programında yer alan hedeflere yönelik çarpıcı başarılar sağlandığı nesnel bir gerçek olarak kabul edilmeli. Terakkiperver Parti-Demokrat Parti-Anavatan Partisi siyasal geleneğine karşı itirazlar, liberal ekonomi politikalarına yönelik ideolojik eleştiriler ya da AK Parti’nin en baştan beri dinsel referanslarda bulunması dolayısıyla “bunlar zaten hep böyleydi” tarzı çekinceler bir tarafa bırakılacak olursa, beğenirsiniz-beğenmezsiniz ama dış politika, kamu yönetimi ve ekonomi alanında yerleşik kalıpların ötesine giden, gerçekten devrim niteliğinde gelişmeler olduğunu inkâr etmek mümkün değil.
Türkiye’nin uluslararası ilişkilerdeki hareket alanını sınırlayan, adeta dış politikayı rehin alan üç fobi; Kıbrıs, Kürt meselesi ve Ermenistan ile ilgili cüretkâr adımlar atıldı. Avrupa Birliği (AB) ile tam üyelik müzakerelerine başlandı. ABD askerlerinin Irak’a yönelik askerî harekâtı Türkiye üzerinden yapmasını öngören Hükümet Tezkeresini, hem de o tarihte henüz milletvekili ve başbakan olamamış da olsa AK Parti Genel Başkanı olarak gücü elinde bulunduran Tayyip Erdoğan’ın bütün gücüyle desteklemesine karşın 1 Mart 2003’te TBMM’de reddedecek kadar özgün ve bağımsız bir duruş sergileyebilen Türkiye, aynı zamanda Batı İttifakı içinde hiç olmadığı kadar etkili bir konum kazanmayı da başarmıştı. Bir yandan İslam Konferansı Örgütü’nün yönetimine bir Türkiye vatandaşı seçiliyor, Ortadoğu sokaklarında Türkiye havası esiyor, Afrika ve Latin Amerika açılımları yapılıyor; öte yandan hem AB hem ABD ilişkileri her alanda artan işbirlikleri ile güçleniyordu. AK Parti yönetimindeki Türkiye; İkinci Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu’da neredeyse standart siyasal yapı haline gelmiş olan ‘bir büyük gücün patronajındaki diktatörlük’ modeli yerine kabul gören bir alternatif olmuştu. AK Parti’den esinlenen yerel İslamcı gruplar Fas’tan Endonezya’ya değişim rüzgârları estiriyordu. İktidar, meşruiyetini, dış destekli askeri gücün değil “insan hakları ve temel özgürlükler, demokrasi, serbest piyasa” şeklinde özetlenebilecek çağdaş siyasal sistemi kendi medeniyet değerleri ile uyumlu kılan ve bunda başarılı olduğu ölçüde toplumsal destek kazanan İslamcı-demokrat partilerin sağladığı bir model öneriliyordu.
AK Parti, programında yer alan demokratikleşme adımlarını hızla atmaya başladı. AB üyelik süreci ile paralel olarak Türkiye’nin vesayet rejiminin önemli bileşenlerini ortadan kaldıran bir dizi reform hamlesine tanık olundu. Aile, toplum ve çalışma yaşamında kadın-erkek eşitliğini sağlama görevinin devlete verilmesi, ölüm cezasının ve Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kaldırılması, askeri bürokrasinin sivil yönetim üzerindeki etkilerini sınırlayan düzenlemeler, uluslararası anlaşmaların normlar hiyerarşisinde iç hukukun üzerinde tanınması, anadil öğretiminin serbest bırakılması, Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Yasası ile kurumsal yönetişim ilkelerinin ve çağdaş iç denetim uygulamasının benimsenmesi, devlet yönetiminde şeffaflığı sağlayan Bilgi Edinme Yasası’nın kabulü, kamu yönetimi üzerinde etik denetimi amaçlayan Kamu Görevlileri Etik Kurulu Yasası’nın çıkarılması ve yerel yönetim reformu gibi değişimler iktidarın ilk döneminde yaşama geçirildi. Ardından 2009’da yakın dönem siyasal tarihimizin belki de en önemli gelişmelerinden olan Çözüm Süreci başlatıldı. 2010 yılındaki anayasa değişikliği ile askeri yargının görev alanı daraltıldı, siyasal partilerin kapatılması zorlaştırıldı ve vatandaşlara Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yapma hakkı getirildi.
AK Parti iktidarının ilk 10 yıllık döneminde ekonomi alanında sağlanan değişim ise toplumsal yaşamdaki etkileri açısından en çarpıcı olanıydı. 2001 Krizinin ardından başlayan ama yeterli siyasal ve toplumsal desteğin sağlanamaması yüzünden uygulamada aksamalarla karşılaşan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, kapsamı genişletilerek ve içeriği iyileştirilerek yaşama geçirildi. Özelleştirme ve piyasalaşma alanlarında büyük başarı elde edildi. 2006’da bir yıl içinde, geçmiş 30 yılda gerçekleşenden daha fazla net doğrudan yabancı sermaye yatırımı kaydedildi. Türkiye’nin küresel ekonomi içindeki ağırlığı, 2002 öncesi 30 yıllık ortalamasının iki katına ve tarihinin en yüksek düzeyine ulaştı (Grafik 1).
40 yıldır yüzde 10 civarında, çoğunlukla da bunun altında seyretmiş olan Türkiye’deki kişi başına düşen milli gelirin ABD’deki kişi başına milli gelire oranı ilk kez yüzde 25’e yaklaştı, gelişmiş ekonomilerle aramızdaki gelir farkı azaldı. Bu arada yıllardır ekonomiyi kemirip bitiren enflasyon geriletilmiş, küresel şoklar gibi olağan dışı gelişmelerin etkili olduğu dönemler dışarıda bırakılacak olursa gıda ve enerji dışı kalemleri içeren çekirdek enflasyonun, yüzde 5 olarak belirlenen enflasyon hedefi ile uyumlu düzeylere gelmişti. Ortalama çekirdek enflasyon 2010 sonundan 2013 sonuna kadar yüzde 6,3 oldu, 2011 Mart’ında Türkiye’deki yıllık tüketici fiyat enflasyonu İngiltere’dekinin altına gerçekleşti. Uzun yıllar sorun olan kamu maliyesi yönetilebilir hâle geldi. Geçmişte ortalama dokuz ay vadeyle borçlanabilen Türkiye Hazinesi yabancı para cinsinden 30 yıla, Türk lirası (TL) cinsinden 10 yıla kadar vadeli tahvil ihraç edebiliyordu. Üstelik bir zamanlar ancak üç haneli faizle borçlanabilen Hazine’nin 10 yıl vadeli TL cinsinden tahvillerinin getirisi, 2012’nin ortasından 2013’ün ortasına kadar geçen bir yıllık dönemde ortalama yüzde 7,3 idi. Bütçeden faize ayrılan kaynak azaldı, altyapı yatırımları sayesinde potansiyel büyüme iyileşti.
Türkiye dünyaya açıldıkça, ekonominin küresel entegrasyonu arttıkça refah da artıyordu. Borsa İstanbul’da payları işlem gören şirketlerin değerlerini yansıtan borsa endeksi ABD doları cinsinden, ABD’deki borsalardaki benzerlerinin yüzde 35’ine ulaşmıştı. Yabancı yatırımcılar Türkiye’deki şirketlerin hisse senetlerini, Hazine’nin tahvillerini portföylerinde tutmak istiyordu. BASF, Coca Cola, Pepsi, Microsoft, Intel, BP, BSH, Pirelli, Henkel, Procter&Gamble (P&G), Samsung, Siemens, Tetrapak, Unilever, Citibank, Mastercard ve Visa’nın da aralarında bulunduğu onlarca şirket, yüzlerce ülkeyi yönettikleri bölgesel merkezlerini Türkiye’ye kaydırdı. Türkiye, doğrudan yabancı sermaye stoku bakımından 2007 yılında 21’inci sıraya yükseldi, 2008-2010 dönemi için dünyanın yatırım yapılabilir en cazip 15’inci ülkesi seçildi. Her yıl 4.000’in üzerinde yabancı sermayeli şirket kuruluyor, yüksek gelirli binlerce yabancı şirket çalışanı Türkiye’ye geliyor, burada kalıyor, para harcıyordu. Türkiye’deki doğrudan yatırım sermayesi stoku 200 milyar dolara, portföy yatırımların değeri 190 milyar dolara, Merkez Bankası resmi rezervleri 135 milyar dolara ulaştı (Grafik 2). Yabancı ilgisiyle birlikte ekonomide varlık fiyatları da artıyor, firmaların ve orta sınıfın servetleri artıyor, yaşam standartları yükseliyordu. Evlerin, otellerin, arsaların, alışveriş merkezlerinin, iş merkezlerinin, lokantaların, okulların ve hastanelerin sağlaması beklenen gelirler, dolayısıyla da fiyatları arttı.
40 yıldır kişi başına gelirde dünya ortalamasının altında kalmış olan Türkiye, 2005 yılından itibaren dünya ortalamasının üzerine çıktı (Grafik 3).
Sağlanan bu görece istikrarlı ekonomik zemin üzerine inşa edilecek binanın planları, 2013’te hazırlanan ve TBMM’de kabul edilen Onuncu Kalkınma Planı ile çizildi. Adalet ve yargıdan eğitime, araştırma-geliştirmeden içişlerine, sanayiden finansa kadar çok kapsamlı bir dizi yapısal reform öngörülmüştü. İlgili bütün bürokratik kurumların teknik çalışmalarıyla çerçevesi hazırlanan, iş dünyasından, emek örgütlerinden, sivil toplum kuruluşlarından ve akademiden olabildiğince geniş bir katılımla geliştirilen bu yapısal reformların amacı gayrisafi yurt içi hasılayı 1,3 trilyon dolara, kişi başına düşen geliri 16.000 dolara çıkarmaktı ve bunlar ulaşılabilir hedefler haline gelmişti.
Sonra her şey birden bozuldu…
Gelişme
Bugün, başlangıçta “değili” olduğu ne varsa onu temsil eden bir AK Parti iktidarıyla karşı karşıyayız. En küçük bir muhalefete bile tahammülsüz hukuk dışı baskı ve yıldırmalar; parti kapatma girişimleri; milletvekili dokunulmazlığını belki de en anlamlı olduğu alanda, düşünceyi ifade alanında ortadan kaldırma; TBMM’yi fiilen işlevsizleştiren, siyasetin alanını daraltan, özgürlükleri ortadan kaldıran uygulamalar; sadece güvenlik odaklı bir anlayışa indirgenmiş otoriter devletçilik; sıradanlaşan kayyum atamaları; adil yargılamanın, masumiyet karinesinin, lekelenmeme hakkının hiçe sayılması; yürütmenin, hatta İttifak ortaklarının yargıya müdahale etmesi ve talimat vermesi; Anayasa Mahkemesi’nin bağlayıcı kararlarının uygulanmaması, seçim sonuçlarına müdahale girişimi, Cumhurbaşkanlığı kararlarıyla yasalara aykırı işlem tesis edilmesi ve hukuk devletinin işlevsizleştirilmesi; hukuksuz tutuklamalar ve gözaltılar; adliyede herkesin bildiği FETÖ borsası; aile değerleri kılıfına sokarak kadını ikinci sınıflaştırma ve eve kapatma; üniversite özerkliğinin ve akademik özgürlüğün yok edilmesi; basın ve yayın organlarının iktidarın güdümüne ve kontrolüne tâbi kılınması; sadece retorik düzeyine indirgenmiş milliyetçiliği, slogandan ibaret içi boş bir yerliliği işlenen her cürmün mazereti haline getirme; üzerinde düşünülmeden ve etki analizi yapılmadan alelacele çıkarılan düzenlemeler ve hemen ardından bunların değiştirilmek ya da iptal edilmek zorunda kalınması; şeffaflıktan uzak kararlar; ayyuka çıkan ve her alana yayılan kayırmacılık ve yolsuzluk; devlet ve siyaset ile suç örgütleri arasındaki ilişkiler…
Ekonomi alanında yaşanan çöküş ise çok daha acıklı. Bütün ekonomik göstergeler krize işaret ediyor. Hayat pahalılığı dar gelirliler için katlanılmaz düzeyde. Yoksulluk artık bir ekonomik sorun olmanın çok ötesinde. Ekonomide yaşanan bozulmanın ayrıntıları, bu konuyla ilgili daha önce Perspektif’te yayımlanan yazılarımda yer alıyor.
AK Parti’nin bunca başarıya rağmen, işler yolunda gider, her seçimde oy oranını artırarak iktidarı korurken böylesine akıl dışı bir yola sapması, kendi siyasal ikbaliyle birlikte Türkiye’nin geleceğini de tehlikeye atmasının altında yatan zihniyet sorununu göremezsek sağlıklı bir analiz yapamayız. İrrasyonalitenin bu düzeyi, bireyde olsa ancak şizofreni ya da disosiyatif bozukluk gibi akıl ve ruh sağlığı sorunlarıyla açıklanabilir. Ancak içlerinde bayağı aklı başında insanlar da bulunan bütün bir iktidarın, geçmişi yarım yüzyılı bulan bir siyasal hareketin topyekûn çılgınlığa sürüklenmesinden ve dahası bunun toplumda kitlesel psikojenik bir duruma yol açmasından bahsediyoruz. Bozulmayı, çok uzun süre iktidarda kalmaya, aile üyelerinin yönetime karışmaya başlamasına bağlayanlar olabilir. Tarihsel değişime rastlantısal olayların ya da büyük insanların eylemlerinin mi yoksa toplumsal altyapıyı etkileyen nesnel koşulların mı yol açtığı üzerine derin bir tarihsel yöntem tartışması bu yazının ölçeğini aşar. Sadece şu hususu vurgulamakla yetinelim; kuşkusuz tarih kendi kendini yapmaz, tarihi yapan insanların iradesidir. Ama toplumsal gelişmeler keyfi ya da rastlantısal şekilde değil, nesnel tarihsel koşullara uygun gerçekleşir. Dolayısıyla iktidar partisi yöneticilerinin kişisel durumlarının, aile ve sosyal çevrelerinin ya da bireysel psikolojilerinin yaşanan kırılmadaki etkisini yok saymasak da daha derinlikli bir analize ihtiyaç olduğu açık. Bugün yaşananları anlamak kadar geleceğe yönelik ders çıkarmak için de böyle bir analiz gerekli. Aksi takdirde; “Osmanlıların yükseliş devrinde iyi padişahlar vardı, sonra kötü padişahlar gelince imparatorluk çöküşe geçti” diyen anlatıya benzer bir açıklama getirmiş oluruz. Bu bozulmayı getiren doğuran yapısal etkenlerin neler olduğunu araştırırken de zülfüyâre dokunmayı göze almak gerekiyor.
2008 Ekonomik Krizi sonrası değişen küresel koşulların etkililerini kuşkusuz dikkate almak gerekiyor. Bir ABD Başkanının, hem de BM Genel Kurulu’nda “Küreselleşme doktrinini reddediyoruz” ifadesini kullanmış olması, aşırı sağcı siyasal partilerin yükselişi, ekonomi alanındaki krizin etkilerinin çok daha geniş olduğunun göstergesi. Küresel ekonomi-politik kırılmayı göz ardı ederek yapılacak analizler eksik kalır.
Türkiye özelinde de önemli kırılmalar yaşandı. 30 yıla yakın zamandır bürokraside, iş dünyasında ve toplumda örgütlenen ve sonunda 15 Temmuz’da darbe girişiminde bulunarak FETÖ’ye dönüşen Fethullahçılar belki de bu kırılmalardan en büyüğüne sebep oldu. Zihinsel olarak benzer bir havuzdan beslenseler de AK Parti iktidara gelene kadar yolları kesişmeyen bu iki damarın başta ortak tehdide karşı zorunlu olarak kurduğu ittifak ilişkisi, bu tehdit gücünü yitirdikçe Fetullahçıların iktidara el koyma girişiminde bulunması sonucu çatışmaya dönüştü. Benzer biçimde; Ortadoğu’daki gelişmelerin, DAEŞ’in yarattığı depremin, Kürt ulusal hareketini rehin alan PKK terörünün maksimalist hezeyanlarının da etkileri yadsınamaz. Ancak şunun altını çizmek gerekir; karşınıza çıkan ve bir kısmı kontrolünüzün dışında olan gelişmeler, maruz kaldığınız şoklar dışsal etkilere yol açar. Sonucu belirleyen ise bu etkilere verdiğiniz tepkilerdir. Tepkilerinizin niteliğini ve yönünü içsel dinamikleriniz ve öznel tercihleriniz belirler. Aynı dışsal etkiye iki aktör tamamen farklı tepkiler verebilir ve bunun sonucunda gelişmeler apayrı yönlerde seyredebilir. İçsel dinamiklerin başında, yaşamla ilgili tercihleri de belirleyen dünya görüşü ve bunun da altında yatan zihniyet gelir.
Türkiye’nin yaşadığı krizlerin de AK Parti’nin geçirdiği başkalaşımın da temelinde, büyük çoğunluğu ortak bir dünya görüşünün kodlarını paylaşan AK Parti yöneticilerinin ve kadrolarının zihniyeti yatıyor. Bu noktada hareketin lideri Tayyip Erdoğan’ın AK Parti’de ve AK Parti iktidarlarında ne ölçüde belirleyici olduğunu bir kere daha anımsamakta yarar var. Başlangıçta kurucu aktörler arasında gücün bir ölçüde daha dengeli dağıldığı bir yapı olmuş olsa da, özellikle 2007’de Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilip parti ile ilişkisini zorunlu olarak kesmesiyle birlikte AK Parti giderek Tayyip Erdoğan ile özdeşleşti ve 2011’den sonra da onun kişiliğinde mündemiç hâle geldi. Ahmet Davutoğlu’nun tasfiye edildiği 2’nci Olağanüstü Büyük Kongre’nin Divan Başkanı Bekir Bozdağ, AK Parti’yi son derece mütevazı adımlarla kurumsallaştırmaya teşebbüs eden ve bunun bedelini ödeyen Davutoğlu’na şu sözlerle cevap verirken bu gerçeği en çıplak biçimde ifade etmişti:
AK Parti’yi dünyanın en büyük siyasi markalarından biri haline getiren ustaların ustası Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’dır. AK Parti’yi kuran, başarıdan başarıya koşturan Recep Tayyip Erdoğan’ı bütün gönüldaşlarımız adına dua ile anıyor ve Allah’ın selamıyla selamlıyorum; ‘Selamun Aleykum’. Fiziken aramızda olmasanız da manen aramızdadır. AK Parti Tayyip’in partisidir ve öyle olmaya devam edecektir. Kurumsal olarak devam ettikçe Cumhurbaşkanımızı AK Parti’den, AK Parti’yi Cumhurbaşkanımızdan ayrı düşünmek mümkün değildir. Tek neferi vardır o da Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır.
Benzerine ancak Stalinist partilerde rastlanabilecek, demokratik siyasette, hatta az biraz ilkeleri olan kurumsallaşmış herhangi bir siyasal harekette yadırganacak bu liderlik kültü, AK Parti’nin 2016 gerçekliğinde hiç de abartı değildi. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile de bu “tek millet-tek devlet-tek lider” yapısı siyasal yaşamın her alanında egemen hâle geldi. Bu tespiti yapmış olmakla birlikte, AK Parti iktidarında “bozulma” olarak adlandırdığımız süreci bu “tek adamlaşmanın” ötesinde, daha kolektif bir zihniyet sorunu olarak ele almak gerektiğini düşünüyorum. Öte yandan süreci “Erdoğan tek karar verici oldu, AK Parti’nin gerçek yüzü ortaya çıktı” yargısı ile açıklamak sığ, yüzeysel ve yanıltıcı olsa da lider baskınlığı ile İslamcı siyasal tercihlerin birbirini beslediğini ve süreci hızlandırdığını ileri sürmek büsbütün yanlış olmayacaktır.
AK Parti bir ideoloji ya da İslamcı kavramla “dava” partisi olmasa da yönetici kadrosu ve politikalarının düşünsel temellerini kuran elitleri tereddütsüz bir şekilde İslamcı siyasal gelenekten geliyordu. Ama siyaset yapımında ve giderek kamu alanında İslamcı atıfların baskın duruma gelmesi 2012’den sonra daha hissedilir oldu. Bunda AK Parti’nin kendi içindeki dinamikler kadar Türkiye siyasetine ilişkin güç dengelerinin iktidar lehine değişmesinin de etkisi vardı. AK Parti 10 yılı aşkın süredir, kendilerini ülkenin gerçek sahibi, sosyo-ekonomik değişimin çevreden merkeze taşıdığı aktörleri ise işgalciler olarak gören zinde güçlerle mücadele ediyordu. 1997’de 28 Şubat darbesinde, 2002’de Erdoğan’ın genel başkanlığının ve milletvekilliğinin önlenmesinde, 2007’de 367 Krizinde ve Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde, 2008’de parti kapatma davasında demokrasiyi de hukuku da ayaklar altına alarak siyaset alanına müdahale etmeye ve siyaseti kendi tercihlerine göre şekillendirmeye çalışan bu çevrelerle girişilen zorlu kavga, sonunda AK Parti’nin kesin zaferiyle sonuçlandı. Bu süreçte karşıtlarının ne denli acımasız olduğunu, iktidar mücadelesinde her yolun mubah görüldüğünü öğrenen AK Parti, kendini güvenliğini sağlamak adına bürokraside, sermayede ve kitle iletişiminde yığınak yapmaya yöneldi. “Düşmanlarını” öğretmen edinmesi, kaçınılmaz olarak AK Parti’yi kendi varlık sebebine ihanete sürükledi. Kötülükle mücadele ederken kötülüğe dönüştü, yok etmeyi amaçladığı çarpık sistemin bizatihi sahibi ve işleticisi oldu, geçmişte kınadığı ne varsa hepsini yaptı. Ve bütün bunlar İslamcı siyasetin hanesine yazıldı.
İslamcılık ne yana düşer, AK Parti ne yana…
İslamcılık modern döneme ait bir tepki siyasetidir. İslam inancı Müslümanlara -diğer birçok inanç sisteminde olduğu gibi- “inanmayanlardan üstün olduklarını” bildirir. Bu üstünlük sadece moral düzeyde değil maddi düzeyde de söz konusudur. İslam’ın siyasal bir güç hâline gelip yayılmaya başladığı ilk 1000 yıllık dönemde (bazı iniş çıkışlar olmuşsa da) tarihsel gerçeklik ana hatlarıyla bu inancı doğrular nitelikte olmuştur. Bu durum 18’inci yüzyıldan itibaren Batı karşısında askeri alanda yaşanan yenilgilerle değişmeye başlamış, ardından siyasal, bilimsel, ekonomik ve toplumsal alanlarda da üstünlüğün kaybedildiğinin hissedilmesiyle askerî kriz düşünsel alana da yayılmıştır. Başta sadece arızî görülen sorunun giderek yapısal niteliğinin görülmesi, yönetici elitte krizin sadece teknik ve araçsal önlemlerle geçiştirilemeyeceği düşüncesinin oluşmasına yol açmıştır. Sonuçta, Yeni Çağ’ın en güçlü iki İslam İmparatorluğu olan Osmanlı’da ve Hindistan’da “ne yapmalı” sorusu bütün yönleriyle gündeme getirilmiştir. İslam inancına göre Müslümanların üstün olması gerektiği halde gerçeklikte durum farklı olduğuna göre sorun, Müslümanların “gerçek İslam”ı gereği gibi yaşamamasıyla ilişkilendirilerek teori ile pratik arasındaki uyumsuzluk çözülmeye çalışılmıştır. Sonuçta, Batı emperyalizmine karşı direnişin ve bunun için bir öze dönüşün düşünsel temeli İslamcılık olarak şekillenmiştir.
Batı emperyalizmine karşı savaşında İslamcılık, fiilen tarihsel karşılığı olmayan yekpare İslam dünyası fikrini de üretti ve Pan-İslamizm vizyonuyla özdeşleşti. Bu siyasetin husumeti modernizme ya da onun değerlerine değil, Batı dışındaki bütün toplumları aşağı gören emperyalist ırkçılığa yönelikti. 1870’ler ile 1920’ler arasındaki dönem, modernist Müslüman düşüncesinin altın çağı olup, Osmanlı’da (Mısır dâhil) ve Hindistan’da Müslüman entelektüeller, ilericilik, özgürlük, eşitlik, gelişme gibi konularda İslam ile medeniyetin uyuştuğunu vurgulamıştı. Bu dönemdeki İslamcılık, bir devlet ve imparatorluk vesilesiyle şeriatı dayatma kaygısı taşımıyordu. Tam tersine, Osmanlı’daki Tanzimat örneğinde açıkça görüldüğü gibi çok sayıda farklı etnik unsuru çok kültürlü ve çok dinli kozmopolit bir yapıda bir arada tutmaya, böylece imparatorluğu kurtarmaya yönelik katılımcı yönetim modeli kurmayı hedefliyordu. Geleneksel Doğu imparatorluklarına uyarlanmış kültürel yönü ağır basan bir milliyetçilik olarak da tanımlanabilecek bu versiyonu ile İslamcılık, dinde reformu da içermekteydi.
Birinci Dünya Savaşı ile Osmanlı İmparatorluğu’nun ortadan kalkması ve yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin daha kökten ve Jakoben bir modernleşme yöntemi tercih etmesi bu modernleşmeci İslamcılığa darbe vurdu. Böylece 20’nci yüzyılın başına kadar süren bu dinamizm, biraz da 1930’lu yılların baskıcı/tekçi ortamının etkisiyle tevarüs edilebilecek süregiden bir gelenek çizgisi oluşturamadı. Yerine, modası çoktan geçmiş Alman idealizminin Türk-İslam mitolojisiyle harmanlanarak sunulduğu bir kurgu türedi.
İslamcılığın dejenere olmuş bu mutant sürümü, Türkiye’nin tarihini sadece Türklerin tarihi olarak Malazgirt savaşıyla başlatan bir mitosa yaslanıyordu. 15’inci yüzyılda geriye dönük bir tarih inşası ihtiyacına binaen kaleme alınan Osmanlı’nın kuruluş kıssası ideolojik bir referans haline getirildi. Tarih anlatısı, akıncıların fetihleriyle örülen zaferler çağının ardından bir sıçramayla, başta Çanakkale olmak üzere son dönemin savunma savaşlarındaki kahramanlıklara geçiyordu. Çoğunluğu kırsal kesimden gelen Cumhuriyet dönemi muhafazakârlarının/dindarlarının heyecanla izledikleri kanaat önderleri; düşünsel derinlik yerine duygusal gerilimi, kavramsal bütünlük yerine demagojiyi yeğleyen bir anlayış sergiliyordu. Bu akımın en belirgin niteliklerinden biri de Batı karşısında yenilmiş olmanın doğurduğu bir tepkisellikle ilkesel olmaktan çok tarihsel nedenlere dayalı kategorik Batı karşıtlığıydı. “İslam’ı asrın idrakine söyletmeyi” öneren, ilerlemeyi bir norm ve değer olarak kabul ederek “İslam’ın terakkiye mâni değil bilakis âmil-i terakki” olduğunu savunan özgün İslamcılığın sözcülerinin aksine, son dönem İslamcılığının sözcüleri Batı uygarlığına yönelen mücerret ve kökten bir düşmanlığın bayraktarlığını yapıyordu. Benzer şekilde; tahrif edilmiş geleneği arındırmayı öneren İslamcılığın yerini geleneği yüceltme ve onda derunî irfan keşfetme arayışı, saltanata dönüşen halifeliğe eleştirel bakan tarih okumasının yerini tarihin yeniden yazılarak kutsanması aldı.
İslamcılığın ilk sürümünün Türkiye’de sona ermesi Hint altkıtasında da benzer sonuçlar doğurdu. Pakistan devletinin Hindistan’dan ayrı siyasal varoluşuna meşruluk kazandırmaya yönelik çabaların bir unsuru olarak geliştirilen “özgüncü” akım ve Ortadoğu’da yükselen yeni selefiliğin literal okumaları, tercüme eserler yoluyla Türkiye’deki muhafazakâr/dindar kesimin zaten karışık olan zihin dünyasını daha da karıştırdı. Yeni İslamcılık düşüncesinin daha entelektüel çevrelerinde de durum pek parlak sayılmazdı. Yüzyıllar öncesinin gevşek kabile federasyonlarından parlamenter demokrasi, Medine Vesikası’ndan çoğulculuk, Fatih Emannamesi’nden sekülerlik üretmeye çabaladılar. Bütün bu iyi niyetli çabalara karşın, düşünsel yapı ilmi rütbesini Şiiliğe reddiye olarak kaleme aldığı “Minhâcü’s-sünne” adlı eserine borçlu olan İbn Teymiyye’yi ve bütün klasik Şii unsurlarıyla İran devrimini birlikte savunan eklektik ve tepkisel bir yapı arz ediyordu. Yanlışları görüyorlar ama bugünü geçmişin kalıplarına uydurarak yeniden kurma saplantısından bir türlü kurtulamıyorlardı. Dolayısıyla, çok farklı tarihsel koşullarda, farklı ihtiyaçlara karşılık gelen ilk sürümüyle de sonradan uğradığı mutasyonla başkalaşan amorf sürümüyle de tepkisel bir hareket olan İslamcılık, muhalefette etkili olsa da modern anlamda düzen kurucu bir nitelik taşıyamadı.
AK Parti kurucularının ve yöneticilerinin zihinsel oluşumlarında etkili olan İslamcılık belki ilk sürümüne yaklaşarak başlangıçtaki daha reformist özüne dönebilse, AK Parti iktidarının ilk dönemindeki reformculukla sentezlenerek hem Müslümanlar hem dünya için umut verici bir dönüşüme kapı aralayabilirdi. Ama Türkiye’nin kendi tarihsel, toplumsal ve siyasal dinamikleri buna elverişli değildi. Türkiye’de ne yazık ki çağdaş anlamda bir toplumsal yapı kurulamadığından siyasal tavırlar da rasyonellikten bir hayli sapabiliyordu. Kimlik ve aidiyet kamusal alanda hâlâ çok belirleyiciydi. AK Parti’nin iktidarının ilk döneminde kısaca derin devlet adı verilen askeri ve sivil bürokrasi ile ve siyaset üzerinde vesayet kurmaya çalışan diğer güç odaklarıyla girmek zorunda kaldığı çatışma da kimlik ve aidiyet gerilimini derinleştirdi.
Düzen kurucu zihin ve diğerleri
Türkiye’nin bu durumu bir ölçüde bireyleşmenin gerçekleşememesi ile ilgili. Birey olmayınca doğal olarak, bireyi esas alan modern düşünce de modern toplum da gelişemiyor. Bireyleşemeyen, bireysel değer bulamayan topluluklar, değişim travmasına sağlıksız tepkilerle karşılık verir. Modern ekonomik ve siyasal yapıya uygun olmayan, tarım toplumu değerlerini yansıtacak şekilde “kabile toplumu” kurgusunu kamusal alanda belirleyici hale getirirler. Türkiye’de olan da tam budur.
Bireyin siyasal karşılığı eşit ve özgür yurttaş bilinci olduğundan kendi kendine yeten, ekonomik değer üretebilen rasyonel bireylerin siyasal kurgusu anayasal kamu düzenidir. Evrensel insan hakları, devleti hesap vermeye zorlayan vergi bilinci, hukuk devleti bu ortamda yeşerir. Evrensel değerleri özümseyerek özgüven kazanamayan, yetişkinliğe geçemeyen topluluklar ise, bilimin ve teknolojinin getirdiği altyapı değişiminden korkar, kendini içinde güvende hissedeceği kimlik temelli informel gruplara sığınır. Modern dönemde de olsa bunlar kabile yapılarıdır. Bu sosyolojik hastalığın, kentleşmeyle birlikte kendisini gösteren semptomuna “mahalle taassubu/bağnazlığı” adı verilir.
Mahalle bağnazlığı, kabile tarafgirliği, asabiyet bilinci, tarım toplumu sosyolojisinin ürünü ve bu çağa ait olmayan arkaik yankılardır sadece… Bazı Hollywood filmlerinde mahalle bağnazlığının tipik modeli sergilenir. İlçeye gelen ya da yolu oradan geçerken konaklamak zorunda olan kendi vatandaşlarına bile; “burada ne arıyorsun yabancı” tavrı gösteren ve önce ayrıksı, giderek düşmanca davranan kasabalıları görürsünüz. Kabile toplumu kendisi gibi olmayandan korkar. Bu korku hızla önce öfkeye, sonra nefrete ve düşmanlığa dönüşür. Çünkü her farklılık kendi kapalı toplumlarının varoluşunu tehdit eden bir saldırı olarak tanımlanır. Bu zihniyetin bir diğer özelliği, kendi kafa konforunu sağlayan kurgu ile çelişen her şeyi komplolarla açıklaması, açıkça kanıtlanmış nesnel gerçekleri bile görmezden gelerek reddetmesidir. Bu çerçevede resmî tarih tezine alternatif olarak üretilen “Yalan Söyleyen Tarih Utansın” düzeyinde iddialar, Lozan Antlaşması’nın gizli maddeleri, dünyayı yöneten gizli ezoterik güçler gibi önermeler, gerçekliğin kendisinden çok daha açıklayıcı görülür.
Kendi içlerindeki mensuplarını kabilenin mutlak doğruları istikametinde biçimlendirmek yaşamsal önem taşır. Kabile toplumu değerlerini esas alan dogmatik anlayış, kendini yeniden üretebilmek için kolektif indoktrinasyonu yegâne eğitim yöntemi olarak benimser. Kendi içine kapalı ve adeta bir yankı duvarı gibi kendi gerçekliğini tekrarlayarak büyüten mahalle bağnazlığı/kabileci zihin; dünyayı ve kendi dışındaki gerçekliği kavrayamadığı için hırçındır ve içe kapanmacıdır. Dünyanın büyüklüğü, yaşamın çeşitliliği fobilerini tetikler. Başka gerçekliklere, dolayısıyla başka yaşam tarzlarına tahammülleri yoktur. İmkân bulduklarında kendi yaşam tarzlarını ve bunu meşrulaştıran dogmalarını kabilenin dışındakilere dayatmak isterler. İnanç öğretileri, kendi kurtuluşları için diğer herkesin de klanın doğrularını kabullenmesini sağlamayı bir ödev olarak yüklediğinden bu dayatmaları yaparken fetihçi bir haz duyarlar.
Bütün bu özelliklerinden dolayı da çağdaş anlamda kamusal düzen kurmaları olanaksızdır. Hayalini kurdukları geçmiş parlak günlerin hep geleneksel toplumlarda, küçük ölçekli tarımsal ekonomiklerde yaşandığını ve bugün için birebir biçimsel model olamayacağını kabul etmezler. Şablonlar ile düşünür, kalıplar ile yaşar, termodinamiğin entropi yasası ile, zaman oku ilkesi ile kavga edip dururlar. Aynı nehirde iki kez yıkanılamayacağını görmeyi reddederler. Varoluş gerçekliğini keşfetmeye çalışmak yerine bambaşka bir gerçekliği, adeta bir deli gömleği gibi bugüne giydirmek için zorlarlar. Sorgulamaktan korkarlar, birçok tabuları vardır.
Topluma yön veren zihniyet, evrensel değerleri esas alan rasyonel akıl ve birey merkezli olursa ancak o zaman düzen kurucu paradigmadan bahsedilebilir. Geleceğin dünyasında antropolojik bir kalıntı değil, küresel düzenin onurlu bir unsuru olabilmek ancak böyle bir yapıyla mümkün. AK Parti’nin kuruluşunda bu konulara ilişkin ciddi bir entelektüel çaba söz konusu değildi. Siyasal tercihler daha ziyade pragmatik bir biçimde yapılıyordu. Yakın dönemde maruz kaldıkları baskıların, kendi hizipleri içinde tanık oldukları açmazların da etkisiyle sahici bir tartışma sürecinden geçiyorlardı ve büyük olasılıkla değişim arayışında samimiydiler. Ama taşıdıkları zihniyet sebebiyle kastettikleri değişim tamamen üstyapıya ilişkindi ve kozmetikti.
Dolayısıyla “kervan yolda düzülür” yaklaşımıyla başlayan serüvende, el yordamıyla bulunan “muhafazakâr demokratlık” içi boş bir slogandan ibaret kaldı. 2007’de ve 2008’de karşılaşılan tehditler AK Parti kadrolarının alışık ve bağışık oldukları türden, bu çağa ait olmayan arkaik yankılardı. Dolayısıyla onların üstesinden gelebildiler. Paradoksal biçimde, bugün yakındıkları gerçek anlamda demokrasi, özgürlük, modernleşme ve küreselleşme talebini doğuran dinamikler o dönemde attıkları adımların, bugün belki de “tarihsel yanılgı” olarak nitelendirecekleri siyasal ve hukuki reformların ürünü olarak ortaya çıktı. Tarihsel diyalektiği doğrularcasına kendi antitezlerini ürettiler. Bu tepkilere ise yanıtları yoktu. Zihniyetleri derinlerde, özgür bireylerden oluşan çağdaş bir toplum ve demokratik anayasal kamu düzenine değil, özgürlüklerin Emannameler ile bahşedildiği ve bunun bir övünç kaynağı kabul edildiği geleneksel toplum düzenine uygundu. Zihniyet sorgulamasını ise hiç yapmamışlardı. Sloganlar, şablonlar ve kalkınmacı ekonomik model yetersiz kalınca oyunu kendi aşina oldukları sahaya taşıdılar. Uykuda olan mahalle bağnazlığını uyandırdılar. Kutuplaşma ve kabile bağlılığı ile bu mahalle maçını çevirebileceklerini sandılar. Emanname’nin anayasal hakları, sadakanın sosyal devleti ikame edemiyor olmasını kendilerine yönelik komplo olarak algıladılar.
Sonuç yerine
AK Parti iktidarının yol açtığı türbülans sadece bir siyasal akımın değil bütün bir zihniyetin ve zihin kodlarının da sorgulanmasına yol açtı. Bu sorgulama Türkiye’yi daha aydınlık bir geleceğe taşıyacağının işaretlerini barındırıyor. Bunun için siyasal ayrışmanın eksenlerini doğru tanımlamak gerekiyor. Söz konusu eksenleri Türkiye ile sınırlı olmayacak şekilde küresel siyasette okumak da mümkün.
İnsan yaşamını kutsal değer bilenler ile bireylik bilincine saygı duymayan kitleselcilik-totaliterizm yanlıları,
Özgürlükten yana olanlar ile baskıcı zorbalar,
Bütün insanların eşit olduğuna inananlar ile ayrımcılıktan beslenenler,
İnsanların mutluluğa ulaşma arayışını temel hak sayanlar ile acıyı, ıstırabı, kederi kutsayanlar,
Evrensel insanlık değerlerini, insanlık ailesinin kuşakları aşan birikimindeki bilgeliği kuşananlar ile kabile totemine sarılanlar,
Doğal çevreye duyarlılık gösterenler ile büyük bir açgözlülükle her şeyi metalaştıranlar,
Kamu yönetiminde adalet, şeffaflık, hesap verme bilinci ile çağdaş kurumsal yönetişim yapısını benimseyenler ile devleti kendi mülkü, vatandaşı kulları görme kibrinden vazgeçemeyenler,
Akıldan ve bilimden yana olanlar ile safsatalara sarılıp tarih yerine efsaneleri tercih edenler…
AK Parti hikâyesinin, geçmişte kendisine umut bağlayanlarda yarattığı hayal kırıklığını anlatan Ahmet Kaya ile başlamıştık. Cumhur İttifakı’nın benimsediği değerler ve ittifakın açık-örtülü ortakları göz önünde bulundurulduğunda hikâyenin bitişine şu nağmeler daha uygun düşecek…
Saçların tarumar, gözlerinde nem
Ateşe benzerdin küle dönmüşsün
Hayal mi gerçek mi gördüğüm, bilmem
Elden ele gezen güle dönmüşsün
Hiç eser kalmamış eski hâlinden
Yazık!.. Geçmez akçe, pula dönmüşsün
Hayal mi gerçek mi gördüğüm bilmem
Elden ele gezen güle dönmüşsün.
https://www.perspektif.online/neden-olmadi/ Kaynak: Farklı Bakış